Türk İntihal Tarihine Felsefi Bir Katkı: Prof. Dr. Mehmet AKGÜN

Not:

        Bu yazı 1996 yılında, kaleme alınmış, fakat o tarihlerde henüz genç bir araştırma görevlisi olmam hasebiyle, değer verdiğim ve sevdiğim birkaç profesörün ısrarı ve gösterdikleri gerekçelerin o gün itibarıyla makul oluşu sebebiyle maalesef yayınlatılamamıştır. Yayınlatılamamıştır ama yazı muhatabına gönderilerek icabeden ihtardan da geri durulmamıştır (Aşağıda, yazının muhatabının o tarihte bana gönderdiği cevabî yazıyı da göreceksiniz.)… Yazının muhatabı yapılan ikazlardan hiçbir ders çıkarmamış olmalı ki kitabını farklı farklı yayın evlerine bastırtmaya halâ devam etmektedir… Durum böyle olunca umarım o değerli profesörler, yazının bugün itibarıyla yayınlanmaması hususunda, artık herhangi bir makul gerekçe ileri sürmeyeceklerdir…

Aslında yazı 1988′de yani aşağıda sözünü edeceğim acemi intihalcinin “Doktora Tezi” diyerek görücüye çıkardığı kitabın basıldığı yıl yazılacaktı fakat böyle bir intihali havsalam bir türlü almadığı için o tarihte bozuk halet-i ruhiye ile geçiştirilen üç-beş günlük refleksiv bir tepki olarak kalmıştı. Havsalam almıyordu çünkü bu işi acemi intihalci tek başına kotaramazdı. Kotaramazdı çünkü “doktora danışmanı” Türk Felsefe Derneği Başkanı, “felsefi sağ kanadın duayeni” (!?) Prof. Dr. Necati ÖNER‘di. Kotaramazdı çünkü, doktora savunması “ehemm” felsefe profesörleri (!?) karşısında yapılıyordu. Kotaramazdı çünkü “eser” Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayına değer bulunuyor ve yayınlanıyordu. O halde nasıl??? Acaba ahbap-çavuş ilişkileri olabilir miydi???  İşte bu çetrefil (!?) mesele o günlerde, nasılsa hakikatşinas ve daha kıdemli bir felsefeci çıkıp hesap sorar düşüncesiyle tarafımdan sesli olarak sorgulanmamıştı… Ayrıca o tarihlerde, söz konusu zevatın öğretim üyesi oldukları Felsefe Bölümü’nde maalesef lisans öğrencisiydim ve herhalde sorgulasaydım, beni bölümden mezun etmezlerdi… Her doğruyu her yerde söylemek gerekmez, derler ya öyle oldu…

Yazının o tarihte değil de şimdi (1996’da) seslendiriliş sebebine gelince: Birincisi, o hakikatşinas felsefecinin ortaya çıkmaması; ikincisi, son zamanlarda bu nevi olayların artık vaka-i adiyeden görülmemeye başlanması; üçüncüsü ve daha da önemlisi Türk Felsefe Derneği Başkanlığı görevini yürüten sayın danışman Prof. Dr. Necati ÖNER‘in ve adını zikredeceğim acemi intihalcinin Pamukkale Üniversitesi bünyesinde Kasım 1996’da “ahlak felsefesi” ağırlıklı müşterek bir felsefe kongresi organize ederek ahaliye ahlaktan dem vurmalarıdır. “Ellere talkın bize salkım” akidesi vicdanımı yeniden harekete geçirdi ve her zaman bizim halet-i ruhiyemiz bozulacak değil ya biraz da acemi intihalcinin ve ona göz yuman hamilerinin halet-i ruhiyeleri bozulsun, dedim ve işte bu yazı ortaya çıktı…

İntihale maruz kalan eserin künyesi: Murtaza KORLAELÇİ, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986.

İntihalcinin eserinin künyesi: Mehmet AKGÜN, Materyalizmin Türkiye’ye Girişi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.

Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanı olan intihalci Prof. Dr. Mehmet AKGÜN‘ün acemiliği şurada: Hani insan bir kitap yazar da kitabında bazı yerleri, fakat sadece bazı yerleri bir başka kitaptan bir takım değişikliklerle aktarır ve kendi düşünceleriymiş gibi kaynak göstermez, bunu da anlayan anlar anlamayan anlamaz ya da Allah’ından bulsun, denir ve bir şey söylenmeden geçilir ya… AKGÜN’ünkü öyle değil… Açık açık intihal… Bir eserin 100-150 sayfalık bir kısmı noktasıyla, virgülüyle, dipnotlarıyla, başlıklarıyla ve “önsöz”ünden başlamak üzere bütün bir iskeletiyle aynen alınır ve yalnızca konu farklılığından ötürü “Pozitivizm” yerine “Materyalizm” kelimesi konur ve üç-beş şahıs ismi dışında form ve muhteva aynen muhafaza edilir ve ona da benim “orijinal tezim” denir ya… İşte AKGÜN’ünkü o cinsten…

Acemi intihalci şunu yapabilirdi: Çalıştığı konuyla ilgili Türkçe’ye tercüme ihtimali olmayan bir yabancı dilde, öyle bir eser bulabilirdi ki kolay kolay kimse ulaşamaz, kütüphane raflarında tozlanıp durur ve hatta kitap kurtları bile yaklaşmaz, yani yok hükmündedir; böyle bir eseri alıp tercüme edebilir ve belki bir şeyler de katarak “benim tezim” diyebilirdi ve kimse de herhalde buna bir şey demezdi (Ne yazık ki acemi intihalci herhangi bir yabancı dili de yeterince bilmiyor) amma ve lakin intihal edilen eser kendi branşında, kendi camiasına mensup birisi tarafından ve aynı danışmanın nezaretinde ve yine doktora tezi olarak hazırlanmış ve de yayınlanmışsa her halde ki ona denilecek çok şey olur… Danışman aynı olunca, insan, anonim bir faaliyet mi yürütülüyor diye düşünmekten de kendini alamıyor (!?)

İntihalin kayıtlarına geçmeden önce, bir ara girizgâhın okuyucuyu sıkmayacağını ümit ediyorum: Kimileri katılmasa da Ortaçağ Skolastik Felsefesinin temel özelliğinin “dediler ve kodular”dan ibaret, beyhude “külliler” tartışması olduğu söylenir. Bu “dediler ve kodular” koca karıların değil, sözde felsefecilerin “dedi-kodu”sudur. Aklın nuru ve vicdanın ziyasından nasipsiz olan felsefecilerin… Onların “idol”leri vardır; tiyatro idolleri, soy idolleri, çarşı idolleri ve mağara idolleri. Hakikate karşı duran idoller… Üstelik bu idoller hakikatin kılavuzu olan düşünsel eylemle, felsefeyle maskelenirler… Felsefe adına, felsefeyi yıkarcasına… Böylesi felsefeciler idollere tapınırlar. Yanılmaz kitapları, yanılmaz hocaları, yanılmaz insanlıkları, yanılmaz benleri ve yanılmaz tilcikleri (jargonları) vardır onların… Onlar, hakikati arayan hakikat düşmanlarıdır (!?)

İdolalarla ayakta duran statükoyu muhafaza, onlara tapınan ve ondan nemalananların ne kadar yararınaysa hakikatin ve hakikat taraftarlarının da o kadar zararınadır. İdolacılık, yalnızca Ortaçağ Skolastik Felsefesinin bir özelliği olarak nitelendirilemez. İntihallerin statüler kazandırdığı ve unvanlar bahşettirdiği “Türk Akademyası”nın da bir özelliğidir… Mademki gerçek felsefe eleştirel düşünebilmek ve hakikati ortaya çıkarmaktır, elbette ki bunu yapmak hakiki felsefecilerin mesuliyetidir… Sözde felsefeciler, minareyi kılıf bile uydurmadan çalmaya cüret edebiliyorlarsa bu biraz da hakiki felsefecilerin mızrağın çuvala girdirilemeyeceğini öğretmemelerinden ötürüdür…

Gelelim intihalin kayıtlarına: Evvela intihalcinin noktası ve virgülüyle intihal ettiği kısımları, intihal ettiği kitapla başlıklar halinde ve kitaplardaki şekliyle örneklendirelim:

Murtaza KORLAELÇİ  

 II. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası, s. l71.

a) Osmanlılarda İlim Anlayışı, s. 171.

b) Osmanlılarda Eğitim Anlayışı, s. 179.

d) Batıyla İlk İlişkiler, s. 190.

e) Eğitimde Yenilik Hareketleri, s. 195.

 Mehmet AKGÜN

 II. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası, s. 59.

II. l. Osmanlılarda İlim Anlayışı, s. 59.

II. 2. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı, s. 69.

II. 3. Batıyla İlk İlişkiler, s. 79.

II. 4. Eğitimde Yenilik Hareketleri, s. 96.

Her iki kitapta da ikinci bölümlerin tüm başlıklarıyla aynı olması okuyucuyu muhtemeldir ki “Acaba ‘telepatik’ midir?” diye düşünceye sevk edebilir (!?) Ancak aşağıda metinleri karşılaştırdığımızda her halde aynı okuyucu telepatinin bu kadarına da “pes doğrusu” diyecektir…

KORLAELÇİ‘nin kitabının 3. ve 4. bölümlerindeki bazı temel başlıklar da intihalci AKGÜN‘ün kitabının 3. ve 4. bölümlerinde aynı ‘telepati’den olmalı,  ufak tefek değişik versiyonlar şeklinde yer almıştır. Tabii metinler de öyle…

Konu Başlıklarından Örnekler:

KORLAELÇÎ

III. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, s. 201.      

a) Tercümeler, s. 201.                                                      

b) Dernekler, s. 204.                                                        

IV. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’deki İlk Etkileri, s. 217.      

a) Kuruluşlarımız, s. 217.                                                              

l. Pozitivizmin Etkisinde Kalan Fikir Adamlarımız, s. 226.      

Beşir Fuad, s. 227-245.

 AKGÜN

III. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi, s. 107.

III. l. l. Tercümeler, s. 107.

III. 2. Kuruluşlar ve Mecmualar, s. 113.  

IV. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girmesinde

Etkili Olan Fikir Adamlarımız, s. 161.

IV.1.2. Beşir Fuad, s. 185-191.                                                    

 METİNLERDEN ÖRNEKLER:

ÖNSÖZ:

KORLAELÇİ’nin ifadeleri:

“Konumuzun seçiminden çalışmamızın bitimine kadar en büyük yardım, ilgi ve teşviklerini hiçbir zaman esirgemeyen Muhterem Hocam Prof. Dr. Necati ÖNER‘e teşekkürü ifası gerekli bir borç bilirim.”

AKGÜN‘ün ifadeleri:

“Konumuzun seçiminden çalışmamızın bitimine kadar en büyük yardım, ilgi ve teşviklerini hiçbir zaman esirgemeyen Muhterem Hocam Prof. Dr. Necati ÖNER‘e teşekkürü ifası gerekli bir borç bilirim.”

Okuyucuya her iki “önsöz”deki bu ayniliğin sebebinin felsefî literatür için “hamdele”, “salvele” ve “besmele”  hükmünde olmadığını hatırlatmak isterim… Tabii ki intihalci açısından öyle olup olmadığını da ona sormamız lazım…

            II. Bölümden Örnekler:

KORLAELÇİ: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası

a. Osmanlılarda İlim Anlayışı (s. 171.)

Osmanlılardaki ilim anlayışı şüphesiz İslamın ilim anlayışından doğmaktadır. Bu bakımdan ilk defa İslam’ın ilim anlayışı ile işe başlamak yerinde olur. Bu husus tek başına ciltler dolduracak bir konu olmasına rağmen biz gayet kısa olarak belirtmeye çalışacağız.

İslam’da ilmin tanımını Peygamber Efendimiz, Ebu Davud ve İbn Mace’nin rivayet ettikleri bir hadiste şöyle belirtmektedir: “İlim ancak kuvvetli bir ayet veya kaim ve sahih bir sünnet veya adaletli bir farizeden ibarettir.” El-Nessi’den nakledilen diğer bir hadiste ise “ilim üçtür: Manası açık bir ayet ve doğruluğu sabit bir sünnet, bir de bilmiyorum sözüdür.” diye buyurur.

           Bu hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere İslam dini yeni doğduğu zaman, dinî ilimlerin dışında başka bir ilim kabul etmemektedir. Zamanla İslamiyet’in yayılması ile Müslümanlar çeşitli medeniyetlerle karşılaştılar. Dolayısıyla ilmî alış verişler başladı. Bu bakımdan İslam aleminde biri kaynağım dinden alan, diğeri de başka medeniyetlerden kaynaklanan iki tür ilim söz konusudur.

            Kaynağım dinden alan ilimler naklî ilimler olup Kur’an-ı Kerim ve Sünnettir. Bu iki ilimden tefsir, kıraat, hadîs, usul-ü hadîs, fıkıh, usul-ü fıkıh, kelam ilimleri doğdu. Kur’an ile hadis ilmi Arapça olduğundan bu ilimleri iyice anlayabilmek için her şeyden önce Arap dili ile ilgili bilimleri öğrenmek mecburiyeti vardır. Dolayısıyla bu dil ile ilgili ilimler: Lügat, nahiv, beyan ve edebiyat kendiliğinden ortaya çıktı.

            Başka medeniyetlerden kaynaklanan aklî ilimler ise iki gruba ayrılabilir: “Birincisi; felsefe, matematik, astronomi, tıp gibi rasyonel ve tecrübî ilimlerdir. Bu sahada İslam dünyasına en çok tesir icra eden Yunan medeniyetidir. Bu medeniyetten birinci derecede tercüme edilen eserler Aristo, Euklides, Hipokrat, Calinos, Plotin, Batlamyus, ikinci derecede Eflatun’un eserleridir. En çok üzerinde durulan düşünür Aristo olmuştur. İkincisi; eski Mezopotamya medeniyetinin tesiriyle giren sihir, tılsımlar gibi “occulte” bilgilerdir.”

Görüldüğü gibi Hicri birinci asırda İslam aleminde üç çeşit ilim anlayışı yer almaktadır: l-İslam’dan kaynaklanan dinî ilim anlayışı, 2-Daha ziyade Yunan medeniyetindenkaynaklanan rasyonel bir ilim anlayışı, 3-Mezopotamya medeniyetinden kaynaklanan “occulte” bir ilim anlayışı.

            İslam düşünürlerince uzlaştırılmayan bu üç tür ilim anlayışı Farabî (öl. H. 339/950), Haverezmî (öl. H. 387/997), ve İbn Sina (öl. H. 428/1036)’nın ilimleri tasnifinde kısmen görülür. Gazzalî (öl. H. 505/1111) ve daha sonraki alimlerin ilimleri tasnifinde ise her üç anlayışa mensup ilimler yer alır. Genel olarak Aristo’nun etkisinde kalan İslam düşünürlerinden “Farabî ve İbni Sina, Aristo’nun ilim tasnifini esas olarak almıştır, diğerleri ise bu esasa İslamî ilimleri eklemişlerdir.”

 AKGÜN: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası

II.1. Osmanlılarda İlim Anlayışı (s. 59)

Osmanlıların ilim anlayışlarının İslamiyet’in ilim anlayışından kaynaklandığı bilinen bir husustur. Bu sebeple konumuza ilk önce İslamiyet’in ilim anlayışından misaller vererek başlamak istiyoruz. Ancak burada şunu belirtelim ki, bu mevzuu muhtevası oldukça geniş olan bir mevzuudur. Bunun için sadece konumuza ışık tutması bakımından bazı önemli noktalara kısaca değineceğiz.

Ebu Davud ve İbn Mace’nin rivayet ettikleri bir hadiste: Hz. Muhammed ilimle ilgili olarak şunları söyler: “İlim, ayet-i muhkemat veya sünneti kaime ve adil bir farizadır”. Aynı manayı ifade eden El-Nesai’nin rivayet ettiği hadiste ise, “ilim üçtür: manası açık bir ayet ve doğruluğu sabit bir sünnet, bir de bilmiyorum sözüdür.”

Zikredilen hadislerden de anlaşılacağı gibi İslamiyet’in ilk zamanlarında dinî bilgilerin dışındaki bilgiler ilim olarak kabul edilmemektedir. Ama zamanla İslamiyet’in gelişip yayılması neticesinde, içtimaî şartlanın zorlanması ve İslamların başka medeniyetlerle teması, ilim kavramının muhtevasının genişlemesine sebep oldu. Bu şekilde İslam medeniyetinde uğraşılan ilimlerin menşeini iki ayrı sahada aramak doğru olur. Birincisi bizzat İslam dini, ikincisi de İslamların temas ettikleri eski medeniyetlerdir. Bu sebeple insanların şehir ve bölgelerde birbirlerinden öğrenerek naklede geldikleri ilimler ikiye ayrılmaktadır:

l- Naklî ilimler: Kaynağını dinden alan ilimlerdir. Bu ilimlerin her biri şeriat! vazedenden nakil ve rivayet edilen haberlere dayanır. Esas ve usulleri öğrenilirken akla dayanılmaz. Ancak meselelerin dal ve budaklarım asıllara bağlamak hususunda aklın yardımına başvurulur. Naklî ilimlerin her birinin, temel ve dayanağı, Kur’an ayetlerinden ve Peygamberin hadis ve sünnetlerinden ibaret olan şer’î delillerdir. Allah’ın kitabım ve Peygamberinin hadislerim anlatmak ve açıklamak üzere vazedilen ilimler de şer’î ilimlerdendir. Bundan sonra Kur’an dili olan Arap dili gelir. Naklî ilimler kısımlara ayrılır:

a) Tefsir ilmi: Kuran’ın ayetlerinin incelenmesiyle ilgili olan ilimdir.

b) Kıraat ilmi: Kuran’ın kendisine, Peygamberden nakil ve rivayet edilen bilgilere başvurulması; hafızların Arap lehçelerine göre kıraatlerine ait olan çeşitli rivayetlerin öğrenilmesi gibi hususlar kıraat ilmiyle ilgilidir.

c) Hadis ilmi: Hadisleri rivayet edenlerin ahlak ve adalet gibi durumları incelenir. Bu incelemeler neticesinde haberlerin doğruluğu ispat edilirse bunlar tarafından rivayet edilen hadislere göre amel etmek vacip olur. Bu hususlarla ilgilenen ilim de hadis ilmidir.

d) Usul-ı Fıkıh ilmi: Hükümleri Kur’an ve hadisten istidlal edip, usul ve kanuna uygun olarak, ayet ve hadislerden hükümler çıkarmanın metodunu öğreten ilimdir.

e) Fıkıh ilmi: Usul-ı Fıkıh ilminin kanun ve kaidelerine dayanarak, ayet ve hadislerden hükümler çıkarmak suretiyle Allah’ın emir ve yasak ettikleri şeyleri bildiren ilimdir.

f) Kelam timi: îman akidelerini aklî delillerle ispat eden ilimdir.

g) Dil ile İlgili Olan İlimler: Kur’an ile hadisleri anlayabilmek için önce Arap dili ile ilgili olan ilimleri bilmek gerekir. Bu ilimler, lügat, nahiv, beyan ve edebiyat ilimleridir. İşte yukarıdan beri dokümanını yaptığımız ilimler İslam dini ile ilgili olan ilimlerdir.

