Tarih Felsefesi Üzerine

Tarih felsefesi; esas itibariyle insanlığın kökeni ve eğer varsa yöneldiği hedefin ne olduğunun belirlenmesi anlamında hem insani olup-bitmelerle uğraşan bir düşünce biçimi hem insanlığın evrensel tarihine yönelik felsefi bir bakış hem de tarihsel bilginin bir sorgulamasıdır.[1] Tarih felsefesi deyimini ilk kez, Fransız filozof Voltairekullanmıştır. Ona göre, Kilisenin keyfi değerlendirmeleri ve dinsel dogmalarıyla dolu tarih yazımına karşılık, Aydınlanmacı insan, tarih yazımının felsefi bir faaliyeti gerektirdiğini artık anlamıştır. Objektif ve doğru bir tarih yazmak için felsefenin tarafsızlığına ve onun refleksion karakterine ihtiyaç vardır. Tarihte olup biten her şeyi Tanrı’ya bağlayan Kilise tarih öğretisinin objektif ve doğru olması mümkün değildir. Onun yerini, olayların doğal açıklamasını yapacak olan felsefi tarihin alması zorunludur. Doğal bir açıklama için tarih felsefesi, tekil olaylarla ilgilenmez. Olayların anlamlı olarak kavranmasını sağlayacak genel nitelikleriyle ilgilenir. Genel nitelikler, toplumsal hayata sinmiş olan değerler, normlar ve gelenek türünden şeylerdir. Bunlar aynı zamanda kavranmak istenen toplumun ruhunu oluşturan ve toplumsal hayatı biçimlendiren şeyler olup, toplumsal hayat üzerinde, doğa yasalarının doğa olaylarını belirlemesine benzer bir şekilde belirleyicidirler. Felsefi tarihin ayırt edici yönü, toplumsal hayatı biçimlendiren ve belirleyen bu genel nitelikleri doğal olarak açıklayacak olmasıdır.[2]Voltaire, kendini Ecrasez l’infame /“Vurun kahpeye” şiarıyla Hıristiyanlığa karşı açılan bir savaşın önderi olarak nitelendiriyordu. L’infame, insan yaşamında geri ve barbarca olan şeyin bir işlevi diye tasarlanan batıl inanç, din demekti. Voltaire için din, her türlü olumlu değerden yoksun bir şeydi. Onu, insanlar üzerindeki egemenliklerine hizmet etsin diye rahipler icat etmişlerdi.[3] Bu düşüncenin altında yatan felsefi kuram, tabiatıyla Aydınlanmacılıktı ve buna göre, dine dayalı yaşama biçimleri, akıl olgunluğa erdiği zaman yok olacak olan geri ve ilkel biçimlerden başka bir şey değildi. Voltaire‘in bu görüşleri tarihten ziyade polemikle ilgili ise de Aydınlanma zihniyetinin, aklın egemenliğinde bir mutluluk çağı yaratılacağını uman ilerlemecilik anlamındaki tarih anlayışını kurmaya çalıştığını göstermesi bakımından önemlidir.