2- Aklî İlimler: Hikmet ve felsefeyle ilgili olan ilimlerdir. İslam dünyasına başka medeniyetlerle temas sonucu girmiştir. Bu bilgiler iki gruba ayrılabilir:

a) Felsefe, matematik, astronomi, tıp gibi rasyonel ve tecrübî bilgilerdir. Bu sahada İslam medeniyetine en çok etki eden Yunan medeniyetidir. Bu medeniyetten birinci derecede Aristo, Euklides, Hipokrat, Calinos, Plotin, Batlamyus; ikinci derecede Eflatun’un eserleri tercüme edilmiştir. En çok üzerinde durulan düşünür ise Aristo olmuştur.

b) Eski Mezopotamya medeniyetlerinin tesiriyle giren sihir, tılsımat gibi “occulte” bilgileridir.

Bu şekilde menşeini iki ayrı sahada gördüğümüz İslam ilmi Hicri l. asırdan itibaren üç çeşit ilim anlayışının etkisi altında kalmıştır. l- İslam dininden kaynaklanan ilim anlayışı, 2- Daha ziyade Yunan medeniyetinin etkisi alımda kalan rasyonel bir ilim anlayışı, 3- Mezopotamya medeniyetinden kaynaklanan sihire dayalı bir ilim anlayışı, bu üç çeşit ilim anlayışı İslam düşünürlerince uzlaştırılmamıştır. Ancak her mütefekkir ilim tasniflerinde birbirinden farklı olan bu üç grubu bir araya toplamış değillerdir. Farabî, ilim tasnifinde önce ikinci anlayış içindeki ilimlere yer vermiş, sonradan birinci anlayış içinde ilim telakki edilen fıkıh ve kelamı da ilimler arasına almıştır. Üçüncü telakkiyi ise kabul etmemiştir. Havarezmî (öl, 997), “occulte” bilgileri dikkate almamış, diğer iki telakkiyi benimsemiş, “occulte” bilgilere de yer vermiş, fakat dini ilimleri tasnifine almamıştır. Gazzalî (ol. 1111) ve daha sonra gelenlerde ise her üç telakkiye göre ilim sayılan bilgiler, ilim tasniflerinde zikredilmiştir.

Şimdi İslam kültür dünyasındaki ilim anlayışını daha iyi anlayabilmek için yukarıda adı geçen İslam düşünürlerinin ilim tasniflerini gözden geçirelim. Bu tasnifler daha sonra yapılan tasniflerin kaynağını oluşturdukları için de önemlidir.

İslam düşünürleri ilim tasniflerinde esas itibariyle Aristo’dan mülhemdirler. Özellikle Aristo’nun etkisinde kalan Farabî ve İbni Sina onun ilim tasnifini esas almışlar, diğerleri ise bu esasa İslamî ilimleri eklemişlerdir.

KORLAELÇİ:

Farabî’nin İlimleri Tasnifi:

“Aristo’dan sonra gelen” anlamında “Muallim-i Sanî” unvanım alan Farabî, Aristo’ya sadık kaldığı tasnifinde ilimleri nazarî ve amelî ilimler diye ikiye ayırır. Nazari ilimler, İlm-i tealim (Riyaziye), İlm-i tabiî ve İlm-i ilahî (Metafizik) olarak üç; amelî ilimleri ise ahlak ve siyaset diye ikiye ayırır. İlimlerin sayımı adlı eserinde ise ilimleri beşe böler. Bunlar da “l-Dil ilmi, 2-Mantık ilmi, 3-Talimi ilimler, 4-Tabiat ilmi ve ilahiyat ilmi, 5-Medenî ilmi, Fıkıh ilmi, Kelam ilmi”dir.

AKGÜN:

Farabî’nin İlim Tasnifi:

O, ilimleri amelî ve nazari ilimler olmak üzere ikiye ayırır. Nazari ilimler, ilm-i tealim (riyaziye), ilm-i tabiî, ilm-i ilahî olmak üzere üçe; amelî ilimler de, ahlak ve siyaset olmak üzere ikiye ayrılır. Mantığı ilimlerin üzerinde kabul ettiğinden bu tasnife dahil etmemiştir. İlimlerin Sayımı isimli eserinde ise ilimleri beşe ayırır: l. Dil ilmi, 2. Mantık ilmi, 3. Talimi ilimler, 4. Tabiat ilimleri ve ilahiyat, 5. Medenî ilmi, fıkıh ilmi, kelam ilmi. O, ilk tasnifinde Aristo’ya bağlı kalmış, ikinci tasnifinde ise ondan farklı bir tasnif vermiştir.

KORLAELÇİ:

Havarezmî’nin İlimleri Tasnifi:

Havarezmî’nin ilimleri tasnifi, Farabî’ninkinden farklıdır, ilimleri, ilkin, ulum-u şer’iye ve alet ilimleri ile ulum-u acem diye ikiye böler. Bu ayırma daha sonra gelen İbn Sina hariç bütün İslam düşünürlerinde görülür. Sonradan bu iki ayırma şer’î ilimler veya aklî ilimler, nakli ilimler diye adlandırılırsa da bu adlandırmadan kastedilen mana aynıdır.

Havarezmî ulum-u şer’iye ve alet ilimleri olarak usul-ü fıkıh, fıkıh, kelam, lügat, şiir, aruzu sayar. Ulum-u acem ise dış medeniyetlerden gelen ilimlerdir. Bunları da Aristo geleneğine uygun olarak Farabi’nin birinci tasnifi gibi nazarî ve amelî diye ikiye ayırır. Sonra bunları da üçer  üçer kısımlara böler. Burada Farabî’den farklı olan taraf amelî ilimlere tedbir-i menzil diye üçüncü bir ilim eklemiş olmasıdır.

AKGÜN:

Havarezmî’nin İlim Tasnifi:

Mefatih-ul-Ulum isimli eserinde ilimleri şer’i ilimler, alet ilimleri ile acem ilimleri olmak üzere ikiye ayırır. O, şer’î ilimler ve alet ilimleri olarak usul-ı fıkıh, fıkıh, kelam, lügat, şiir ve aruzu sayar. Acem ilimleri ise dış medeniyetlerden gelen ilimlerdir. Bunları da Aristo geleneğine uygun olarak nazarî ve amelî olarak ikiye ayırır. Sonra bunları üçer üçer kısımlara böler. Burada Farabî’den farklı olarak amelî ilimlere, tedbir-i menzil diye üçüncü bir ilim eklemiştir.

KORLAELÇİ:

İbn Sina’nın ilimleri Tasnifi:

Aristo ve Farabî’nin ilimler tasnifinin etkisinde kalan İbni Sina onlardan farklı bir sınıflama ortaya kor. İlimleri madde ile şekil münasebeti bakımından üçe ayırır.

1- Maddesinden ayrılmamış bulunan şekillerin ilmi: Bunlar  İbn Sina için tabiat ilimleri veya aşağı ilimler (el-ilm-ül-esfel)dir.

2- Maddesinden tamamen ayrı olan şekillerin ilmi: Bunlar metafizik ve mantık veya yüksek ilimler (el-ilm-ül-alî)dir.

3- Maddesinden ancak zihinde ayrılan, hazan onunla bir, bazan ayrı olan şekillerin ilmi: Matematik veya orta ilimler (el-ilm-ül-evsat)dır. Bu ilimler yüksek ve aşağı ilimler arasında bir köprü vazifesi görürler.

            İbni Sina, Aristo gibi felsefeyi iki kısma ayırır: l- Nazarî hikmet, 2- Amelî hikmet. Bunlardan nazari hikmet ilm-i tabiî, ilm-i riyaziye, ilm-i ilahiyi ihata eder. Ameli hikmetse ilm-i ahlak, ilm-i tedbir-i menzil, ilm-i siyaseti ihata eder. Nazarî hikmetin kapsamına giren ilimler yalnız bilgiye aittirler. Bunlar birer nazariye olup eylemle ilgileri yoktur. Ameli hikmetin kapsamına giren ilimlerse hem bilgiye hem de eyleme aittirler.

Tasnifinde Havarezmî’nin ulum-ü şer’iye dediği İslami ilimlere yer vermeyen İbn Sina, bu tasnifine “occulte” bilgileri dahil ederek bunları tabiî ilimler içinde zikreder.

AKGÜN:

İbn Sina’nın İlim Tasnifi:

İbn Sina, Aristo ve Farabî’nin sınıflamalarından mülhem olmakla birlikte yeni bir ilimler sınıflaması ileri sürer. O, ilimleri madde ve suretin münasebeti bakımından üçe ayırır: 1-Maddesinden ayrılmamış olan suretlerin ilmi: Tabiat ilimleri ve aşağı ilimlerdir. 2-Maddesinden tamamen ayrı olan suretlerin ilmi: Metafizik ve mantık veya yüksek ilimlerdir. 3-Maddesinden ancak zihinde ayrılan, bazen onunla beraber, bazen ayrı olan suretlerin ilmi: Matematik veya orta ilimlerdir. Bu ilimler yüksek ve aşağı ilimler arasında bir köprü olduğundan İbn Sina, matematik ilimlere büyük önem verir. Matematikten mantığa ve oradan metafiziğe geçer.

İbn Sina, ayrıca Aristo geleneğine uygun bir şekilde felsefeyi ikiye ayırır: A-Nazarî hikmet, B-Amelî hikmet. Birincisinde, tabiat felsefesi, matematik felsefe ve metafizik vardır. O sadece bilgiye aittir, eylemle ilgisi yoktur, ikincisi, hem eyleme, hem de bilgiye aittir: Medenî hikmet veya siyaset, ev hikmeti veya ekonomi, ahlakî hikmet kısımlarım ihtiva eder. Bu arada feraset, tılsımat, nirenciyat gibi sihri bilgileri de tabiî ilimlerin dalları olarak sayar.

KORLAELÇİ:

İmam-ı Gazzalî’nin İlim Tasnifi:

İslam aleminde görülen, yukarıda belirttiğimiz her üç ilim anlayışım bir arada zikreden Gazzalî, ilk defa ilimleri iki kısma ayırır: 1- Şer’î ilimler, 2- Şer’î olmayan ilimler, Şer’î ilimler. Peygamberlerin (A.S.V.) getirdiği ilimlerdir. Şer’î ilimlerin kaynağım Allah’ın Kitabı, Resulün Sünneti, Muhammed Ümmetinin icmaı ve Sahabe-i kiramın eserleri meydana getirir. Şer’î ilimlerin başlangıcında lügat ve nahiv ilmi söz konusudur. Esasta şer’i olmayan lügat ve nahiv ilmi, Kur’an ve Hadisleri öğrenmeye yardım eden en belirli aletlerdir. Bunlar şer’î ilimleri bilip iyice öğrenmek için zarurî ve büyük bir ihtiyaçtır. Asıl şer’î ilimlerse ilm-i kıraat, ilm-i tefsir, usul-ü fıkıh, fıkıh, usul-ü hadis ve hadis ilimleridir.

Gazzalî şer’î olmayan ilimleri de üç kısma ayırır: l- Öğülen (Mahmud) ilimler. Bunlar dünya işlerini ıslah edici ilimlerdir. Tıp ve hesab ilmi gibi. 2-Kötülenen (Mezmum) ilimler. Bunlar sihir, tılsım, ipnotizmacılık gibi ilimlerdir. 3-Mubah ilimler: Müstehcen olmayan şiirler ve tarih ilmidir.

Vermeye çalıştığımız bu ilim tasnifi örnekleri daha sonra İslam kültür dünyasında yapılan ilim tasniflerinin esasım teşkil eder. Ancak sonraları akla gelen her bilginin tasniflere girdirilmesiyle ilimler tasnifi karma karışık bir hale gelir. Bunun açık öneklerinden biri XVI. Yüzyıl Osmanlı Müelliflerinden Taşköprülüzade’nin yaptığı ilimler tasnifinde görülür. Değerli ilim adamı, muhterem hocamız Prof. Dr. Necati Öner Bey’in “Tanzimat tan Sonra Türkiye’de İlim ve Mantık Anlayışı” isimli eserinde belirttiğine göre Taşköprülüzade tasnifinde 300′den fazla ilimden bahsetmektedir. Bu adet Osmanlıların ilim kelimesine verdiği geniş manaya işaret etmesi bakımından önemlidir.

Tanzimat Fermanının ilanından (1839) sonra batı ile ilişkilerimiz artar. Avrupa’daki fikir hareketleri memleketimizde yayılma imkanı bulur. Eskiden beri devam eden İslam fikir ve müesseseleri yanında bir de Avrupa’dan gelen fikir ve bunların etkisiyle meydana gelen mü esseler yer alır. Böylece bir ikili durum ortaya çıkar.

Bu ikili durum ilim anlayışında da belirir. “Bir taraftan tamamıyla İslam kültürü eğilimine bağlı ve dinî bilgileri ön plana alan ilim anlayışı; diğer tarafta Rönesans’tan beri Avrupa’da gelişen ve müspet ilimleri ön plana alan bir ilim anlayışı görülür.”

İslam kültür alemindeki Farabî ve İbni Sina geleneğine bağlı ilim anlayışı Osmanlılarda Tanzimat’tan sonra da devam eder. Bu durum Muhittin Mahvî’nin, Ahmet Cevdet Paşa ve Süleyman Sırrı nın ilimleri tasnifinde görülür.

AKGÜN:

Gazzali’nin İlim Tasnifi:

Gazzalî, önce ilimleri, şer’î ve gayr-ı şer’î ilimler olarak ikiye ayırır. Şer’î ilimler, akıl, tecrübe ve işitmekle bilinmeyen, Peygamberlerden öğrenilen ilimlerdir. Şer’î ilimlerin kaynağı, Kur’an, sünnet, icma ve asar-ı sahabedir. Bu ilimlerin mukaddimatı olarak, lügat ve nahiv vardır. Dil ilimleri şer’î ilimler değildirler. Mütemmimat adım alan kısım, Kur’an ve hadisle ilgili olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Kuran’la ilgili olanlar, kıraat ilmi, tefsir ilmi, usul-ü fıkıh ve fıkıhtır. Hadisle ilgili olanlar, hadis ve usul-ü hadistir. Gayr-ı şer’î ilimlere gelince, bunlar, akıl ve tecrübe ile elde edilen ilimlerdir. Bunlar, mahmud (öğülen) ilimler, Mezmum (yerilen) ilimler ve mubah ilimler olarak üçe ayrılır: Öğülen ilimler, hesap, tıp ve dünya işlerini ilgilendiren ilimlerdir. Yerilen ilimler; sihir tılsımat gibi ilimlerdir. Mubah ilimler ise; şiir ve tarih gibi ilimlerdir.

Buraya kadar verdiğimiz ilim tasnifleri daha sonraki İslam kültür dünyasının ilim tasniflerinin esasım meydana getirirler. Bu tasniflerin rehber kabul edilerek, “taksim-i ulum” adıyla bir çok gereksiz taksimata girişilmesi, ilim kelimesinin açık kavramlara ulaşan izah edici bir bilgi grubuna delalet eden terim manasım kaybetmesine sebep olmuş ve böylece tamamen lügat manası göz önüne alınarak akla gelen her bilgi, ilim tasnifleri içine girmiştir. Bu karışık duruma XVI. asır Osmanlı müelliflerinden Taşköprülüzade’nin eseri misal olarak gösterilebilir.

Taşköprülüzade bu eserinde varlığı; “kitabette”, “ibarette”, “ezhanda” ve “ayanda” olmak üzere dörde ayırır. İlimleri de bu dört esasa göre tasnif eder: “Hattî ilimler, lafzî ilimler, ezhana müteallik ilimler, ayana müteallik ilimler; ayana müteallik ilimleri de önce nazarî ve amelî, bunları da şer’î ve hükmî diye ikiye ayırıp ilimleri şu yedi bölümde topluyor: 1-Hattî ilimler, 2-Lafzî ilimler, 3-Zihnî ilimler, 4-Nazarî şer’î ilimler, 5-Nazarî hükmî ilimler, 6-Amelî şer’î ilimler, 7-Amelî hükmî ilimler. Bunları da bir sürü taksimata tabi tutarak, ilimlerin yüz elliye baliğ olduğunu kaydediyorsa da eserinde üç yüzden fazla ilimden bahsetmektedir.”

Taşköprülüzade’den verilen bu misal, Osmanlıların fikir hayatında ilim tabirinin ne kadar geniş bir manada kullanıldığım göstermesi bakımından önemlidir.

18. asırda başlayan Batı tesirleri, 1839 Tanzimat Fermanından sonra etki alanım genişletir. Tanzimatın ilanı, Rönesans’tan itibaren Avrupa’da gelişen fikir hareketlerinin Osmanlı toplumunda da yayılmasına uygun bir ortam hazırlar. Batı etkisiyle Avrupa’dan alınan yeni fikirler bu fikirlerle kurulan yeni kurumlar yanında, asırlardan beri İslam kültür dünyasında yerleşmiş olan fikirler ve kurumlar da varlığını koruyordu. Düşünce tarihimizde Tazimatla başlamış olan bu ikili durum Cumhuriyet devrine kadar devam etmiştir.