Öğretilerine karşı çıkılan Katolik kilisesi için tarih, günah işleyen ilk insanın cennetten düşmesi ile başlayan ve kurtuluşa kadar sürecek olan bir dramdır. Tarihi süreç insanın değil, Tanrı’nın muradının eseridir. İnsan, yalnızca Tanrı’nın muradının gerçekleşmesinin bir aracı olarak vardır. Tanrı, insanı kendi muradını gerçekleştirsin diye yaratmıştır. Kilisenin bu tarih anlayışı SaintAugustinus tarafından sistemleştirilmişti. Ona göre, ebedi ve ezeli olan Tanrı zamanın dışında, onun yarattığı her şeyse zamanın içindedir. Zamansa geçmiş, şimdi ve gelecekten ibaret olan insanın hatıraları, pratikleri ve beklentileri dolayısıyla anlam kazanan bir şeydir. Tanrı, insanı özgür yaratmıştı ama insan güdüleri ve gururu yüzünden Âdem‘ den beri hep günah işlemektedir. Soyundan gelen bu günahla hep kötüye yönelen insanı ancak Tanrının inayeti (kayra) kurtarabilir. Kurtulacak olanlar önceden belirlenmişlerdir. Tanrı’nın oğlu Mesih, seçilmiş olanlara kurtuluşu göstermek için yeryüzünde cismen görünmüş ve çarmıha gerilmekle tüm insanlığın yargılanacağı kıyamete kadar olan süreci başlatmıştır. İşte tarih, ilk günahtan kıyamete kadar devam edecek olan süreçtir. Bu süreç aynı zamanda Tanrı’dan ve Tanrı Devleti’nin kurulmasından yana olanlarla şeytandan ve Yeryüzü Devleti’nden yana olanların mücadele sürecidir. Tanrı Devleti gelecekte, seçilmişlerin devleti olarak kurulacaktır. Bu süreci başlatan da bitirecek olan da Tanrı’dır. Katolik kilisesi, Augustinus’un bu tarih anlayışına ilke olarak daima bağlı kalmıştır. Ana hatlarıyla vurgulayacak olursak bu anlayış, tarihin gerçek aktörü olarak Tanrıyı, insanlığın birliği şeklindeki evrenselliği, ilk günahtan kıyamete doğru bir gidişi ve gelecekte gerçekleşmesi beklenen bir ideal devleti ya da ideal hayatın başlayacağı ebedi saadet çağını içermektedir.

 Voltaire ile oluşmaya başlayan, Aydınlanmacı zihniyetin yeni tarih anlayışı Kilise öğretisine her ne kadar karşı ise de ondan bir takım şeyleri devşirdiği de muhakkaktır. Devşirilen unsurlar mahiyet olarak farklı olmakla birlikte, çerçeve olarak şu ya da bu biçimde aynıdır. Şöyle ki Aydınlanma, Rönesans ve Reformasyon ile başlayan sekülerleşme ve rasyonelleşme sonucu tarihin aktörü olarak Tanrı’nın yerine insanı geçirmiş ise de Kilisenin “çizgisel tarih” anlayışına bilimsel ve ekonomik gelişmelerden mülhem bir ilerleme düşüncesini katarak, oradaki anlayışın gelecekteki ebedi saadet çağı motifini, bilim ve akılla kurulacak gelecekteki bir altın çağ şeklinde ve Kilisenin, insanlığın birliği ve evrensellik görüşünü de evrensel hümanite şeklinde benimsemiştir. Artık tarih, geçmişten ziyade gelecekle ilgili olup, insanlığın yeryüzündeki konumunun iyileştirilmesi hedefine yönelik bir ilerlemedir.[4]

Kapitalizmin istikrar kazanması ve sömürgeciliğin yaygınlaşması sonucu Avrupa toplumlarının zenginliği gücü ve kendilerine güveni en yüksek noktasına vardığında ilerleme kültü de doruğuna ulaşmıştı.[5] İlerlemenin yönünün tespiti bakımından, 19. Yüzyıla tarih yüzyılı dedirten filozofların başında gelen G. W. F. Hegelin tarih felsefesine bakmak yeterli olacaktır. Hegel‘e göre tarih, aklın, şuurlanmak ve özgürleşmek hedefine doğru ilerleyen diyalektik sürecidir. Başlangıçta potansiyel halde olan akıl, kendisini önce doğada gösterir. Doğada görünen akıl kendine yabancılaştığı için aynı zamanda kendisiyle çelişir. Bu çelişki aklın, üçüncü aşamada, kültür dünyasında şuurlanıp, özgürleşerek kendisine dönmesiyle ortadan kalkar. Şuurun ve özgürlüğün gelişiminin ilk basamağı, “tek insan” “subjektif akıl” olmakla birlikte, akıl burada eksiktir. Akıl ancak ikinci basamakta, “objektif akıl”da özüne uygun hale gelir ki toplum, devlet ve kültür objektif aklın ögeleridir. Kültür alanında insan, doğanın tersine determine bir biçimde değil, özgürlük şuuruna sahip olarak eylemde bulunur. İnsan burada bir ferttir, ancak, başkalarıyla birlikte yaşadığı için onlarla etkileşimi sonucu ne ise o olur.  Bu yüzden de akıl, kendi şuuruna ve asıl özgürlüğe fertte değil, fertlerin ortaklaşa oluşturdukları şeylerde yani toplumda, devlette, kültürde erişir. Kültürü evrensel varoluşa taşıyan güç, devlettir. Çünkü devlet, akla ait faaliyetlerin tümünün organize olmuş bir görünümüdür. Bu açıdan bakıldığında, aklın gelişim basamakları bir bakıma bir bütüne doğru gitmek üzere birbirine bağlanan halkalar şeklinde, halkların kültürel ilerleme sürecinde geliştirdikleri devlet tiplerinin de gelişim basamakları olmaktadır. Hegel’e göre, dünya tarihine mal olmuş dört devlet tipi vardır: 1- Doğulu 2- Grek 3- Roma 4- Hıristiyan-Cermen. Bu sıralamada diyalektik bir ilerleme vardır. Doğuda bir kişi, Grek ve Roma’da birkaç kişi, Hıristiyan-Cermen dünyasındaysa herkes özgürdür. Çünkü sadece burada insanın insan olmaktan ötürü özgür olduğu bilinci vardır. Özgür insan, devletin kurumları ve yasalarıyla kendini bağımlı kılan ve bunlara uymayı sadece kendi aklıyla onaylayan yurttaştır.

Hegel için tarihsel dünya, aynı zamanda çeşitli devlet tiplerine göre şekillenen politik bir dünyadır. Kültür de bu politik dünyanın temelinde yatan bilinç formudur. Tarihsel gerçeklik bu nedenle devlet ve din savaşlarını izlemekle değil, aklın her dönemde kendini açtığı kültürel formlar aracılığıyla kavranabilir. Bu formlar her çağa kendi damgasını vuran, dünya görüşü modelleridirler. Dolayısıyla her tarihsel çağ, sahip olduğu dünya görüşünün kavranmasıdır. Aklın gelişimi de bu dünya görüşleri içerisinde izlenebilir. Aklın gelişimi her basamakta eski dünya görüşünü aşar ve özgürlüğün somutlaşacağı bir “Akıl devleti” ne doğru yürür. Hegel’e göre “Akıl devleti” idesi aklın gelişimi içinde ancak modern çağda insan bilincinde yer etmeğe başlamış ve Fransız Devrimi ile “Akıl devleti”ne yaklaşılmıştır. Modernizasyonun tamamlanmasıyla da “Akıl devleti” ve özgürlük gerçekleşecektir. Hegel, tarih felsefesini idealist, hatta belli ölçülerde Hıristiyan bir çerçeveye oturtmakla Aydınlanma çizgisinden bir sapma gibi değerlendirilebilir ise de moderniteyi öncelemesi açısından bakıldığında Aydınlanmadışında görülemez.                    

Tarih felsefesi, tarihi rasyonel ve seküler hale getirmekle kalmamış, yavaş yavaş onun konusunu da değiştirmiştir. Bu dönemde tarihin, siyaset ve savaş gibi geleneksel konulardan ticaretin, güzel sanatların, hukukun, görenek ve adetlerin gelişimleri anlamında toplumsal tarihe yöneldiğini görmekteyiz. Voltaire‘in Adetler Üstüne Deneme’si, Montesquieu‘nun Kanunların Ruhu Üzerine Deneme’si, Ferguson’un Sivil Toplumun Tarihi Üstüne Deneme’si, Millar‘ın Mertebeler Ayrımı Üstüne Gözlemler’i, A. Smith‘in Ulusların Zenginliği, 18. Yüzyılın tarihle ilgili eserleri olup, hepsi de Avrupa’nın toplumsal yaşayışı hakkındadır.[6] Bu yeni yaklaşıma göre, tarihin doğru kavranmasının yolu toplumsal fenomenlerin bir bütün halinde ele alınmasına bağlıdır. Çünkü toplum sadece siyasetin bir ürünü değil, çeşitli unsurlar arasındaki bir dengenin ürünüdür.