Çeşitli toplumsal kurumlarda mevcut olan ikilik, bu devrin ilim anlayışında da kendini gösterir. Bir yanda İslam kültür ve geleneğine bağlı, dinî bilgileri ön plana alan bir ilim anlayışı görülürken; diğer taraftan Rönesans’tan beri Avrupa’da gelişen ve müsbet ilimleri ön plana alan bir ilim anlayışı görülür.

İslam kültür dünyasındaki Farabî ve İbni Sina geleneğine bağlı olan ilim anlayışı, memleketimizde Tanzimat’tan sonra da devam eder. “Bu durum Muhittin Mahvî’nin Mezbatatul-Fünun (1873), Ahmet Cevdet’in Beyan-ul-Unvan (1872), Seyyid Abdulzade Mehmet Tahir ve Serkis Orpilyan’ın Mahzen-ul-Ulum (1893), Süleyman Sırrı’nın Mantık (1894) adlı eserlerinde verilen ilim tasniflerinde görülür.”

Biz, isimlerini zikrettiğimiz bu düşünürlerden; Ahmet Cevdet Paşa, Muhittin Mahvî ve Süleyman Sırrı’nın ilim tasniflerini vermek istiyoruz.

 KORLAELÇİ:

Ahmet Cevdet Paşanın Tasnifi:

Ahmet Cevdet Paça Beyan-ul-Unvan’da ilimleri ilk defa ikiye ayırır. Sonra da her kısmı tekrar bölümlere ayırarak bahsettiği her ilim hakkında kısa kısa açıklamalarda bulunur. Bu tasnifi şöyle maddeleştirebiliriz:

İlimler: l-Ulum-u Nakliye, 2-Ulum-u Arabiye.

a- Ulum-u Şer’iye: Ulum-u Kur’aniye (İlm-i Kıraat, İlm-i Tefsir ve Fenn-i Resm-i Kur’an) Ulum-u Hadis, îlm-i Fıkıh, îlm-i Usul-u Fıkıh, ilm-i Kelam, ilm-i Tasavvuf, ilm-i Tabir-i Rüya.

b- Ulum-u Arabiye (Ulum-u Edebiye): îlm-i Lügat, îlm-i iştikak, İlm-i Sarf, îlm-i Nahiv, îlm-i Maanî, îlm-i Beyan, İlm-i Aruz, İlm-i Kafiye.

2- Ulum-u Akliye: a-Hikmet-i ameliye, b-Hikmet-i Nazariye.

a- Hikmet-i Ameliye: İlm-i tezhib-i ahlak, İlm-i tedbir-i menzil, İlm-i siyaset.

b- Hikmet-i Nazariye: İlahiyat, riyaziyat, tabiîyat. Bu üç daldan ilahiyat üç bölüme ayrılır: Birinci bölüm, Umur-u ammeden yani tüm mevcudata anım ve şamil olan küllî kavramlardan bahseder. İkinci bölüm, Vacib-ül Vücud’un varlığından ve sıfatlarından bahseder. Üçüncü bölüm, Madde ve mekandan mücerret olan cevherlerden bahseder.

Riyaziyat dört kısma ayrılır: Aritmetik, hendese, heyet, musiki. Bunlardan aritmetik şu dallara ayrılır: îlm-i hesab, ilm-i cebir, ilm-i mesaha.

Tabiîyat üç kısma ayrılır: Birincisi alelumum tabiî cisimlerden bahseden fen, ikincisi fenn-i felekiyat, üçüncüsü fenn-i unsuriyattır.

Ahmet Cevdet Paşanın bu tasnifi esas itibariyle Havarezmî”nin etkilerim taşır. Havarezmî’nin ilimleri ilk defa ulum-u şeriye ve ulum-u acem diye iki kısma ayırması Ahmet Cevdet Paşanın tasnifinde ulum-u nakliye ve ulum-u akliye olarak görülür. Ayrıca Ahmet Cevdet Paşanın, İbn Sina ve Gazzali’nin tasniflerinde yer verdiği “occulte” bilgilere yer vermeyişi de bu etkileşimin başka bir görünümüdür.

AKGÜN:

Ahmet Cevdet’in İlim Tasnifi:

Ahmet Cevdet Paşa, ilimler tasnifini Beyan-ul Unvan isimli eserinde vermektedir. O, bu eserinde ilimleri önce ikiye, sonra her kısmı tekrar bölümlere ayırır. İlimleri şöyle tasnif eder: l-Ulum-u Naklîye, 2-Ulum-u Akliye. Ulum-u naklîye; ulum-u şer’îye ve ulum-u Arabiye olmak üzere ikiye ayrılır. Ulum-u aklîye de; hikmet-i ameliye ve hikmet-i nazariye olmak üzere ikiye ayrılır.

 Ulum-u şer’iyeden olan ilimler; ulum-u Kur’aniye, ulum-u hadis, ilm-i fıkıh, ilm-i usul-ü fıkıh, ilm-i kelam, ilm-i tasavvuf, ilm-i tabir-i rüyadır.

Ulum-u Kur’aniye; Kur’an-ı Kerime müteallik olan ilmlerdir ki ilm-i kıraat, ilm-i tefsir gibi ilimlerdir.

Ulum-u Arabî’ye ise şu ilimlere denir: İlm-i lügat, ilm-i iştikak, ilm-i sarf, ilm-i nahiv, ilm-i maani, ilm-i aruz ve ilm-i kafiye.

Hikmet-i ameliye de üçe ayrılır: îlm-i tezhib-i ahlak, ilm-i tedbir-i menzil ve ilm-i siyasettir.

Hikmet-i nazariye önce üç kısma ayrılır: İlahiyat, riyaziyat, tabiîyat. Bunlardan ilahiyat üç bölümdür. Birinci bölüm, bütün mevcudattan, umumî ve onlara şamil olan küllî mefhumlardan bahseder. İkinci bölüm, Allah’ın varlığından ve sıfatından bahseder. İkinci bölüm, Allah’ın varlığından ve sıfatından bahseder. Üçüncü bölüm, madde ve mekandan, mücerret olan cevherlerden bahseder.

Hikmet-i riyaziyat da dörde ayrılır: İlm-i aritmetik, ilm-i hendese, ilm-i heyet, ilm-i musîkî.

Hikmet-i tabiîyat da üç kısma ayrılır: Birincisi bütün tabiî cisimlerden bahseden fen, ikincisi fenn-i felekiyat, üçüncüsü de fenn-i unsuriyattır.

“Cevdet Paşanın bu tasnifinin esası Haverizmî’de de vardır. Haverizmî’nin ulum-u şer’îye ve ulum-u acem diye ikili ayırması burada aklî ve naklî ilimlerin bölümlerim sayarken İbni Sina ve Gazzali’nin bahsettikleri “occulte” bilgilere yer vermeyişidir.

KORLAELÇİ:

Muhittin Mahvî’nin Tasnifi:

Muhittin Mahvî ilimleri üç bölüme ayırır: l-Ulum-u şer’iye, 2-Ulum-u şerif, 3-Ulum-u hikemiye-i gayri meşrua.

1- Ulum-u şer’iye: İlm-i tevhid, ilm-i siyer, ilm-i fıkıh. Muhittin Mahvî’ye göre bu ilimlerin tahsili her Müslüman için farz-ı ayındır.

2- Ulum-u şerif: Ulum-u edebiye (lügat, sarf, şiir, v.s.), Ulum-u hikemiye-i meşrua, ilm-i tefsir, ilm-i hadis, ilm-i usul-ü fıkıh, ilm-i feraiz, ilm-i kıraat. Bu ilimlerin tahsili ise farz-ı kifayedir.

3. Ulum-u hikemiye gayri meşrua: îlm-i ahkam-ı nücüm, ilm-i cifi-, ilm-i remil, ilm-i nirencat, ilm-i sihir. Bu ilimlerin tahsili de nehyedilmiştir.

Muhittin Mahvî “bu tasniften sonra da ulum-u şerifeden addettiği ulum-u hikemiye-i meşrua’yı ele alıp Cevdet Paşa’da olduğu gibi nazari ve ameli diye taksim edip sonra bunların tafsilatına geçiyor. Cevdet Paşa’dan farklı olarak ilmi-i ahkam-ı nücum, ilm-i feraset, ilm-i tılsımat gibi bilgileri İbn Sina ve Gazzali’de olduğu gibi tabiî ilimler arasına alıyor.”

Bu tasnifler Osmanlılarda ilim anlayışım göstermesi bakımından yeterlidir. Ayrıca bu tasniflerden anlaşılacağı gibi “İslam aleminde XII. asırdan itibaren başlayan duraklama, kendi içine kapanış ve medreselerin skolastik zihniyeti rasyonel düşünceyi ikinci plana atmış, fikri çalışma sıklet merkezini dini bilgiler üzerinde toplamıştır.”

AKGÜN:

Muhittin Mahvî’nin İlim Tasnifi:

Muhittin Mahvî ilimleri üçe ayırır: 1- Ulum-u şer’iye, 2- Ulum-u şerife, 3- Ulum-u hikemiye-i gayrı meşrua.

1- Ulum-u şer’îye: Her Müslüman için tahsili farz-ı ayındır, İlm-i tevhid, ilm-i siyer ve ilm-i fıkıh olmak üzere üçe ayrılır.

2- Ulum-u şerife: İslamlar için tahsili farz-ı kifaye olan ilimlerdir. Bu ilimler şunlardır: Ulum-u edebiye, ulum-u hikemiye-i meşrua, ilm-i tefsir, ilm-i hadis, ilm-i usul-u fıkıh, ilm-i feraiz, ilm-i kıraat.

3- Ulum-u hikemiye-i gayrı meşrua: Bunların tahsilinde ise “nehy-i şer-î” vardır, bu ilimler de; ilm-i ahkam-ı nücüm, ilm-i cifr, ilm-i remil, ilm-i nirencat ve ilm-i sihirdir.

Ulum-u şerifeden saydığı ulum-u hikemiye-i meşruayı ele alıp Cevdet Paşa’da olduğu gibi nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayırır. Cevdet Paşa’dan farklı olarak ilm-i ahkam-ı nücüm, ilm-i feraset, ilm-i tılsımat gibi bilgileri İbni Sina ve Gazzalî’de olduğu gibi tabiî ilimler arasına alır.

Yukarıdan beri verdiğimiz ilim tasnifleri Osmanlıların ilim anlayışlarını yeterli ölçüde göstermektedir. Verilen tasniflerden de anlaşılacağı gibi rasyonel düşünce ikinci planda yer alırken, fikrî çalışmanın ağırlık merkezi dinî bilgiler üzerinde toplanmaktadır.

KORLAELÇÎ:

b. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı (s. 179)

Bütün İslam aleminde olduğu gibi şüphesiz Osmanlılarda da eğitim ve öğretim genel olarak medreselerde yapılmaklaydı. Fakat medreseler dışında bazı yerlerde çeşitli seviye ve sistemlerde buna benzer hareketin bulunduğu bilinmektedir.

Sarayda, Şehzadelerin yetiştirildiği Şehzadegan Mektebi, saray ordu ve hükümet işlerinde çalışacak memur ve müstahdemleri yetiştiren Enderun Mektebi, kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği Acemi Oğlanlar ve Yeniçeri Ocakları, saray dışında hemen memleketin her köyüne kadar yayılan Sübyan Mektepleri ile halkı tarikat disiplini altında yetiştirmeyi amaçlayan tekkeler bu kabildendir.

Şehzadegan mekteplerindeki tahsil derecesi halk tabakasına mahsus Sübyan mekteplerininkine eşittir. “Sübyan mekteplerinde olduğu gibi burada da yalnız Kur’an okutulur, namaz süreleri ezberletilir ve biraz da yazı meşk ettirilirdi.” Buraya sadece padişah çocukları devam ederdi.

Fatih Sultan Mehmet tarafından açıldığı bilinen Enderun Mektebinin talebeleri acemi oğlanlar arasından seçilirdi. İlk zamanlar Türkler buraya giremezlerdi. Kapıkulu ve Yeniçeri Ocaklarının öğrencileri de acemi oğlanlar arasından seçilirdi. Beş, altı yaşlarındaki çocukların devam ettikleri Sübyan mekteplerinde ise Kur’an okumak, namaz kılma usulleri, namazda okunacak ayet ve dualar ile yazı yazma öğrenilirdi. Osmanlılardaki eğitimin yüksek kısmını Medreseler teşkil ediyordu. İlim anlayışım belirtemeye çalıştığımız Osmanlı Devletinin birçok dehaları bu medreselerden yetişmiştir. Osmanlı fikir dünyasını meydana getiren medreseler şüphesiz daha önceki İslam devletlerinde bulunan medreselerin bir benzeridir. Pozitivizmin Türkiye’ye girişi sırasındaki Türk fikir dünyasını anlamak için adı geçen medreseleri, devletin başlangıcından itibaren kısa da olsa belirtmenin yaran ortadadır. Osmanlı devletinin kuruluşundan kısa bir zaman sonra ilk Osmanlı Medresesi 130′da Orhan Bey tarafından başkent İznik’te kurulur. Bu medreseye müderris olarak da Türk alim ve mütefekkirlerinden Şerefüddin Davud-i Kayseri tayin edilir. Bu medrese Bursa medreselerinin açılışına kadar ehemmiyetim devam ettirir.

Orhan Gazi 6 Nisan 1326 (2 Cemaziyülevvel 726) tarihinde Bursa’yı aldıktan sonra merkezi İznik’ten buraya nakleder. Burada kiliseden çevirdiği Manastır Medresesi 736/1335 ile yeni bir medrese daha inşa ettirir. Murad Hudavendigar 767/1365-1366′da Çekirge’de, Yıldırım Beyazıd 790/1388′de Ulu Cami yanında, Çelebi Mehmed’e 821/1418-1419′da Yeşil Cami yanında yaptırdıkları medreselerle Bursa’yı bir ilim merkezi haline getirirler. Bu medreseler İznik medreselerim ikinci plana düşürür.

764/1368′de Edirne’nin alınmasıyla devlet merkezi buraya nakledilir. II. Murad 838/1435′de Darü’l-Hadis ve 851/1447-1448′de Üç şerefeli Medreseyi Edirne’de tesis ettirdikten sonra Bursa medreseleri ehemmiyetini kaybeder. Bundan böyle. Fatih SultanMehmed’in Seman Medreselerim yaptırdığı devreye kadar ön planda Edirne Medreseleri yer alır.

Osmanlılarda, medreselerin artmasıyla meydana gelen teşkilata ilk defa Sultan II. Murad zamanında (1421-1445) rastlanır. Fakat esaslı bir medrese teşkilatı ancak Fatih Sultan Mehmed zamanın (1451-1481) görülür.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tahsil meselesini ele alıp, medreselere daha mütekamil bir şekil verir, Îstanbul’daki sekiz kiliseyi medrese haline getirir. Bunlardan birinin müderrisliğim Mevlana Alaüddin Tusiye, diğerlerinden ikisinin müderrisliklerini de Bursalı Hoca-Zade ile Mevlana Abdülkerim’e verir.

Fatih Sultan Mehmed Sahn-ı Seman medreselerim tesis etmekle en mühim eserlerinden birini vücuda getirmiştir. Bu medreseler Fatih’in kendi ismi ile anılan camiin çevresinde yer alır. Fatih bu camiî yaptırmak için Bizans İmparatorlarının mezarları bulunan Havariyyun kilisesinin yerini seçer. Kiliseyi yıktırarak mezarları kaldırtıp yerlerini dümdüz bir şekle getirir, bu düzlüğün ortasında da camiî kurar. Camiin kuzey ve güney taraflarındaki sedler üzerine (eski tabirle Karadeniz ve Akdeniz cihetlerine) de her bir tarafla dörder tane olmak üzere sekiz medrese yaptırır.

Bu medreselere, Arapların “Sahn” dedikleri düzlükte kurulduğu ve sayılarının da sekiz olması dolayısıyla Sahn-ı Seman ismi verilmiştir. Söz konuşu medreselerin planım ise Mahmut Paşa ile meşhur heyet alimi Ali Kuşçu tertip etmiştir.

Bu medreseleri, teşkilatı öğrendikten sonra günümüzün modem eğitim teşkilatı ile kıyaslamak hiç de zor değildir. Fatih’in kurduğu “sekiz medreseden her birinin 19 odası vardı, sekiz müderristen her birinin birer odası ve 50 akçe yevmiyesi vardı; bundan başka beşer akçe yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz müderristen her birine bir mürid (müzakereci=’asistan) verildi. Her medresenin 15 odasına ikişer akçe yevmiye ve imaretten ekmek ve çorba verilmek üzere birer danişmend konuldu, geri kalan iki oda da kapıcılarla ferraş denilen süpürgeciye tahsis olundu.

Muidiler medrese talebelerinin (danişmendler) hem inzibatı ile alakadar ve hem de müderrisin okuttuğu dersin iadesi yani müzakeresi ile meşgul olacaklardı. Muîdier danişmendlerin en liyakatli olanları arasından seçilecektir.”

Daha sonraları, Sahn-ı Seman medreselerine danişmend yetiştirmek için Tetimme veya Musule-i Sahn (Salma ulaştırıcı) denilen ve Sahn Seman medreselerinin arka tarafında sekiz küçük medrese daha yapıldı. Bu Tetimme Medreseleri’nin öğrencilerine Softa denirdi. Her odaya üç softa konulur, her odanın aylık gideri için de beş akçe verilirdi. Softaların yemeleri ve içmeleri de imaretten sağlanırdı. Buradaki öğrencilerin eğitim ve denetimine Sahn-ı Seman Muîdleri ile danişmendleri de katılırdı.

Açıklamaya çalıştığımız bu medreselerin her birinde birer dershane bulunurdu. îlk zamanda dersler burada yapılırdı. Zamanla medreseler çoğalıp talebe sayışı artınca medreselere kuvvetli müderris bulmak güçleşti. Talebelerin “hepsinin istifade edebilmesi için dersler camilerde okunmaya başlandı. Ve dersiam denilen bu derslere aynı kitabı takibeden her medresenin talebesi devama başladı, îş bu raddeye gelince medreseler birer talebe pansiyonu halim aldı.”

Sayıları gittikçe çoğalan medreseler, İstanbul’daki Sahn-ı Seman ve Tetimme medreselerinin yapılmasıyla yurt çapında yeni bir teşkilata tabi tutuldular. Medreseler arasında bir hiyerarşi kabul edildi. Buna göre medreseler aşağıdan yukarıya şöyle sıralandı: Haşiye-i Tecrid, Miftah, Kırklı, Hariç, Dahil, Sahn-i Seman ve Altmışlı.

Osmanlı Eğitim sistemim oluşturan ve medreselerde XV. ve XVI. asırlarda şu dersler ve kitaplar okutuluyordu.

Haşiye-i Tecrid Medreseleri:

1- Belagat: Mutavvel

2- Kelam: Haşiye-i Tecrid.

3- Fıkıh: Şerh-i Feraiz.

Miftah Medreseleri:

1- Fıkıh: Tenkili ve Tavzih.

2- Belagat: Şerh-i Miftah.

3- Kelam: Haşiye-i Tecrid.

4- Hadis: Mesabih.

Kırklı Medreseler:

1- Belagat: Miftahu’1-Ulüm

2- Usul-i Fıkıh: Tavzih

3- Fıkıh: Sadru’ş-Şeria, Meşarik

4- Hadîs: Mesabîh.

Hariç Medreseleri:

1- Fıkıh: Hidaye

2- Kelam: Şerh-i Mevakif.

3- Hadîs: Mesabîh

Dahil Medreseler:

1- Fıkıh: Hidaye

2- Usul-i Fıkıh: Telvih

3- Hadîs: Buharî

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavi.

Sahn-ı Seman Medreseleri:

1-Fıkıh:Hidaye

2- Usul-i Fıkıh: Telvih ve Şerh-i Adüd.

3- Hadîs: Buhari

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavi.

Altmışlı Medreseler:

1- Fıkıh: Hidaye ve Şerh-i Feraiz.

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf.

3- Hadis; Buharî

4- Tefsir: Keşşaf.

5- Usul-u Fıkıh: Telvih.

Yukarıda belirtilen derslerin dışında medreselerde heyet (astronomi), îlm-i Hikmet (felsefe) ve Mantık dersleri de okutulurdu. Heyetten; Cagmini’nin el-Mulahhas isimli eseriyle Ali Kuşçu’nun “Risale-i Fe1hiyye”si okunurdu. Felsefi sahada okutulan kitaplarsa Şemseddin Molla Fenari, Kadı-Zade-i Rumî, Hoca-Zade, Ali Kuşçu, Müeyyed-zade Abdurrahman, Mirim Çelebi, İbni Kemal, Kınalızade Ali Efendi’nin eserleriydi. Mantık sahasında da, şerh-i Şemsiye, Şerh-i îsagoci ve Mufassal olarak Şerh-i Metalî okunurdu.

Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii etrafında, Fatih’in Sahn-ı Seman Medreselerinde bulunmayan Tıp, Riyaziyat (Matematik) ve Darü’l-Hadîs Medreselerim yaptırır. Bu medreselere öğrenci hazırlamak için bir de Musile-i Süleymaniye tesis edilir. Bundan sonra Osmanlı Medreselerinde tahsil dahilden sonra, biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat tedris eden Sahn-ı Semanda; diğeri riyaziyat ve tıp tedris eden Süleymaniye’de sona ermek üzere iki kola ayrılır.

Bir medrese talebesi Haşiye-i Tecrid’den tahsile başlar. Miftah, Kırklı, Hariç ve Dahil medreselerindeki dersleri tedris ettikten sonra, isteğine göre Sahn-ı Seman veya Süleymaniye medreselerinden birine devam ederdi. Burayı da bitirince icazet alırdı. icazet alan bir kimse müderrislik hakkını elde ederdi.

Yüksek tahsilini bitiren bir danişmend vazife almak için Rumeli veya Anadolu Kazaskerlerinin defterlerine yazılarak sıra beklerdi. Bu bekleyişe “nöbet”, bu durumda olan danişmendlere de “Mülazım” denirdi.

Durumunu bildirmeye çalıştığımız Osmanlı Medreseleri, XVI. yüzyılın sonuna doğru bozulmaya başlar. Rüşvet ile Kadılık ve Müderrislik elde edilir duruma gelir. Bilenle bilmeyen eşit kabul edilmeye başlanır. Yüksek dereceli ulemanın çocuklarına imtiyazlar tanınır. XVIII. asrın ilk yansında III. Ahmet zamanında iyi tahsil görmeyen bu imtiyazlı kimselere sakal bırakmaları emredilerek bir nevî bu ayıp örtülmeye çalışılır.

Eski ilim anlayışının tatbik edildiği medreselerde en fazla dinî bilgilere yer veriliyordu. Dolayısıyla fikrî çalışmalar ağırlık merkezini bu bilgiler üzerinde topluyordu. Medreselerdeki bu zihniyet rasyonel düşünceleri ikinci plana attığı için müsbet ilimler sahasında herhangi bir ilmî buluş olmadığı gibi bu ilimlerdeki çağdaş gelişmeler bile takip edilemiyordu.

AKGÜN:

11.2. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı (s. 69)

Osmanlılarda eğitim ve öğretim genel olarak medreselerde yapılıyordu. Ancak medreselerin haricinde de bazı yerlerde muhtelif seviye ve sistemlerde bu çeşit faaliyetlerin sürdürüldüğü görülmektedir. Saray içinde şehzadelerin yetiştirilmesine gösterilen özel itina, mülkî, idarî ve diğer bazı elemanların yetiştirildiği Enderun mektebi, Kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği Acemi Oğlanlar ve Yeniçeri Ocakları, saray dışında medreselere geçişi sağlayan Sübyan mektepleri ve her tabakadan halkı tarikat disipliniyle yetiştirmeyi gaye edinen tekkeler, bu cümledendir. Haklarında yeterli, ciddî araştırmalar bulunmayan bu gibi yerlerde ne ölçüde ve hangi sistemde eğitim ve öğretim yapıldığı bilinmemektedir.

Şehzadegan mektebi sarayla birlikte açılmıştır. Bu mektep, Topkapı sarayının harem dairesindeki Darüssüade ağasının bulunduğu binanın üst kalındadır. Mektebin amiri, Darüssüade ağasıdır. Mektepteki tahsil derecesi, halk tabakasına mahsus Sübyan mekteplerinin aynıdır. Sübyan mekteplerinde olduğu gibi burada da sadece Kur’an okutulur, namaz sureleri ezberletilir ve biraz da yazı meşk ettirilir. Bu okulda kızlarla erkekler bir arada okurlar. Çünkü sadece padişahın çocukları devam eder. Topkapı sarayından ayrı yerlerde oturan şehzadelerin çocukları ise bu mektebe gelmeyip saraylarında okurlar.

Enderun mektebi de saray mektepleri adı altında mütalaa edilir. Edirne Sarayı içindeki Enderun mektebim Hudavendigar Murad (1326-1389), kurmuştur, İçoğlanların yetiştirilmesi için bu padişah tarafından ayrı bir bölüm yaptırılmıştır, işte bu bölümün adı Enderun Mektebidir. Fatih Sultan Mehmed (1432-1481) devrinde teşkilatlanan Enderun’u Hümayun kadrosu içinde İçoğlanların önemli bir yeri bulunmaktaydı. İçoğlanları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek idari ve askeri memuriyetleri için eleman hazırlayan kaynaklardan biridir. Enderun ağaları sınıfım teşkil edecek olan bu İçoğlanları acemi oğlan sıfatıyla dağıtılmış oldukları Edirne, At Meydanı, İbrahim Paşa, Galata ve İskender Çelebi saraylarında toplanıp, askerî eğitime tabi tutulurlardı. Gelibolu ve İstanbul’un diğer Acemi Oğlanları, Yeniçeri Ocağım meydana getirirler, İçoğlanlar ise Edirne Sarayı, Galatasaray, İbrahim Paşa Sarayı ve İskender Çelebi Sarayı’nda yetiştirilir.

Talebe yetiştirmeleri bakımından medreselere geçişi sağlayan Sübyan mekteplerinin Osmanlı eğitim ve öğretiminde önemli bir yeri vardır. Bu mektepler, İslamiyet’in ilk devirlerinde açılan “Küttablara” benzer. Hemen her yerleşme merkezinde açılan bu Sübyan mektepleri, daha ziyade okuma çağma gelmiş olan beş altı yaşlarındaki çocukların devam ettikleri yerlerdir. Buralardaki tedrisat, alfabe, yazı, okuma, Kur’an-ı Kerim ve dört işlemin öğretilmesinden ibarettir. Sübyan mektepleri Osmanlılarda köylere kadar yayılmıştır. Bunlara cami ve mescitlerde yapılan eğitim ve öğretim dahil edilirse Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin tesis edilmiş olduğu daha iyi anlaşılır.

Osmanlı maarifi içinde yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren kurumlar medreselerdir. Sübyan mekteplerinde özel öğretim görmüş talebeler, buralara girip muayyen hocalardan muayyen dersleri, belirli zamanlarda okurlar ve daha üst derecelere geçerek en yüksek seviyedeki medreselerden mezun olurlar. Osmanlılarda ilmiye sınıfı buradan yetişir, kadılık, müftülük, müderrislik, katiplik vs. gibi diğer bazı sahalarda istihdam edilirlerdi.

Osmanlılarda ilk medrese, 1330′da Orhan Gazi (1326-1356) tarafından o sıralarda küçük beyliğin merkezi olan İznik’te kurulmuştur. Bu medrese, Bursa fethedilip orada medreseler kuruluncaya kadar önemini muhafaza etmiştir. Orhan Gazi, 1326′da Bursa’yı alınca beylik merkezini İznik’ten alarak buraya nakletmiştir. Burada Manastır Medresesi’ni kurdurmuştur.

Daha sonra Hudavendigar Murad’ın 1365-1366′da Çekirge’de yaptırdığı medrese, Yıldırım Bayezid’in (1389-1402), 1388′de Ulu Cami yanında yaptırdığı medrese ile Bursa’da yaptırdığı diğer medreseler. Çelebi Mehmed’in (1413-1422), 1418-1419′da Yeşil Cami yanında yaptırdığı medrese, Îznik Medresesi’ni geri plana düşüren Bursa medreselerinin önemlilerindendir.

Bursa medreselerinin önemi de II. Murad’ın (1422-1451), 1435 tarihinde Edirne’de Darü’l Hadis ve 1447-1448′de Üçşerefeli Medresesini kurmasına kadar devam etmiştir. Bununla birlikte II. Murad’ın 1446-1447′de Bursa’da yaptırdığı Muradiye Medresesi de devrinin önemli medreselerindendir.

Edirne’deki Üçşerefeli Medrese, İstanbul’daki Sahn-ı Seman medreseleri kurulduktan sonra bile bir müddet daha önemini korumuştur. Fatih Sultan Mehmet, bu Üçşerefeli’nin yanında bir medrese yaptırarak, bir müderrise verilen 100 akçe yevmiyeyi iki müderrise vermek suretiyle babasının kurumunda değişiklik yapmıştır.

“II. Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra buradaki kiliselerden sekizim medreseye tahvil ederek bunlardan birinin müderrisliğim Bursa’da elli akçe ile Muradiye müderrisi olan Mevlana Alauddin Tusîye, diğer ikisinin müderrisliklerim Bursalı Hoca-zade ile MevlanaAbdülkerim’e verip diğerlerine de medresesi Zeyrek Camii denilen Pantokrator manastırının bulunduğu mahal olup buradaki kırk hücre yani odanın her birinde bir yani kırk medrese talebesi (softa) vardı.”

Sahn-ı Seman, Fatih Sultan Mehmed’in en önemli eserlerinden biridir. Fatih’in kendi adıyla anılan camiinin Doğu ve Batı taraflarında yaptırılan sekiz medreseye havidir. Bu medreselerin programlarım tarihî rivayetlere göre Mahmud Paşa ile meşhur astronomi bilgini Ali Kuşçu tertip etmişlerdir. Sekiz medreseden her birinin 19 odası vardır. Sekiz medreseden her birine birer muid (müzakereci asistan) verilirdi. Muidler, medrese talebelerinin hem emniyetlerinin temini ile hem de müderrisin okuttuğu dersin müzakeresiyle meşgul olurlardı. Muidler, talebelerin en liyakatli olanları arasından seçilirlerdi.

Fatih Sultan Mehmet, zamanında ıslah edilen medreselerin modem eğitim teşkilatları ile kıyaslanabileceği kolaylıkla görülebilir.

Fatih Sultan Mehmet, Sahn medreselerim klasik tahsil için yeterli görmediğinden Sahn’ın dışarısına ve yine camiin şimal ve cenup taraflarına sekiz medrese daha yaptırtmıştır. Tetimme adı verilen bu medreseler, küçük ve kubbesizdirler. Bu medreselerde talebeler için sekizer oda ayrılmıştır. Ancak burada üç talebeye bir oda verilirdi. Tetimme medreseleri, Sahn medreselerinde okuyacak talebeyi hazırlar. Bir nevi idadi şeklindedir. Buradaki idadi tabiri şimdiki lise karşılığı değil hazırlayıcı demektir. Medrese tahsilinin ilk dersleri buralarda öğretilir. Talebeyi müderrisler okutur, müderrislerin yardımcılarına da muid denir. Muidler, Tetimme’deki talebelere ders verirler.

İstanbul’da Sahn-ı Seman ve Musila-i Sahn yani Tetimme medreseleri yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içindeki medreseler de yeni bir teşkilata tabî tutuldu. Böylelikle medreseler, aşağıdan yukarıya Haşiye-i Tecrid, Miftah, Kırklı, Hariç, Dahil, Sahn-ı Seman ve Altmışlı olmak üzere yediye çıkmıştır.

Osmanlı eğitim sisteminin temelini teşkil eden bu medreselerde XV. ve XVI. asırlarda hangi ders ve kitapların ne ölçüde okutulduklarım kesinlikle söyleyebilmek güçtür. Ancak Mecdî’deki bazı otobiyografilerden ve kanunnamelerden edinilen bilgiye göre şu temel ilimler ve kitaplar okutulmuştur:

Haşiye-i Tecrid Medreselerinde:

1- Belagat: Mutavvel;

2- Kelam: Haşiye-i Tecrid,

3- Fıkıh: Şerh-i Feraiz, ders ve kitapları takip edilir.

Miftah Medreselerinde:

1- Fıkıh: Tenkili ve Tavzih,

2- Belagat: Şerh-i Miftah,

3- Kelam: Haşiye-i Tecrid

4- Hadis: Mesabih, ders ve kitapları okutulur.

Kırklı Medreselerinde:

1- Belagat: Miftahu’1-ulüm,

2- Usul-i Fıkıh: Tavzih (Teftezanî),

3- Fıkıh: Sadru’ş-şeria (Ubeydullah b. İshak), Meşarik,

4- Mesabih (Bagavî) gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Hariç Medreselerinde: (Elli medreselerdendir)

1- Fıkıh: Hidaye

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf,

3- Hadis: Hadis (Bagavî) gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Dahil Medreselerinde: (Bu medreseler de elli medreselerdendir).

1-Fıkıh: Hidaye,

2-Usul-i Fıkıh: Telvih,

3- Hadis: Buharî,

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavî, gibi ders ve kitapları takip edilir.

Sahn-ı Seman Medreselerinde:

1- Fıkıh: Hidaye,

2- Usul-i Fıkıh: Telvih ve Şerh-i Adüd,

3- Hadis: Buharî

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavî, gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Altmışlı Medreselerinde:

1- Fıkıh: Hidaye ve Şerh-i Feraiz,

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf,

3- Hadis: Buharî,

4- Tefsir: Keşşaf,

5- Usul-ı Fıkıh: Telvih gibi ders ve kitaplar okutulur.

Bu medreselerde sözü edilen derslerden başka, yüksek ilimler sınıfından kabul edilen: Mantık, lügat, nahiv, hendese, hesap, heyet, felsefe, tarih ve coğrafya okutulur. Bunlar ilm-i Kur’an, ilm-i hadis ve ilm-i fıkıh tahsiline vasıta olan ilimlerdir. Hendeseden, Allame Şemseddin Semerkandî’nin (ol. 1209) Eşkalil’t-Te’sisi; hesaptan, Risale-i Bahîye diye ün kazanan bir hesap kitabiyle Ali Kuşçu’nun Fatih Sultan Mehmed’e takdim ettiği Risale-i Muhammedîyesi: Heyetten, Cagmînî’nin El-Mülahhası ile yine Ali Kuşçu’nun Arapça olan Risale-i Fethiye isimli eserleri okutulmuştur.

Felsefe ve ilm-i hikmet sahasında Şemseddin Molla Fenarî, Kadı-zade-i Rumî, Hoca-zade, Ali Kuşçu, Müeyyed-zade Abdurrahman, Mirim Çelebi, İbni Kemal ve Kınalı-zade Ali Efendi’nin eserleri XVI. asrın sonlarına yakın zamana kadar medreselerimizde okutulmuştur.

Mantık sahasında ise; şerh-i şemsiye, şerh-i îsagoci mufassal olarak şerh-i methali ile bunlara ait tasdikat, tasavvurat ve müteaddit şerhler okunurdu.

Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında da medrese teşkilatında değişiklikler yapılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları kazanılan zaferler dolayısıyla genişlemiştir. Gittikçe genişleyen bir imparatorluk için daha ziyade doktora ve memleketin imar edilmesi için birçok mühendise ihtiyaç vardı, îşte bunun için Kanunî Sultan Süleyman kendi adım alan caminin civarında tıp ve riyaziyat tahsili için bir takım medreseler yaptırtmıştır. Bilhassa bütün doktorlar için bir tıp medresesi ile bu medresenin yanında Darüşşifa denilen bir hasta hane yaptırtmıştır. Ayrıca caminin kıble tarafında Darü’l-hadis Medresesi de yaptırılmıştır. Ayrıca caminin kıble tarafında Darü’l-hadisMedresesi de yaptırılmıştır. Bunlardan başka vakfiyede Kur’an-ı Kerim talimi ve namaz usul ve kaidelerim öğretmek için bir mektup ile bir de kütüphane yaptırılmıştır.