Dikkatlerin bu amaçla topluma çevrilmesi, hem toplum kavramının yerleşmesine vesile olmuş hem de kaçınılmaz bir biçimde, onu kavramanın yöntemini felsefi zeminden ampirik zemine, yani Rönesans ile birlikte gelişen modern bilimin zeminine kaydırmıştır. Nitekim Sosyolojinin gerçek tarihi Saint Simon, Comte ve pozitivizm ile tam bu noktada başlamaktadır. Toplumsal tarihin ortaya koymuş olduğu totallik anlamındaki toplum kavramının, sosyoloji açısından temel bir önem taşıdığı şüphesizdir. Bunun içindir ki parçaların bütünle ilişkili olduğu anlayışı, sosyolojide kurumların toplumsal rolüyle fonksiyonlarına yönelik araştırmalara kılavuzluk eden metodolojik aksiyomu oluşturmuştur. Aydınlanmazihniyetinin rasyonalist iyimserliği, bilimin kılavuzluğunda insan aklının ilkeleri temelinde toplumu yeniden kurabilecek olan özgür bireye dayanıyordu. Bu yaklaşım, toplumu bir bütün olarak görmediğinden, geçmişte oluşmuş olan kurumları, toplumun idamesinde hiçbir kayda değer ve pozitif rol oynamayan unsurlar olarak tanımlıyordu. Hâlbuki birey toplumsal bütüne bu kurumlar aracılığıyla katılıyor, “Ben” bu yolla “Biz”e dönüşüyordu. Fransız Devrimi, bu rasyonalist varsayımlara karşı çıkmak zorundaydı. Çünkü toplumun yeniden inşası rasyonalist atomistik bir çerçevede gerçekleştirilemezdi. Zaten sanayileşme ve devrim geleneksel değerlerin ağırlıklarını kaybetmelerine yol açmakla toplumsal bağları çökertmiş ve bireyin toplumla organik ilişkisini koparmıştı. Dolayısıyla eğer toplum yeniden inşa edilecekse hiyerarşik bir otorite yapısının yaratıcı rolünü vurgulayan tüm-toplum kavramına dönmek zorunluydu.[7]

Saint Simon, işte bu ruhla Aydınlanma‘ya eleştirel ve olumsuz bir gözle bakarken, sosyal fizyoloji dediği yeni bilime, toplumun yeniden organize edilmesinin temelini atma görevini yüklüyordu. Ona göre, 18. Yüzyılın filozofları toplumun inançlarını yıkmakta acele etmişlerdi. Manevi temel çökünce toplum darmadağın olmuş bütün vehimler bütün kaprisler boğaz boğaza gelmişti. Fransız Devrimi bu yüzden ölü doğmuştur. Avrupa toplumları Rönesans’tan beri bu çelişkinin kurbanı olduklarından bocalamaktadırlar. Filozofun görevi şimdiye kadar yapılmamış olanı başarmaktır. O da toplumu doğa bilimleri örneğine göre inceleyecek olan sosyal fizyolojiyi kurmaktır. Sosyal fizyoloji toplumun hem maddi hem de manevi yönünü yeniden dizayn edecektir. Doğa bilimlerinin pozitif metodu doğanın sırlarını çözüp, doğaya egemen olmayı nasıl sağlıyorsa sosyal fizyolojinin pozitif metodu da toplumda aynı fonksiyonu yerine getirecektir.[8]

Sosyoloji’nin isim babası olan ve kurucusu olarak kabul edilen Auguste Comte da Saint Simon gibi çağdaş toplumun bunalım içinde olduğunu düşünüyor ve o da bu kritik durumdan çıkış yolunu, entelektüel kargaşayı önleyerek pozitif bir siyasetin kuruluşunu sağlayacak yeni bilimde, sosyolojide görüyordu. Devrimden sonraki çağın ahlaki krizi yalnızca ampirik toplumsal çalışmalardan türetilmiş olan pozitif bilimin uygulanmasıyla ve ona dayanan sanayi örgütlenmesi ilkeleriyle çözülebilirdi. Auguste Comte‘un sosyolojisi üç varsayım üzerine kuruludur. Birincisi, pozitif temelli Batı Avrupa sanayi toplumu, örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. İkincisi, doğa alanında pozitif düşünüldüğüne göre toplum alanında da başka türlü düşünülemez. Doğa bilimlerinde başarılı olan pozitif yöntem, sosyolojinin de yöntemidir. Pozitif yöntem gözlem ve karşılaştırmadan ibaret olduğuna göre toplum da gözleme ve karşılaştırmaya tabi tutulabilecek bir olgudur. Üçüncüsü, insanlık tarihi, pozitif düşüncenin ilerlemesi olarak düşüncenin tarihidir. Tarihsel bütünün bilimi olan sosyoloji, sadece geçmiş ve şimdiyi değil, determinizmin hem doğa alanında hem de sosyal alanda geçerli evrensel prensip olmasından ötürü geleceği de tespit eder.[9]  AugusteComte’un asıl uğraşısı, felsefeyi geçmişte kalan bir aşama şeklinde nitelendirip yeni bir yöntem önermek olsa da esas itibarıyla önerilen şey bir tarih felsefesidir. Çünkü temelde yaptığı şey tarihi; teolojik, metafiziki ve bilimsel olmak üzere üç çağa bölmekten ibarettir. Dönemin bir başka sloganı olan “karşılaştırma yöntemi” de Auguste Comteiçin, bütün toplumları ilerleme süreci olarak gördüğü ve tüm insanlığa teşmil etmek istediği Batı tarihinin herhangi bir basamağına yerleştirmeyi bilimsellik adıyla sağlayacak olan felsefi bir spekülasyondur.