Birtakım medreseler Süleymanîye Medresesi’nin idadisi durumundadır. Bunlara Musile-i Süleymaniye adı verilir, İptiday-i Dahil ve İptiday-i Hariç medreselerim bitiren bir talebe tabiiyat, arziyat ve tababet gibi aklî ilimler tahsil edecekse Musile-i Süleymaniye’ye; Arap edebiyatı, kelam ve fıkıh gibi şer’î ilimler öğrenecekse Fatih Tetimmelerine girerdi.

Böylece Osmanlı medreseleri biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat öğrenimim yapan Fatih’in kurduğu Sahn-ı Seman, diğeri fen ve tıp ilimlerinin öğretildiği Süleymaniye olmak üzere iki gruba ayrılıyordu.

Bir medrese talebesi, tahsiline Haşiye-i Tecrid medreselerinden başlar ve çeşitli hocalardan ders alır. Nihayet Hariç ve Dahil medreseleri derslerim gördükten sonra isteyen Sahn-ı Seman veya Sahn-ı Süleymaniye medreselerine devam eder ve burayı bitirince diploma verilir. Yüksek tahsilim tamamlayan müderris adayı, müderrislik veya kadılık almak için nevbet bekler.

Buraya kadar durumlarını bildirdiğimiz Osmanlı medrese teşkilatında XVI. asırdan itibaren gerilemenin başladığı görülür. Medreselerde bu tarihten sonra ilmî hürriyet kalkmış, iltimas işe karışmaya başlamıştır. Önceden müderris, doçent ve asistan olabilmek için ehliyetli bir şekilde ilme sahip olmak gerekirken bu asırdan itibaren ilmî yetki arka plana itilip, iltimas ön plana alınmıştır. Medreselerdeki bu ilmî çöküşü (müsbet ilimlere karşı olan ilgisizliği), o devrin bilginlerinden Katip Çelebi (1609-1657), Koçi Bey (17. Yüzyıl), Koca Sekbanbaşı (l9.yüzyıl) gibi düşünürler görmüş ve durumu devlet büyüklerine bildirmişlerdir. Ama bunları dinleyen bile olmamıştır.

Daha sonraları yüksek dereceli ulemanın çocuklarına imtiyazlar veriliyor. XVIII. yüzyılın ilk yarısında ve III. Ahmed (1703-1730) zamanında imtiyazlı ulemanın iyi öğrenimgörmeyen çocuklarına sakal bırakmaları emredilip bir nevi bu bilgisizlikleri gizlenmeye çalışılmıştır.

İlk zamanlarda eğitim merkezleri olan medreselerde hiç olmazsa dinî ve Arabî ilimler alanında bilginler yetiştirdi. Ama Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra bütün devlet teşkilatında baş gösteren karışıklık ve kötü idare yukarıda da bahsedildiği gibi medreselere de girmiştir. Artık medreseler; her türlü bilgisizliğin, kıskançlığın, iltimasın ve rüşvetin merkezi haline gelmiştir, kısacası bu sıralarda medreseler, aklî düşünceyi geri plana ittiğinden Batı dünyasının hemen her gün yeni bir keşifle gelişen ve her alanda devrim meydana getiren ilmî çalışmalardan habersiz bir bilgisizlik yuvası durumundadır.

KORLAELÇİ:

d. Batıyla İlk İlişkiler (s. 190)

Batıyla ilk ilişkilerimizi; önemli noktaları ile belirtmek, pozitivizmin Türkiye’ye girişi anındaki fikir hayatımız gözler önüne sermekte önemli bir rol oynar. Bu bakımdan fazla detaya girmeden bu ilişkileri belirtemeye çalışacağız.

Batı ile ta Haçlı Seferleri zamanında başlayan sıkı bir ilişkiye rağmen Ahmet III. (1703-1730) devrine kadar fikir ve sanat yahut örf ve adet hususunda bir tesir söz konuşu değildir. Avrupa’yla ilgili gözleme dayanan ilk önemli eser Evliya Çelebiye aittir. Evliya Çelebi Avrupa’ya Kanunî devrinin büyüklüğüne uygun bir tavırla bakar. Onun nazarında Avrupa gıpta edilecek bir ülke değildir. Fakat Ahmet III’ün elçisi 28 Çelebi Mehmet Efendi 1721′de gittiği Paris’i Evliya Çelebiden farklı bir gözle inceler. Padişaha sunduğu sefaretnamesinde batının üstünlüklerini belirtir. Bu sefaretnamede batının üstünlüklerim belirtir. Bu sefaretnamede birçok plan ve programa da işaret edilir.

Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Efendi’nin Paris’ten getirdiği planlar Osmanlı yüksek tabakası arasında büyük bir ilgi görür. Bu plana göre yapılan köşk ve lale bahçeleri arasında yüksek kesim yeni dünya zevkini tadar. Bu devirde zihniyet farkının elverdiği ölçüde Fransız ve Avrupa modaları ülkemize girer. İstanbul’daki yabancıların hayatı serbestleşir bunların etrafındaki kitle arasında yavaş yavaş batı gelenek ve görenekleri taklit edilir. “1775′de İstanbul’a gelen Baron de Ton, kansının ziyaretine gittiği bir sultan sarayında -Ahmet III’ ün kızı- bütün bir Fransız dekorunu hazır bulduğunu söyler.”

Ahmet III. devrinin en önemli yenilik hareketlerinden biri 28 Mehmet Celebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin, aslen Macaristanlı olan Müteferrika İbrahim Efendi ile 1727 Temmuz’unda ilk Osmanlı matbaasını kurmalarıdır. Devrin Şeyhülislamı Abdullah Efendi’nin fetvası ile lügat, mantık, heyet, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp ve felsefeye dair kitapların basılmasına izin alınır. Bu matbaada ilk olarak 16. asrın son devri alimlerinden Vanlı Mehmet bin Mustafa’nın telifi olan Sıhah-ı Cevheri isimli lügatin çevirişi basılır. Vankulu Lügati diye isimlendirilen bu lügat 1729′da bin nüsha olarak tabedilir. Bundan sonra “İbn Arab Şah Tarihi”, Aristo -Gazali fikirlerinin bir nevi özeti sayılan “Usulu’l-Hikem fi Nizam’il-Alem”, Katip Celebi’nin “Tuhfet’ul-Kibar” adlı eseri v.s. basılır.

1699 Karlofça antlaşmasıyla Avrupa’nın askerlik ve teknik yönünden üstünlüğü ortaya çıktıktan sonra Osmanlı yönetiminde ordu ve askerî tekniğin yenileştirilmesi söz konuşu olur. Mustafa III. (1757-1773) devrine kadar sadece bazı dağınık teşebbüslerden ibaret olan ordunun batı esaslarına göre ıslahı meselesi bu devirden sonra önemli bir problem haline gelir. Baron de Tott adlı aslen Macar olan bir Fransız ajanı bu hususta hükümdara yardım eder. Topçu ocağım ve tophaneyi ıslah eden Baron ve Tott yeni açılan mühendis hanede dersler verir. Bu dersler Avrupa ilim ve tekniğiyle resmî ve alenî ilk temasımız olur. Selim III. (1789-1807) zamanında batıyla ilişkiler daha da artar. Yeni kurulan Nizamı Cedid ocağının talim ve terbiyesi için Fransa ve İsveç’ten birçok subay, mühendis ve teknisyen getirilir. Paris, Londra, Viyana ve Berlin gibi başlıca Avrupa devletleri başkentinde daimî elçilikler kurulur.

Bu yapılan yenilikleri Avrupa umumi efkarına duyurmak için “İngiliz” lakabı ile bilinen Mahmut Raif Efendi “Tableaux des Nouveaux Reglements de l’Empire Ottoman” isimli eseri, Mühendis hane hocalarından Seyyid Mustafa Efendi de “Dietribe de l’îngenieur Sur l’etet Aetuel de l’art Militaire du genie et des Science a Constantinople” isimli eseri yazarlar. Bu iki eser bir Türk tarafından, lisanı anlamamakla beraber takib edilir. Bu oyunları seyreden aileler ecnebileri taklide çalışır ve onların muhitine girmeğe uğraşır.

Mahmut II. (1808-1839) devrinde birçok yenilik hareketleri yapılır: 1826′da Yeniçeri Ocağına son verilir. Sadrazam Başvekil unvanım alır. Memurlar için rütbe ve nişan kabul edilir, tiler merkeze bağlanır, îlk olarak askerî amaçlarla nüfus sayımı yapılır, tik defa posta ve karantina servisleri kurulur. Kılık kıyafet alanında değişiklikler yapılır. Memurların fes giymeleri kabul edilir. Mahmut II’ nin resimleri dairelere asılır. Yapılan bu yenilikler siyasî bir reforma zemin hazırlar. Bütün bu yenilikler 1839′da Tanzimat hareketi olarak ortaya çıkar.

Tanzimat Fermanım hazırlayıp Padişah Abdülmecid’e kabul ettiren Mustafa Reşit Paşa’dır. Reşit Paşa Londra ve Paris elçiliklerinde bulunduğu sırada bu devletlerin birçok yetkilileri ve düşünürleriyle fikir teatisinde bulunur. “Hatta Kral Lui Filip’in oğullarından Prens Dejunuvil ile mülakatında diğerlerine verdiği teminatı ona da vermiş ve her halde Osmanlıların temeddüne (medenileşme) müsteid olduklarını bilbeyan Tanzimat-ı Hayriye gibi bir beyanın kariben intişar edeceğim suret-i katiyyede vadeylemiştir. Prens ise Paşa’nın bu iddiasını cerh ederek bunun ademî imkanım ileri sürmekle Paşa, öyle bir şeyin vukuunda med’uvven (davetli olarak) hazır bulunup bulunmayacağını sormuş ve Prens dahi davete icabet edeceğine söz vermiştir. Filhakika 1255 senesi Şabanın 26. günü Reşit Paşa tarafından Gülhane Tanzimatı Hayriye hattı hümayunu kıraat olunduğu zaman müşarun ileyh Prens meduvven hazır bulunmuş akıl ve dirayetine hayran olduğu Reşit Paşa’yı taltifen, kırsalı hattı müteakip (ey Türkler, siz bu zat için bir heykel dikmelisiniz. Bunu yapmazsanız alemi medeniyet sizi küfran-ı nimetle itham eder diye haykırmıştır.” Bu durum Tanzimat Fermanının hangi şartlar altında nasıl hazırlandığım açık olarak gösterir.

Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı Gülhane Hattı Hümayunu, Fransa medenî kuruluşlarından ve kanunları arasından Osmanlı dinine, geleneklerine ve mizaçlarına uygun düşenlerin seçilmesiyle meydana getirilmiştir. Bu Hümayun 1789′da Paris’te ilan edilen 17 maddelik insanların Tabiî Hakları Beyannamesi’nin bir nevi noksan taklididir. Ziya Paşa’ya (1825-1880) göre, Tanzimat-ı Hayriyye’nin icrasında Mustafa Reşit Paşa’nın yaptığı bazı işlerden Padişah Abdülmecid memnun olmaz. Hırka-i Saadete girdiği bir gün Daire-i Mübarekenin arka tarafına doğru yürüyüp ağlayarak “beni bu adamın elinden kurtar, diye Cenab-ı Rasulü Kibriya’ya niyaz ederek başını duvara vurur.”

Tanzimat (1839-1876), Osmanlı împaratorluğunun Batı dünyası tesirine resmen açıldığı ve bu tesirlerin devlet erkanınca kanunlaştırılmaya çalışıldığı bir devirdir. Tanzimatla birlikte Avrupa’ya kesin olarak açılan Osmanlı imparatorluğu daha ziyade Fransa’nın tesirinde kalmıştır. Fransa’ya gönderilen öğrencilerin bu hususta rolü büyüktür.

Mustafa Reşit Paşa’nın Sadrazamlığı esnasında 1849′da Avrupa’ya gönderdiği öğrencilerden Şinasi, tahsil dönüşünden sonra Paşa’nın yardımıyla Meclis-i Maarif üyeliğine getirilir. Bu arada Şinasi Tercümanı Ahval, (1860) sonra Tasviri Efkar gazetesini (1863) çıkarır. Bu gazete yazdığı devlet aleyhtarı bir yazıdan dolayı memuriyetine son verilir. Bunun üzerine gazetesini Namık Kemal’e bırakarak Paris’e kaçar. Beş yıl kaldığı Paris’te birtakım lisan çalışmaları yapar. Bu arada meşhur pozitivistlerle, Emil Littre ve Ernest Renan, dostluk kurar. Yeni edebiyatımızın babası sayılan Şinasi’nin pozitivistlerle ilgili kuruşu edebiyatımızın pozitivizme açılan bir kapı olmasını sağlar. Zaten Osmanlılarda Fransız edebiyatında pozitivizmin doğurduğu realizme hakimdi. Yalnız o anlarda Fransız realizminden değil romantizminden çeviriler yapılır. Bunun sebebini araştırmacılara bırakıyoruz. “Tanzimat edebiyatına Şinasî ile giren ve Namık Kemal ile iyice yerleşen Fransız tesiri, Abdulhakhamit’le semerelerim vermeğe başlar.”

A. Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya gönderdiği mektup, Şinasi’nin Emil Littre ve Ernest renan dostluğu ile devam eden ilişkiler Mustafa Reşit Paşa’dan sonra yenilik hareketleri için büyük uğraşı veren Midhat Paşa’da (1822-1884) görülür. Abdülhamit II.nin 1876′da I. Meşrutiyeti ilan etmesinde büyük rol oynayan Midhat Paşa bu idarede Sadrazam olur. Midhat Paşa’nın Sadrazamlığı sırasında 23 Aralık 1876′da Kanun-u Esasî Beyazıt Meydanında ilan edilir. Fakat bu sadrazamlık çok sürmez. Abdülhamit II. Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle 1877′de Meclisi fesheder. Kanunu Esasinin 113. maddesi gereğinde Midhat Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek yurttan uzaklaştırır. Sürgün edilen Midhat Paşa Brindizi’ye oradan da Napoli ispanya yoluyla Fransa’ya gider. Bir müddet Paris’e yerleşen Midhat Paşa çalışmalarım burada devam ettirir. Türk politika tarihinde önemli bir doküman olan “Türkiye, Geçmişi, Geleceği” (1878) isimli eserini Paris’te yayınlar. Burada iken önemli Fransızlarla görüşür ve özellikle Paris pozitivistler toplumuna bir de nutuk verir, Paris’te iken Mithat Paşa’ya pozitivizmin direktörü Pierre Laffitte birçok dostu ve öğrencileri ile birlikte refakat eder. Onlara göre Mithat Paşa, Mustafa Reşit Paşa’nın eserini devam ettirecek güçtür.

AKGÜN:

Batıyla İlk İlişkiler (s. 79)

Batı ile ilişkilerimizi; bazı yönleriyle belirtmemiz, materyalizmin Türkiye’ye girişi sırasındaki Türk fikir hayatımızı kolaylıkla anlamamıza yardımcı olacaktır. Ancak muhtevası oldukça geniş olan bu konuya fazla ayrıntılara girmeden açıklamaya çalışacağız.

Türklerin Batı ile ilk temasları, Anadolu’ya yerleşmeleriyle başlar. Malazgirt Savaşı kazanıldığı sıralarda Akdeniz ticaretinde büyük rol oynayan Venedik ve Cenevizliler vardı. Ama bugün batılı dediğimiz toplumlarla olan asıl ilişkilerimiz Haçlı seferlerinin başlamasıyla olur. Aşağı yukarı iki buçuk asır kadar süren savaşlar sırasında her iki tarafın da birbirlerini tanımak imkanım buldukları muhakkaktır. Ancak bu münasebetin derecesin! Tespit edebilme imkanı yoktur.

XIII. yüzyılda Haçlı seferlerinin duraklaması ve İstanbul’da kurulmuş olan Latin imparatorluğunun (1204-1261) yıkılması üzerine Batı toplumlarıyla ilişkilerimiz önemli bir safhaya girer. Venedik ve Ceneviz rekabeti devamlı savaşlara yol açmaktadır. Bu devirde yeni kurulmuş olan Osmanlı Hükümeti Anadolu’nun batısında Bizans’a karşı tamamladığı fetihlerim Rumeli’ye nakleder. 1453′de İstanbul’un alınmasından sonra Karadeniz sahillerinin de fethi işlemi tamamlanır. Böylece Akdeniz’in kuzeyindeki Ceneviz hakimiyeti sona erer. Suriye ve Mısır’da kendisine geniş bir ticaret ve nüfuz alanı temin etmiş olan Venedik; elinde bulundurduğu Kıbrıs ve Girit sayesinde önemli bir deniz imparatorluğu özelliği korumaktaydı. Ama ticari menfaatleri için imparatorlukla uyuşmak zorundaydı, İşte Türklerin temasta bulundukları ilk batılı kavimler birer İtalyan sitesi olan Venediklilerle Cenevizlilerdir.

İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra Avrupa’da Rönesans hareketleri başlamıştır. Güzel sanatlar, ilim ve fen alanları ile bütün toplumsal ve siyasî kuruluşlar gittikçe bu hareketten etkilenmişlerdir. Böylece Osmanlı imparatorluğunun siyasî teşekkülü karşısında; yeni sanatla, yeni fenle ve yeni teşkilatla mücehhezlenmiş devletler doğmuştur. Bacon’la (Francis Bacon: 1561-1626) başlayan ilmî hareketler

tabiat kudretlerinden insanların azamî ölçüde faydalanma imkanım hazırlamıştır. Kağıt ve matbaanın keşfiyle fikirler ve hisler kolaylıkla yayılma imkanım bulmuştur. İşte Avrupa’da Rönesans sağladığı bu imkanlardan faydalanarak maddî ve manevî sahada üstün güçlere sahip olan Rusya, Prusya, Avusturya, Fransa vs. gibi devletler ortaya çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu bu yeni devletlerle yaptığı her savaşta artık topraklar alarak değil ülkeler bırakarak gerilemeye başlamıştır. 1683′te İkinci Viyana kuşatmasının yenilgiyle neticelenmesi suretiyle tahakkuk eden Avrupa üstünlüğü Osmanlı İmparatorluğu zor durumda bırakmıştır. Çünkü Viyana yenilgisi Avrupa devletlerine Osmanlı İmparatorluğunun zaafım göstermiştir.

18. yüzyılda yeni hayat şartları yaratmaya başlamış olan Avrupa devletleri karşısında; ilmî hayatı durmuş, iktisadî düzeni ve istihsal kuvvetleri birbiri peşinden gelen savaşlar ve isyanlarla alt üst olmuş, bir çok sahalarda tekamülün mucizesin! unutmuş bir Osmanlı imparatorluğu bulunmaktaydı.

Batıyla Haçlı seferleri zamanında başlayan sıkı münasebete rağmen III. Ahmet devrine kadar ne örf ve adette, ne de fikir ve sanat alanlarında doğurucu kıymetlere sahip bir tesir bulmak mümkün değildir. Avrupa île ilişkilerimizi gözlemlerine dayanarak anlatan ilk önemli vesika. Kara Mehmet Paşa’nın sefaret heyetiyle Viyana’ya gitmiş olan Evliya Çelebi (17. yüzyıl)’nindir. Evliya Çelebi, Viyana’da bizimkinden başka bir alem gördüğünü; oradaki ordunun itaatli ve muntazam olduğunu, bizimkinden çok daha iyi düzenlenmiş bir tahkimat sistemi bulunduğunu bildirmektedir. Oysa III. Ahmet’in sefiri 28 Çelebi Mehmet Efendi (18. yüzyıl), 1721′de gittiği Paris’i Evliya Çelebi’nin Viyana’yı anlatışından farklı bir şekilde anlatır.

28 Çelebi Mehmet Efendi, padişaha sunduğu sefaretnamesinde Avrupa’da gördüğü yeniliklerden bahseder. O, gördüklerim adeta yeni bir dünya keşfetmiş gibi takdir ve hayranlıkla anlatır. Yeni teknikleri, ilim kurullarım, askerî okulları, hasta haneleri, rasathaneyi, teşrihhaneleri, limanları, karantina usulünü. hayvanat bahçelerim, park, tiyatro ve opera gibi hiç bilinmeyen eğlence yerlerim anlatır.

Bu devirde zihniyet farkının müsaade ettiği ölçüde bazı Fransız ve Avrupa modaları memleketimize girer. İşte hu müsamaha ile İstanbul’daki yabancıların da hayatı serbestleşir. Onların çevresindeki kitle arasında yavaş yavaş Batı gelenek ve görenekleri taklit edilir. Baron de Tott, 1775′te İstanbul’a gelmiş ve karısının ziyaretine gittiği bir sultan sarayında (III. Ahmet’in kızı) bütün bir Fransız dekorunu hazır bulduğunu söylemiştir.

28 Çelebi Mehmet Efendi, Paris’e giderken oğlu Said Mehmet Efendi’yi de beraberinde götürmüştür. Said Mehmet Efendi, Paris’te matbaaları gezerek az zamanda binlerce eseri basıldığım görmüştür. Said Mehmet Efendi, İstanbul’a dönüşünde bu iş için aslen Macaristanlı olan Müteferrika İbrahim Efendi (1674-1745), ile görüşüp bu hususta müştereken bir matbaa tesisi için Vezir-i Azanı İbrahim Paşa’ya (1662-1730) müracaata karar vermişlerdir. Bu maksadı izah etmek için tarafından Müteferrika İbrahim Efendi tarafından matbaanın önemine dair Vesilet-üt Tıbaa ismiyle bir risale yazarak dilekçeleriyle Sadr-ı Azama takdim etmişlerdir.

Said ve İbrahim Efendi’ler risale ve dilekçelerinde; yangınlar ile isyanlardaki yağmalar sebebiyle bir çok eserin mahvolduğunu, mevcut yazma eserlerin de hattatların dikkatsizliğinizden dolayı yanlış yazıldığım ve ayrıca medrese talebelerinin eser tedarikinde güçlükler çektiklerim beyan ederek kitap basımına izin verilecek olursa bu çeşit mahzurların ortadan kalkacağım bildirmişlerdir. Damad İbrahim Paşa da müracaatı bir encümen huzurunda incelettirerek uygun buluyor ve müteşebbisleri teşvik ediyor. Nihayet mevzuu, şer’î mütalaası alınmak üzere, Şeyhülislam Abdullah Efendi’ye havale edilir.

Şeyhülislam, ulemanın muhtemel itirazlarım önlemek için bazı dinî kitaplar hariç olmak üzere, lügat, mantık, heyet, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp ve felsefeye dair telif edilmiş olan eserlerin basılmalarında mahzur olmadığı hususunda fetva verir, işte III. Ahmet zamanının en önemli yenilik hareketlerinden biri matbaanın karalanmasma dair padişahın iznini ihtiva eden ferman çıkar. Böylece matbaanın kadından tam 370 sene sonra yani 1727 temmuzda Osmanlı matbaası kurularak Türce eserler basılmaya başlanır.

“Bu matbaada ilk basılan kitap, XVI. asır sonları alimlerinden Vani Mehmed Bin Mustafa’nın telifi olan Sıhah-i Cevherî isimli lügatin tercümesidir; bu lügat, Vankulu Lügati diye meşhur olup 1141 Recep bacında (31 Ocak 1729) bin nüsha olarak basılmış ve ciltsiz olarak otuz beş kurusa satılması muvafık görülerek İstanbul kadısına o suretle hüküm gönderilmiştir.

Bunlardan başka; Katip Çelebi’nin denizciliğe ait olan Tuhfet-ül-Kibar fi esfar il bihar, İbrahim Müteferrikanın tercüme ettiği Tarih-i Seyyah, yine İbrahim Müteferrikanın Aristo ve Gazalinin fikirlerinin bir çeşit özeti olan Usul-ül-hikem H Nizam-il-alem isimli eserleri basılmıştır. Ayrıca İbrahim Müteferrikanın Füyuzat-ı Mıknatısiyye, Katip Çelebi’nin Cihannüma ve Takvim-üt-Tevarih ve Naima Tarihi gibi eserlerin de Müteferrika Matbaasında basımı yapılmıştır.

1699 yılında imzalanmış olan Karlofça antlaşması ile Batı kültürünün askerlik ve teknik bakımından üstünlüğü ortaya çıkıyor. Bu sebeple hükümdar ve bazı vezirler Osmanlı ordusunun askeri tekniğim yenileştirme ihtiyacım hissediyorlar.

III. Mustafa (1757-1773) devrinin yenileşme hareketimizde çok önemli bir yeri vardır. Çünkü o zamana kadar sadece bazı dağınık teşebbüslerden ibaret kalan ordunun Batı esasına göre düzenlenmesi fikri bu devirden sonra devamlı ve esaslı bir mesele durumunu alır. Baron de Tott isimli Macar asıllı bir Fransız ajanı padişaha bu hususta yardım eder. Süratçi ocağının teşkili, yeni icat edilen topların kullanılması, tophanenin ıslahı ve Mühendishane mektebinin kurulması hep bu devrin yeniliklerindendir. Bilhassa Mühendishane mektebi sayesinde, memlekette riyazi bilgiler alanında yeni ve önemli bir hareket olmuştur. Baron de Tott’un Mühendishane mektebinde verdiği dersler; bizim Avrupa ilim ve tekniğiyle açık bir şekilde ilk temasımızdır.

III. Selim (1789-1807) zamanında Batıyla olan münasebetlerimiz yoğunlaşır. Çünkü yenileşme ve kuruluşlarımızı Avrupalılaştırma fikrinin yerleşme zamanı bu on sekiz senedir. II. Selim’deki batılılaşma fikri şehzadeliği zamanında Fransa kralı XVI. Louis ile kurduğu münasebete ve ayrıca III. Mustafa ile I. Abdulhamid (1774-1789) devirlerindeki yenileşme fikirleri ile yetişmesine bağlıdır, ilk iş olarak Yençeri ocağının yanında Avrupa usulleriyle eğitim gören yeni bir ordunun kurulması hususu ele alınır. Aynı zamanda bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için batılıların fennî harp kitaplarının getirilmesi işiyle alınır. Bu suretle yapılacak işler için bir taraftan dışardan ve içerden fikirler alınırken, diğer taraftan da batılı devletlerden (Fransa, İngiltere. İsveç ve Prusya’dan) kara ve deniz orduları için uzmanlar istenir. Ayrıca bazı Avrupa devletlerinde sefirlikler ihdas edilir ve başta Londra olmak üzere Viyana, Berlin ve Paris’e elçiler gönderilir.

Yüksek tabakanın gösterdiği ilgi dolayısıyla kadrosu serbestleşen ecnebî hayatı yavaş yavaş halkımızın arasında bazı yabancı modaların sızmasına yol açar. Bilhassa XVII. yüzyıldan itibaren Batının etkisinde kalan ve çocuklarım Viyana veya Venedik’te tahsile göndermeye başlayan müreffeh azınlık arasında Avrupa gelenek ve görenekleri rağbet kazanır. IV. Mehmet (1648-1687) devrinde Fransız sefarethanesinde amatörler tarafından anlar anlamaz seyreden zengin aileler, bu sefer Beyoğlu’nda ve Boğaziçi’nde Tarabya veya Büyükdere’de gördükleri yabancıları taklit etmeye başlarlar. Onların muhitlerine girmeye heves ederler.

II. Mahmut (1808-1839) devrinde yenilik hareketleri yoğunluk kazanır. Osmanlı tarihinde bazı olayların çıkmasında önemli rol oynayan Yeniçeri ocağı 1825′de kaldırılır. III. Selim (1789-1807) zamanına kadar uygulanan Meşveret meclisinden farklı nitelikte olan üç meclis II. Mahmut devrinde kurulmuştur. Bu üç meclis; hükümet şurası, adliye işleri yüksek meclisi ve askeri şura dairesidir. Sadrazamlık, hükümdarın mutlak vekili olmaktan çıkarılarak Başvekil adım alır. Bakanlıklar kesin olarak birbirlerinden ayrılmalarına rağmen. Dahiliye, Hariciye ve Maliye dışında kalanlar Maarif alanına dahil edilirler. Şeyhülislamlık, hükümet idaresi dışında bırakılarak, Müslüman olmayanların din başkanlarına benzer bir şekilde, İslam milletinin din görevlisi haline getirilir. 1838′de hem ilkokullara öğretmen yetiştirmek, hem de tıbbiye ve harbîyeye okur yazar öğrenci yetiştirmek gayesiyle Rüştiye okulları açılır.

Yeniçeri ocağı kaldırılınca onun yerine Batı esasına dayalı Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurulur. Ayrıca Acemi oğlanlar kışlası yanında iki mektep daha kurulur. Bunlardan biri Askerî Katipler mektebidir, diğeri de Tıbhane denilen mekteptir. Tıbhanenin açılmasından (1827) hemen sonra Cerrahhane adı altında bir okul daha açılır (1828 ya da 1829). Sağlık alanında karantina usulü uygulanmaya başlanır. Daha önceden Türkler arasında çiçek aşısı yapılmasına rağmen hükümdar emriyle uygulanması (1839) II. Mahmut zamanındadır.

Kılık kıyafette de yenilikler yapılır (1828). Bu nizamnamede devletin en büyük memurlarından en küçük memurlarına kadar gerek tatil ve gerekse resmî günlerde giyecekleri elbiseler tespit edilmiştir. Nizamnamede, esnaflar yer yer almamaktadırlar. Gaye devlet memurlarına şekil vermektir. Memurların fes giymeleri kabul edilir. İşte II. Mahmut zamanında yapılan bütün bu yenilikler Tanzimat’ın ilanını hazırlamıştır.

            Tanzimat Fermanı, 1789′da Paris’te ilan edilen ve 17 maddeden ibaret olan İnsanların Tabiî Hakları Beyannamesi’nin yarım asır sonra yapılmış eksik bir taklididir. Bu fermanı padişaha kabul ettiren de Batıyı iyi tanıyan ve Fransız inkılabım yakından tetkik eden Mustafa Reşit Paşa’dır. Mustafa Reşit Paşa, Londra ve Paris elçiliklerinde bulunduğu sırada bu devletlerin siyasî kadro ve düşünürleriyle fikir alış verişinde bulunmuştur. Hatta Kral Lui Filip’in oğullarından prens Dajunuöil ile de mülakatında diğerlerine verdiği teminatı ona da vermiştir. Osmanlıların medenîleşmeye istidatlı olduklarım bildirip Tanzimat gibi bir beyannamenin yakın bir tarihte intişar edeceğim kesin bir şekilde vaad etmiştir. Prens ise Paşa’nın bu iddiasını çürütmüştür. Paşa, bunun imkan dahilinde bulunduğunu, böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumunda davetli olarak bulunup bulunmayacağım ondan sormuş, o da davete icabet edeceğine söz vermiştir. Gerçekten 1255 senesi Şaban’ının yirmi altıncı günü Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Tanzimat-ı Hayriye Hattı Hümayunu okunduğu zaman adı geçen Prens daveti olarak hazır bulunmuş, akıl ve dirayetine hayran olduğu Reşit Paşa’yı taltifen, Hattı okuduktan sonra “ey Türkler, siz bu zat için bir heykel dikmeksiniz. Bunu yapamazsanız alem-i medeniyet sizi küfran-l nimetle itham eder” demiştir. Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat’ın ilan edilmesinin memleket için faydalı olacağım Sultan Abdülmecid (l. Abdülmecid, 1839-1861)’e kabul ettirir. Böylelikle Tanzimat Fermanı 1839′da ilan edilir. Yukarıdaki durum bize Tanzimat’ın nasıl ilan edildiğim göstermektedir.

            1839 Tanzimat Fermanı Osmanlı İmparatorluğunun Batı dünyası tesirlerine resmen açıldığı, bu tesirlerin devlet eliyle ve kanun yolu ile resmen yerleştirilmeye çalışıldığı devirdir. Tanzimat’la birlikte Avrupa’ya açılan Osmanlı imparatorluğu Avrupa devletleri içinde düşünce hayatı yönünden daha ziyade Fransa’nın tesirinde kalmıştır. Tanzimatçı literatüre, siyasî görüşlerinde, edebî duyuş ve anlayışlarında daha ziyade Fransız literatürü örnek ve rehberlik etmiştir. Fransa’ya gönderilen öğrencilerin bu husustaki rolü oldukça büyüktür.

            Namık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa (1825-1880) çığırının öncüsü Şinasi (1826-1871), Mustafa Reşit Paşa tarafından Fransa’ya gönderilmiştir. Şinasi, Batı kültürünü tanıması ve öğrenmesi için Avrupa’ya gönderilmiştir. Tanzimat hareketine inanan Şinasi, bu devirde önemli bir görev yüklenmiştir. Bu da Tanzimat’ın sadece şeklen getirmiş olduğu yeni ruhu topluluğun esas ve derinliklerine işlemektir. O, bu görevini gerek Tasvir-i Efkar’da herkesin anlayabileceği açık bir dille yazdığı makalelerinde, gerek şiirlerinde, Tanzimat hareketim övmek ve bu hareketin faydalarım belirtmek suretiyle yerine getiriyordu. Şinasi yazılan ile halkla, esirliğin ve bilgisizliğin bir memleketi çökerten ve bu memleketin ilerlemesine engel olan başlıca dertler olduğunu anlatmıştır. Böylece O, memleketi bu dertlerden kurtarmayı gaye edinen Tanzimat hareketinin önemini belirtmiştir.

            Şinasi, Fransa’daki tahsilim tamamlayıp yurda döndükten sonra Meclis-i Maarif azalığına tayin edilir. 1859′da ilk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i Manzume isimli eserini neşreder. 1861′de Agah Efendi (1823-1885) ile birlikte Tercüman-ı Ahval isimli bir gazete çıkarır. O sıralarda eski şiir tarzından ayrı. Batı şiirine doğru yönelişi temsil eden Divan’ı çıkarmıştır. Divanda çıkan “Reşit Paşa” kasidesi Ali Paşa’yı kızdırır. Bu sıralarda Tasvir-i Efkar adındaki gazeteyi tek basma çıkararak fikrî faaliyetlerim sürdürür, İbrahim Şinasi, Tasvir-i Efkar’da hükümet tarafından benimsenmeyecek bir yazışı çıkmasından dolayı Meclis-i Maarif azalığından azledilir.

            Şinasi, bu görevden azledildikten sonra Tasvir-i Efkar’daki faaliyetlerini bırakarak Paris’e kaçar. Paris’e yaptığı bu seyahatinde bir lügat yazmaya çalışır. Ernest Renan’la (1832-1892) tanışır. Luxemburg bahçelerinde Renan’la buluşur ve görüşmelerim sürdürür. Fikrî gelişmelerinde pozitivist Renan’la yaptığı konuşmaların büyük rolü olur.

 İşte bu durum bize Tanzimat sonrasında edebiyatımızın pozitivizme açıldığım gösteriyor. Ama Tanzimat’ın ilanından sonra özellikle romantizm cereyanı bütün ortak yönleriyle bu devrin sanat, edebiyat ve felsefesinden kendini gösterir. Bilhassa Victor Hugo romantizminin edebiyata getirdiği yenilikler ile liberalizm de Tanzimat yazarları tarafından tanınmış ve Tanzimatçı düşünürlerden Namık Kemal bu yeni romantik anlayışın etkisiyle romanlar yazmış, tiyatro eserleri vermiştir.