Tarih felsefesinin bilim kisvesi altında takdimini kolaylaştıran esas unsur, 19. Yüzyılda ortaya atılan, kaynağı bilimsellikten öte felsefi olan ve bütün bilimsel iddiaların en önemlisini teşkil eden biyolojik evrim teorisidir. Teorinin ileri sürdüğü şey şuydu: Yüksek yaşam formları çok uzun zaman dilimleri süresince tedricen aşağı yaşam formlarından evrilmişlerdir. Bu evrim süreci, zaman ve mekan içerisindeki maddi vasattan aşkın olan herhangi bir müdahalenin sonucu değildir. Evrimin bir gayesi de bulunmamaktadır. Aksine evrim, çeşitli türler arasında meydana gelen mücadele ve en güçlünün hayatta kalması ile yürür.[10] Bu düşünceler biyoloji alanından toplumsal alana öyle bir hızla yayılmıştır ki teoriyi benimseyen sosyoloji, o dönem itibariyle herhangi bir açıklamada bulunurken sadece evrim terimlerini kullanmakla yetinmiştir.

Özetlemek gerekirse, Rönesans ve Reformasyonile birlikte kurulmaya başlanan modern dünya ve modernite; epistemolojik, ekonomik ve siyasal değişimlerle istikrar kazanmaya başlayınca bu istikrarın pekişmesini sağlayacak olan kendi tarihini icat etmeye de ihtiyaç duymuştur. İcat edilen tarih, geçmişten ziyade geleceği ifade eden, ilerleme sürecidir. Bu sürecin evrenselliğini ve kaçınılmazlığını gösterecek olan disiplinse geçmişle ilgili olayları zaman ve mekân zinciri içerisinde tespit edip değerlendirmek yerine, tarihin felsefi açıdan bir yorumunu yapıp, olayların seyrinde hangi sebeplerin ve kanunların hâkim olduğunu tespit etmeğe çalışacak olan, bunu yaparken de tarihin asli unsuru olarak insanı, dolayısıyla toplumu esas alan tarih felsefesidir.



[1] Irvıng Fetscher, “Tarih Felsefesi”, Çev., D. Özlem, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Ara Yay., İstanbul, 1990.

[2]Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Ege Üni. Edebiyat F. Yay., İzmir, 1984.

[3] R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Çev., K. Dinçer, Ara Yay., İstanbul, 1990.

[4] Herbert Butterfıeld, The Origins of Modern Science, A Division of  Macmillan P. Co., NewYork, 1965.

[5] Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, Çev., M. G. Gürtürk, İletişim Yay., İstanbul, 1993.

[6] Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, Çev., M. Tunçay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1994.

[7] Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Çev., O. Akınhay, Bilim ve Sanat Yay., İstanbul, 1998.

[8] Cemil Meriç, Saint-Simon, İstanbul, İletişim Yay., 1995.

[9] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev., K. Alemdar, T. İş Bank. Yay., İstanbul, 1986.

[10] S. Hüseyin Nasr, Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, Çev., Ş. Yalçın, İz Yay., İstanbul, 1995.

Bu yazı Genel Felsefe kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.