            “Tanzimat devrinin seçkin gazetecisi, Şinasi’nin teşviki ile Batı dili öğretmen, Batı dünyasının prensip ve ana kavramlarım kaynaklarından okuyup anlayabilen Namık Kemal ve Ziya Paşa, hürriyet, müsavat, adalet gibi o zaman için yepyeni olan kavramları geniş halk kitlelerine yayan, halk hakimiyeti, ferdin tabiî hak ve tabiî hürriyet düşüncesiyle daha sonraki nesiller ve daha sonra gerçekleşen devrimler üzerinde hiç de küçümsenmeyecek tesirler uyandıran iki Tanzimat yazan idiler. Namık Kemal ve Ziya Paşa, bir anayasa yapılması ve hükümdarlık kuvvetinin bir kurulun kontroluna bağlanarak sınıflandırılması amacının gerçekleştirilmesi için kurulmuş olan Yeni Osmanlılar derneğinin üyesi idiler.” Bu dernek üyeleri Ali Paşa tarafından dağıtılıp İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenince her ikisi de idealleri uğrunda savaşmak için Avrupa’ya kaçarak Londra’da Hürriyet isimli bir gazeteyi çıkarmaya başlarlar. Namık Kemal, İstanbul’a dönünce İbret gazetesini yayınlar. O, Hürriyet gazetesinde bilhassa Osmanlı devletinin yeniden düzenlenmesini ilk planda ister. Yazı arkadaşı Ziya Paşada Namık Kemal’in düşüncelerim desteklediğinden Hürriyet, fikir birliği içinde yayınlanmıştır. Namık Kemal, insanların hür bir varlık olduğunu söyler. Her fert. Tanrı tarafından kendisine verilen ve hiç bir zaman ortadan kaldırılamayan bu hürriyet hakkıyla dünyaya gelir.

            “Namık Kemal, Osmanlı Devletine yeniden düzen verirken, III. Napolyon’un kurmuş olduğu ikinci Fransa İmparatorluğunu örnek olarak almayı, onu Osmanlı İmparatorluğunun yapışma ve şeriata uyacak şekilde bazı değişikliklerle memleketimizde de yürürlüğe koymayı öne sürmektedir. Bunda esas kuvvetlerin ayrılması prensibine dayanan meşrutî bir devlet şeklinin kabul edilmesidir.”

            Böylece Yeni Osmanlılarla başlayan meşrutiyet mücadelesi. Ali Paşa’nın düşmesi, Namık Kemal ve arkadaşlarının hazırlamış oldukları elverişli şartlarla yavaş yavaş gerçekleşme yoluna girer, l. Meşrutiyetin ilanı ise Mustafa Reşit Paşa’dan sonra yenilik hareketlerinde büyük rolü olan Mithat Paşa sayesinde gerçekleşir. II. Abdülhamit (1876-1909) özellikle Kanun-ı Esasîye kendi eliyle son şeklini verir. 23 Aralık 1876 sabahı Kanun-ı Esasiyi imzalar ve öğleden sonra l. Meşrutiyet ilan edilir. Ama Padişah II. Abdülhamit, çıkan Osmanlı Rus Savaşı dolayısıyla meclisi fesheder. I. Abdülaziz (1861-1876)’in katledildiği iddiasıyla Mithat Paşa, Meşrutîyetin ilanıyla getirildiği sadrazamlık görevinden alınıpmemleketten sürülür.

            “Sürgün edilen Mithat Paşa Brindizi’ye, oradan da Napoli ispanya yoluyla Fransa’ya gider. Bir müddet Paris’te yerleşen Mithat Paşa, çalışmalarım burada devam ettirir. Türk politika tarihinde önemli bir doküman olan Türkiye, Geçmişi, Geleceği (1878) isimli eserini Paris’te yayınlar. Burada iken önemli Fransızlarla görüşür ve özellikle Paris pozitivistler toplumuna bir nutuk verir. Paris’te iken Mithat Paşa’ya pozitivizmin direktörü Pierre Laffitte bir çok dostu ve öğrencileri ile birlikte refakat eder. Onlara göre Mithat Paşa, Mustafa Reşit Paşa’nın eserini devam ettirecek güçtür.”

KORLAELÇÎ:

Eğitimdeki Yenilik Hareketleri (s. 195)

Eğitimdeki Avrupai yenilik hareketleri ilk defa orduda başlar. Bu durum Mühendishane-i Bahri-i Humayun’un 1773′de açılmasıyla ortaya çıkar. Bu okulun ilk hocası Cezayirli Seyyid Hasan’dır. Bu zat Arapça ve Türkçe’den başka Fransızca, İngilizce ve İtalyanca da bilmektedir.

1792′de Kumbarahane ve 1795′de Mühendishane-i Berr-i Hümayun açılır. Bu sırada Tıphane adıyla bir tıbbiye mektebi inşasına da başlar. Bu okulların basma da Kırımlı Abdullah Ramiz Efendi getirilir. Bu Mühendishanenin hocaları içinde en meşhuru Hoca İshak Efendi’dir. Yabancı dil bilen ve fenci olan bu zatın düşünce tarihimizde büyük bir yeri vardır. Ayrıca Mühendishanenin hocalarından Tamanlı Hüseyin Rıfkı Efendi ile modem matematik öğretimi başlar. 19. yüzyılın birinci yansında Mühendishanenin çalışmaları devam eder. Cambridge Üniversitesi’nde matematik ve fizik tahsil etmiş olan Tamanlı’nın oğlu Emin Paşa modem matematik ilmini yaymaya çalışanlar arasında yer alır. Emin Paşa Fransızca olarak 1840′da mermilere ait bir risale yayınlar.

Mahmut II. (1805-1839) devrinde, Avrupai manada Mekteb-i Tıbbiye açılır. (1826) 1834′de Harbiye Mektebi açılır. Mühendishaneye muallim ve fabrikalara mütehassıs yetiştirilmek üzere Mühendishane hocalarından iki zabit ile on talebe İngiltere’ye gönderilir. 1834 de Mızıka-i Ulum-u Edebiye (1839) gibi orta dereceli okullar açılır. Rüştiyeler 1923 inkılabına kadar yaşar, bundan sonra ilk mekteb adım alır. Devlet memuru yetiştirmek için Mektebi-Maarif-i Adliye kurulur.

Bu devirde açılan Mekteb-i Tıbbiyenin ilk ders muallimi ve nazarı Mahmut II.’nin hekimbaşısı Mustafa Behçet Efendi’dir. Bu okula girmek isteyenler için herhangi bir imtihan olmazdı. Okul katibine isim yazdırmak yeterliydi. Tedrisat tamamen Fransızca yapılırdı. Anatomi derslerinin kadavra üzerinde uygulanmasına, dini bakımdan, cesaret edilemediği için bu uygulama resim veya alçı modeller üzerinde ifa edilirdi.

Tıphane ismi verilen Mekteb-i Tıbbiyeden başka bir de Cerrah-hane açılır. Bu okul eğitime 1833′de Topkapı Sarayı içinde Yıldız kapıya yakın olan hasta hanede başlar. Tophane’de öğretim Fransızca olduğu halde Cerrahhane’de Türkçe yapılır. Daha sonra 1839′da Tıphane ile Cerrahhane birleştirilir.

Tıbhanenin açılmasındaki gaye orduya lazım olan Müslüman tabipler yetiştirmek olduğu için ilk zamanlar Müslüman olmayanlar mektebe alınmazlar. Fakat 1839 Tanzimat fermanının ilanıyla tebaa arasında eşitlik kabul edildikten sonra Müslüman olmayanlar da okula girerler. Okuldaki tedrisat Fransızca olduğundan yabancılar daha iyi basan gösterirler. Türklerse, başarısız duruma düşerler. Başarısız olanlara ise cerrah ve eczacı diplomasi verilerek faydalanma yoluna gidilir.

Mektebin asıl batılılaşması Viyana Üniversitesi Profesörlerinden Doktor Bernard’ın 1833′de muallimi evvel adıyla getirilmesiyle başlar. Bernard okulu düzenler. Programı yeniden tanzim eder. Fransızca tedrisatı kuvvetlendirir. Öğretim süresi altı yıl olarak kabul edilen bu okulda Prof. Bernard, Mahmut II. sayesinde, anatomi derslerim kadavra üzerinde yapmaya başlar. Bu uygulama Türk öğrenim tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olur. Pozitivizm açısından bir aşama sayılabilir.

Orta öğretimden gelen öğrencilerin zayıflığı sebebiyle tıbbiye öğrenimi 9 seneye çıkarılır. 1841′de Yüksek Tıbbiye Okuluna Fakülte yetkisi verilir. Resmi olarak fakülte adı ise 1848′de kullanılır. 1844′de Beyazıd’da ilk umumî muayenehane açılır. 1851 ‘de de Tıp fakültesinin ilk dergisi olan Tıbbi “Vakayi” gazetesi çıkartılır. Okuldaki Fransızca tedrisat 1870′den sonra Türkçe olarak yapılmaya başlar.

1847′de bu fakülteyi ziyaret eden Mac Farlane’nin belirttiğine göre burada tamamen materyalist bir eğitim yapılmaktaydı. Mac Farlane Fransız devrimini hazırlayan materyalist filozofların hemen tüm kitaplarının burada okunduğum! görmekle hayrette kalır. Bu fakültenin kitaplığı hakkında “çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarım toplayanbir koleksiyon görmemiştim” der. “Genç bir Türk oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la Nature’u okuyordu Baron d’Holbech’in ünlü eseri, bir başka öğrenci Diderot’un Jaques Le Fatalisteinden, Le Compere Mathieu’dan parçalar okuyarak marifetim gösteriyordu.” diyerek devam eder.

Mac Farlane davet edildiği bir toplantıda gördüklerim şöyle anlatır: “Doktorlara ve Türk Asistanlara ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan “Systeme de la Nature”un en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarından birçok parçalarının işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın saçmalığım, ruhun ölmezliği inancının imkansızlığım matematikte gösteren parçalardı. Kitabı yerine korken Türk doktorlarından biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunlar söyledi: “C’est un grand ouvrage! C’est un grand Philosophe! il a toujours reison!” (Bu büyük bir filozoftur! Bu büyük bir filozofun eseridir! O daima haklıdır!)

Bu ifadelerde de görüldüğü gibi batıya yönelik eğitimin bize getirdiği yeniliklerin basında dinden uzaklaşma yer alıyor. Bu durumda devrin devlet yetkililerinin rolü büyüktür, İslam dinine sadık kalınarak da batının yenilikleri takip edilebilirdi. Materyalist kitaplar yerine kendi bünyemize uygun kitaplar seçilebilirdi. Görüldüğü gibi 1826′da tedrisata başlayan Avrupai Tıphane ile Batıya açılan kapıdan materyalizm ve Fransız pozitivistlerini hazırlayan bazı filozofların eser ve fikirleri giriyor. Bu okul hakkında daha fazla detaya girmeden diğer yemlik hareketlerine geçiyoruz.

1848′de, Rüştiyelere ve devrin Ortaokullarına öğretmen yetiştirmek için Darülmuallimin (Öğretmen okulu) kurulur. 1851′de Fransız Akademisi örneğinde bir Türk Akademisi kurulmak istenir. Adına da Encümen-i Daniş denir. Bu kuruluşa zamanın tanınmış kişileri alınmakla beraber, büyük Osmanlı Tarihini yazan Avusturyalı Joseph Von Hammer ve İngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce sözlüklerin yazarı James Redhouse gibi yabancılar da üye kaydedilir. Bu kuruluşun üyeleri içinde sadece Ahmed Cevdet Paşa üzerine düşeni yapmış, meşhur tarihini yazmıştır.

1867′de Sergiyi ziyaret maksadıyla Fransa’ya giden Sultan Abdülaziz, Fransa’daki liseler ayarında İstanbul’da da bir okul kurulmasına ve orada Fransız lisanı ile tedrisat yapılmasına müsaade eder. Bu işte Fransa Devletinin maddî ve manevî büyük yardımları olur. Bu okul müdürü ve hocalarının çoğu Fransız olan Galata Saray Lisesi olur. Ayrıca 1867′de Fransız eğitim bakanı Victor Duruy’e Osmanlı eğitim sistemi için bir proje hazırlatılır. Kabul edilen bu projeye dayanılarak da 1869′da Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yapılır. Devrin Maarif Nazırı Saffet Paşa’nın neşretmiş olduğu bu nizamnameye göre; köylerde ve mahallelerde Sıbyan, beş yüz evli kasabalarda rüşdiye, bin evli kasabalarda îdadiye ve vilayet merkezlerinde Sultaniye açılacak. Bu okulların yüksek kısmı olarak da birçok meslek ihtisas mektepler ile Darülfünun’un (Üniversite) teşekkül edecek. Böylece kanun gereği kurulacak ilk Üniversitede üç fakülte bulunacaktı. Edebiyat, Hukuk ve Fen Fakülteleri. Bu üniversite 1871 yılı sonunda yahut 1872′nin basında kapatılır.

Darülfünun başarısızlığa uğramasını Galatasaray Lisesi kapatır ve batılılaşmada büyük bir rol oynar. Batı hukuku ilk olarak 1874′de bu Lise’de okutulur. Zamandaş olan ve Amerikalı zengin Mr. Robert’in bağışlan ile kurulan Robert Koleji ile diğer yabancı okullar batı fikirlerinin ülkemize girmesinde önemli rol oynamışlardır.

1870′de kız öğretmenler yetiştirmek için Darulmuallimat kurulur, îlk kez bir kadın öğretmen tayini 1873′de yapılır. 1883′den itibaren de kadınlar okul yönetimlerine tayin edilmeye başlar.

AKGÜN:

II. 4. Eğitimdeki Yenilik Hareketleri (s. 96)

Batı’daki bütün değişmelerden habersiz, bir zamanlar silah ve teşkilat üstünlüğü sayesinde geniş bir alana yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğunun orduları, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılda ilim ve teknik üstünlükleri olan Avrupa orduları karşısında birbirini takip eden yenilgilere uğrayınca; Osmanlı Devlet adamları, Batı’daki gelişmelere ayak uydurulmadıkça, orduyu yeni savaş teknikleri ile donatıp onların metotlarıyla eğitmedikçe, yükselmenin hatta ayakta durmanın imkansız olduğunu anlamışlardır. Bu ihtiyaç, Osmanlıları Batı medeniyetinin ilkelerim tanımaya, orduda ve eğitim kurumlarında yenilik yapmaya zorlamıştır.

Eğitimdeki Avrupai anlamda yenilik hareketleri, Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun mektebinin açılmasıyla başlar. Mektep donanma için mühendis yetiştirmek gayesiyle açılır. Mektebin ilk hocası, Arapça ve Türkçe’den başka Fransızca, İngilizce ve İtalyanca da bilen Cezayirli Seyyid Hasan’dır. Sonraları bu mektebe bazı Fransız hocalar getirilir. Okulda matematik ve tahkimat dersine önem verilir. Daha sonraları bu okula İsveç’ten ve Londra’dan öğretmenler ve teknisyenler getirilir.

1792 yılında Kumbarahane, 1795 yılında da Mühendishane-i Berri-i Hümayun yapılır. Hatta Tıbhane adıyla bir de Tıbbiye mektebinin yapılmasına başlanır. Tersane çevresinde toplanmış olan askerî mekteplerin basma ise 1803′te Kırımlı Abdullah Ramiz Efendi getirilir. Abdullah Ramiz Efendi, 1808′e kadar görevine devam edip, Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun ile Mühendishane-i Berri-i Hümayun mekteplerinin yenilenmesi ve ilerlemesi için gayret sarf eder.

Bu mekteplerin hocalarından en tanınmışı Hoca İshak Efendi (öl.l836)’dir. Şark dillerinden başka Fransızca’yı da bilen Hoca İshak Efendi matematikçidir. Dil bildiğinden matematiğe, tabiî ilimlere ve askerliğe ait bir çok eseri tercüme ve telif etmiştir. Mühendishaneyi 20 yıl süreyle baş hoca unvanıyla idare eden Tamanlı Hüseyin Rıfkı Efendi (01.1816) ile birlikte modern matematik öğretimi başlar. Hüseyin Rıfkı Efendi, Kırım’ın Taman şehrindendir, İngilizce bilgisi yardımıyla modern Batı matematiğine göre bir çok eser yazar. Askerî fen öğretiminin düzenlenmesi için büyük gayret gösterir. 19. yüzyılın birinci yansında da mühendishanenin faaliyetleri sürer. Tamamlının oğlu Emin Paşa, babasının geleneğim devam ettirir. Cambridge Üniversitesinde matematik ve fizik öğrenimi gören Emin Paşa’nın ülkemizde modem matematik ilmini yaymaya çalışanlar arasında önemli bir yeri vardır. II. Mahmut zamanında yeni kurulan Harbiye Yüksek Okulu’nda uzun süre ders nazırlığı ve öğretmenlik yapar. Askerî idadileri kurar ve bu okullar için matematik kitabı hazırlar, İstanbul dışındaki il merkezlerinde de askerî idadiler kurulması, bunların ders programlarının hazırlanması ve öğretmenlerinin yetiştirilmesi işiyle de uğraşır.

II. Mahmut zamanında Hekimcibaşı Mustafa Behçet Efendi’nin gösterdiği lüzum üzerine 1826 yılında Tıbbiye açılır. 1834 yılında Maçka Kıstası mektep haline getirilerek Harbiye Mektebi açılır. Harbiye ile Mühendishane mekteplerine öğretmen ve fabrikalara uzman yetiştirilmesi için Mühendishane öğretmenlerinden iki zabit ile on öğrenci İngiltere’ye öğrenime gönderilir. Bunlar öğrenimlerim tamamladıktan sonra gelip öğrendiklerim uygulamaya başlarlar. Daha sonraları Harbiye Mektebinden de Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye başlanır.

Yüksek mekteplere öğrenci yetiştirmek gayesiyle 1838′de Rüşdiye denilen ilkokulların açılma karan alınırken bu mekteplerin idaresine bakmak üzere bir de Mekatib-i Rüştiye nezareti kurulur. Bu vazifeye o devrin hocalarından Hamamizade Esat Efendi getirilir. 1838 tarihinde de ulum-ı Edebiye Mektebi (orta dereceli) açılır. Ayrıca devlet memurlarım yetiştirmek üzere Mekteb-i Maarif-i Adliye kurulur.

II. Mahmut devrinde açılan Mekteb-i Tıbbiyenin ilk ders nazın ve öğretmeni Mustafa Behçet Efendi’dir. Yüksek okulun derslerinden çoğunu kendisi okutan Mustafa Behçet Efendi, modern top tarihimizin de kurucusudur. Anatomi derslerinde kadavra yerine sadece resim veya alçı modeller kullanılmıştır. Tıp mektebinden başka bir de Cerrahhane açılmıştır. Tıphanede öğretim Fransızca olduğu halde Cerrahhanede Türkçedir. Bu kurumlarda öğretim dört yıldır. Kısa bir müddet sonra bu iki mektep birleştirilmiştir.

Tıp mektebinin açılma gayesi, orduya lazım olan İslam doktorlar yetiştirmek olduğundan başlangıçta İslam olmayanlar mektebe alınmazlar. Ama 1839 Tanzimat Fermanı’yla tebaa arasında eşitlik kabul edilince İslam olmayanların da doktor yetiştirmesine izin verilir. Bu suretle Hıristiyan gençleri de Tıp mektebine girmeye başlarlar. Yahudilerden 1859 yılma kadar bu mektebe ilgi gösteren yoktur. Mektepteki öğretim Fransızca olduğundan Hıristiyan gençler başarılı olurlar. Ama Türk öğrencileri öğrenim ilerledikçe Fransızca olarak verilen dersleri takip edemediklerinden öğrenimlerim bırakarak eczacı ve cerrah olurlar.

Tıp mektebinin gerçek anlamda Batılılaşması 1838′de Viyana’dan Doktor Bernard (1813-1878)’ın getirilmesiyle başlar. Bernard, programı tanzim ettiği gibi talebeyi de ıslah eder. Fransızca öğretimi de kuvvetlendirir. 1826′da açılan Tıp mektebi ilk ürününü ancak 14 yıl sonra 1840′da vermiştir. Bernard, anatomi derslerim kadavra üzerinde yapmaya başlar. Onun kadavra üzerinde uygulama yapması Türkiye öğrenim tarihine çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bernard’ın anatomi derslerinde yaptığı uygulamalar, II. Mahmud’un iradesinin ve kudretinin mahsulü sayılır. Yeni okul ilk mezunlarım 1843′de verir. Başarı derecelerine göre onlara yüzbaşılıktan albaylığa kadar çeşitli rütbeler verilir. Mezun olan talebeler ordunun doktor ihtiyacım karşılamak üzere subay olurlar. 1841′de Yüksek Tıbbiye Mektebine Fakülte yetkisi verilir, ilk Umumî muayenehane 1844′te Beyazıt’ta açılır. 1851′de Tıbbîye Mektebinin ilmî dergisi olarak Tıbbî Vekayi gazetesinin yayınlanmasına başlanır. Dergi, aylık ve taş basma olarak yayınlanıyor. Fransızca olarak başlayan öğretim, zor da olsa sonradan Türkçeye çevrilir.

II. Mahmut zamanında açılan Tıbhane Mektebim ziyaret eden Maç Farlane bazı sürprizlerle karşılaştığım söyler. Onun bildirdiklerine göre, bu mektepte ancak, Paris, Londra ve Viyana’da bulunabilecek aletler var. “Küçük fakat iyi bir bitki koleksiyonu, bir tabiat müzesi, jeolojik örnekler koleksiyonu, çok yeterli bir tıp kitaplığı, elektrik aletleri, pil bataryaları, hidrolojik basınç aletleri, fizik bilimlerinde deneyler için gerekli bütün araçlarla donatılmış bir laboratuar vardı. Uzun ve havalı bir galeride Paris’te ve Viyana’da yapılmış botanik gravürleri ve renkli resimleri vardı. Ayrıca bir de kimya laboratuvan vardı. Maç Farlane kitaplığı incelendiğim, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler, ancak bu kitaplar arasında hiç sevmediği Fransız devrimim hazırlayan ünlü materyalist filozofların kitaplarının bulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı, ‘çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarım toplayan bir koleksiyon görmemiştim’ der. Genç bir Türk oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la Natur’ü okuyordu (Baron d’Holbach’ın ünlü eseri), bir başka öğrenci Diderot’un Jaques la Fataliste’inden, Le Compere Mathieu’dan parçalar okuyarak marifetim gösteriyordu… Raflarda Cabanis (öteki ünlü Fransız materyalisti)’nin Rapports du Physique et du Moral de l’Honune adlı eseri göze çarpacak bir yer almıştı.

18. yüzyıl Fransız materyalistlerine karşı olan Maç Farlane, Türk doktorlarla karşılaşmasında daha başka sürprizler bekliyor. “Üsküdar’da askerî hastahanede nihayet Türkiye’de kayıtsız şartsız övebileceğim bir müessese bulmuştum. Bununla beraber, Fransız felsefeciliğinin (materyalizminin) Türkiye’de nasıl hızla yayılmakta olduğunu bu müessesedegörmeden ayrılmak nasip olmadı. Doktorlara ve Türk asistanlarına ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın Systeme de La Nature’n en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarında bir çok parçaların işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrının varlığına inanmanın saçmalığım, ruhun ölmezliği inancının imkansızlığım matematikle gösteren parçalardı. Kitabı yerine korken Türk doktorlardan biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunları söyledi: ‘C’est un grand ouvrage, C’est un grand Philosophe, İl a toujours raison”.

Bu misaller bize materyalist fikirlerin memleketimize Batı esas alınarak yapılan yenilik hareketleriyle birlikte girdiğim göstermektedir. Özellikle de Tıbhane Mektebinin açılmasından sonra eğitim ve öğretimde hissedilen eksikliğin giderilmesi gayesiyle Batı’dan getirtilen kitapların arasında materyalist düşünürlerin de kitaplarının bulunması bu hakikati ortaya koymaktadır.

Sıbyan mektepleri ile Rüştiyelerde muallimlik edeceklerin yeni programlarla ve yeni metotlarla yetiştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple Muallim Mektebi (darülmuallimin) açılıyor. 1851 yılında Encümen-i Daniş adı altında bir akademi kurulur. Ulema mesleğinde bulunan Cevdet Efendi, bu kurulun programım çizmekle görevlendirilir. Özellikle dil, edebiyat ve tarih alanlarında yeni eserler yazılması teşvik edilir. Encümen-i Daniş’e, medreseli veya medresesiz, devrin tanınmış kişileri alınır. Bunlardan başka Osmanlı Tarihinin yazan Avusturyalı Von Hammer, hala değerini koruyan İngilizce-Türkçe sözlüklerin yazarı İngiltereli Redhouse gibi yabancı uyruklu kişiler de üyeliğe seçilmişlerdir.

1858 yılında kaymakamlık ve mülkî işlerde görevlendirilecek memurların yetiştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple Muallim Mektebi (Darülmuallimin) açılıyor. 1851 yılında Encümen-i Daniş adı altında bir akademi kurulur. Tam teşekküllü bir orta tahsilin verildiği ilk müessese 1868′de açılan Galatasaray Lisesidir. I. Abdülaziz, 1867′de sergiyi ziyaret gayesiyle Fransa’ya gider. Fuat Paşa gibi değerli ve münevver vezirleri bulunan bu hükümdar, seyahatten dönüşünde Fransız Liseleri ayarında bir mektebin açılmasına ve orada öğrenimin Fransız diliyle yapılmasına izin verir. Bu işte Fransa İmparatorluğunun maddî ve manevî büyük yardımları dokunur. Okulda öğrenim Fransızca olarak ama bazı dersler Türkçe ile gösterilecektir.

1867′de Fransa eğitim bakanı olan Victor Duruy’e Osmanlı împaratorluğunun eğitim kurumlarının sistemleştirilmesi için bir proje hazırlattırılır. Duruy’nin hazırladığı projeye dayanılarak 1869′da Maarif-i Umumîye Nizamnamesi yapılır. Maarifi Nazın Saffet Paşa (1814-1883), bu nizamnameyi o yallarda geçerli olan esaslara ve özellikle Fransa’nın maarif düzenine uygun olarak tanzim edip yayınlar. Saffet Paşa’nın tanzim ederek neşrettirdiği maarif nizamnamesi, mektepleri; “köylerde ve mahallelerde sıbyan, beş yüz evli kasabalarda rüşdiye, bin evli kasabalarda idadîye ve vilayet merkezlerinde sultanîye olarak tertip ve tasnif etmiş ve bunlardan üstün olmak üzere de bir çok meslek ve ihtisas mektepleriyle birlikte Darülfünun’u göstermişti.” Bu kanun gereğince kurulacak olan üniversitede (Darülfünun) üç fakülte bulunacaktı: Edebiyat, Hukuk ve Fen Fakülteleri. Dersler, Türkçe olarak verilecektir. Ancak yabancı profesörün vermesi gereken derslerde Fransızca kullanılacaktır. Üniversitenin açılış tarihi olarak 20 Şubat 1870 tarihi tespit edilir. Darülfünun kararlaştırılan tarihte açılır.

Galatasaray Lisesi, darülfünun’un aksine hızla gelişir. Bir kaç yıl içinde hukuk, ekonomi ve mühendislik bölümlerinin dahil edilmesiyle adeta bir üniversite halini alır. Hukukun ilk olarak 1874′te okutulduğu müessese Galatasaray’dır. Galatasaray Lisesi, eğitim yoluyla Osmanlı ideolojisinin uygulanma atanma sürülmesi gayesiyle açılmasına rağmen Darülfünun’un başarısızlığı sebebiyle daha da ilerleyerek Batılılaşma hareketlerinin belli bir şekilde ileri sürülmesini sağlar. 1875′te yapılan ilk mezuniyet töreninde, okulun direktörü Sava Efendi, Galatasaray Lisesinin başarıyla gittiğim şu sözleri ile ifade eder: “Bugün iftiharla ilan ediyorum ki çoktan beri açılanası özlenen Darülfünun’un iki fakültesi olarak Hukuk ve sivil Mühendislik fakülteleri lisemize ilave edilmiş, böylece lisemiz bilfiil bir üniversite seviyesine yükselmiştir.” Galatasaray ile aşağı yukarı aynı tarihlerde Amerika zenginlerinden Mr. Robert’in bağışlarıyla kurulan Robert Koleji ile Fransız Katolik, Avusturya Katolik, İngiliz, Alman, İtalyan okulları gibi yabancı kurumlar Osmanlı maarifinde yer alırlar, îşte bu yabancı okullar, Batı fikirlerinin memleketimize girmesinde ve yayılmasında etkili olmuşlardır.

1870 tarihinde Kız Mekatib-i Sıbyanîye ve Rüştiyesine muallimler yetiştirmek gayesiyle Darulmuallimat kurulur. Mektep, Sıbyan ve Rüştiye olmak üzere ikiye ayrılır. Sıbyan kısminin öğrenim süresi iki, Rüştiyenin üç senedir. 1873′te ilk olarak bir kadın öğretmen tayin olunur. 188l’de bir okulun kapanış töreninde bir kadın öğretmen konuşma yapar. 1883′ten itibaren de kadın öğretmenler idarî işlerle görevlendirilir.

III. Bölümden Örnekler:

KORLA ELÇİ: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi (s. 201)

“Pozitivizmin memleketimize girişi doğrudan doğruya felsefi bir kanalla olmayıp edebiyat akımları, o devirdeki okullarımıza konan müsbet dersler, …vs. ile olmuştur denilebilir. Biz bu bölümde pozitivizmin ülkemize girişinde oynadıkları önemli rol nedeniyle tercümeler ve demekleri ele almakla yetineceğiz.”

AKGÜN: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi (s. 107)

“Materyalizmin Türkiye’ye girişi doğrudan doğruya felsefi yolla olmamıştır. …. eğitim kurumlarında müsbet ilimlerin okutulmaya başlanması, ….. bir çok dergi, gazete ve mecmuanın neşredilmesi, vs. gibi hususlar … büyük rol oynamıştır. Bunun için burada materyalizmin memleketimize girişinde oynadıkları önemli rol sebebiyle bazı yayınlan ve kuruluşları ele alarak kısaca faaliyetlerinden bahsedeceğiz.”

KORLAELİ:

a-Tercümeler (s. 201)

… “Konumuzun sınırı olan 1920 yılma kadar … hemen hiç bir pozitivist filozofun eserinin tam olarak doğrudan tercümesine henüz rastlayamadık. yalnız bazı pozitivistlerin bazı konulardaki görüşleri lisanımıza çevrilmiştir….. bir noktada pozitivizmin edebi akımı diyebileceğimiz ‘realisme’ ve ‘naturalisnıe’ doktrinlerinin önemli şahsiyetlerinden çok sayıda çeviri yapılmıştır. Konumuza açıklık getirir düşüncesi ile ilk yapılan çevirilerden itibaren bunların bazısını belirtmeye çalışacağız.”

… “Münif Paşa, Fenelon, Fontenelle ve Voltaire’den yaptığı ‘Muhaverat-ı Hikemiye’ adlı felsefi diyaloglar tercümesi batı felsefesine karşı uyanan ilginin ilk yazılı vesikasıdır, ikinci çeviriyi, Şinasi, Lafontaine, Racine ve Lamartine gibi şairlerden yaptığı tercümeleri küçük bir risale haline getirip taş basma olarak 1859′da yayınlar. Edebi bir eserin tam olarak ilk tercümesi ise Yusuf Kamil Paşa’nın 1862′de Fenelon’dan yaptığı ‘Teleemaque’ tercümesidir.”

. ..”Ziya Paşa ise J.J. Rousseau’nun ‘Emile’ ve İtiraflarını tercüme eder. “

….”1874′de Teodor Kasab, realist Alexandre Dumas Fils’den beş perdelik ‘para Meselesi’ isimli komediyi çevirir. … 1882′de aynı yazardan Ahmet Mithat ‘Bir Kadın Hikayesi’ ve ‘Antenin’ isimli iki eseri çevirir. Bunlardan başka aynı yazarın şu eserlerinde yanlarında belirtilen şahıslar tarafından dilimize aktarılır. Bir Mektup Paketi,(H. Edip, 1884); Sezarin, (Halil Edip, 1886); Hermin, (Ahmed ihsan , 1892); Bir Riyazinin Muaşakası, (Sezaizade Ahmet Hikmet, 1892); incili Hanım, (Mehmet Tahir, 1882).”

“1891′de Muallim Naci, naturalizmin şefi Emile Zola’dan Trez Raken (Therese Raquain, 1867) isimli romanını dilimize çevirmeye çalışır. Fakat Zola’dan yapılan bu ilk çeviri yarım kalır. …. aynı yazarın şu eserleri de yanlarında belirtilen şahıslar tarafından 1920 yılma kadar edebiyatımıza kazandırılır.Canlı Cenaze (Rüştü, 1891); Nakil (Uşakizade Halil Ziya, 1894):Nana (Sahih, 1911); Maktel Aktör (Burhaneddin, 1914); Tuğyan (Sadri, 1919).

“Naturalist Guy de Maupassant, uzun yıllar gazete ve mecmualardan tefrika edilen hikaye ve romanlarıyla bizde moda olup en çok okunan Fransız yazarlarından biridir. Bu yazarın eserlerinden ‘Zeytinlik’ Ziyad Zeynel ve ‘Ziynet’ Tevfik Amir tarafından 1890 yılından tercüme edilir.”

….”Pozitivizmin Türkiye’ye girişinde ..tercümelerin oynadığı rol ortaya çıkmıştır, kanaatindeyiz”

AKGÜN:

II. 1.1. Tercümeler (s. 201)

… “Konumuzun son sınırı olan 1920 yılına kadar materyalizmle ilgili bir kaç eserin tercümesi yapılmıştır. Daha önceleri genellikle edebiyat alanından realisme ve naturalisnıe ile ilgili eserlerin tercümeleri yapılmıştır. Konumuza açıklık getirir düşüncesiyle ilk yapılan tercümelerden itibaren bunların bazısını belirtmeye çalışacağız.”

“Bilinen ilk tercüme eser, 1859′dan Münif Efendi tarafından Voltaire, Fenelon, ve Fontenelle’nin eserlerinden parçalar seçilerek Muhaverat-ı Hikemiye ismiyle tercüme edilen eserdir.”

“Şinasi, La Fontaine Racine ve Lamartine gibi şairlerden aldığı şiirleri küçük bir risale haline getirip …. taş basma olarak 1859′dan….. bastırır. Fontenelle’den yapılan diğer bir tercüme Telemaque’dir. Bu eserin tercümesini Yusuf Kamil Paşa … 1862′de yayınlar.”

Realist Alexandre Dumas Fils’den 1874′te Teodor Kasab, Para Meselesi’ni tercüme eder. Aynı yazardan 1882′de Ahmet Mithat, Bir Kadın Hikayesi’ni tercüme eder. Bunlardan başka aynı yazarın şu eserleri de dilimize tercüme edilmiştir: Antenin, 1882′de Ahmet Mithat; İncili Hanım, 1882′de Mehmet Tahir, Bir Mektup paketi, 1884′te H. Edib; Sezarin, 1886′dan Halil Edib; Hermin, 1892′de Ahmet îhsan. Bir Riyazinin Muaşakası, 1892′de Sezaizade Ahmet Hikmet.”

…”1891 yılında naturalist Emile Zola’dan Muallim Naci tarafından Tezeraken tercüme edilir. Emile Zola’dan tercüme edilerek neşredilen ilk eser bu küçük kitaptır. Ama bu kitabın tercümesi yarım kalır. Yazarın bundan başka eserleri de tercüme edilmiştir. Ancak biz konumuzun son sinin olan 1920 yılından önceki tercümeleri göz önünde bulunduruyoruz. Bu sebeple Emile Zola’nın 1920 yılından önce dilimize kazandırılan eserlerinin isimlerim mütercimleri ile birlikte vermekle yetineceğiz. Bu eserler: Canlı Cenaze, 1891′de Rüşdü; Nakil, 1896′da Uşakîzade Halid Ziya, Nana, 1911′de; Tuğyan, 1919′da Sadri; Maktel, 1914′te Aktör Burhaneddin imzalarıyla tercüme edilen eserlerdir.”

“Realist ve naturalist Fransız yazan Guy Le Maupassant, memleketimizde en çok tanınan ve okunan yazarlardan biridir. Uzun yıllar gazetelerde ve mecmualarda romanları tefrika, hikayeleri iktibas edilen Maupassant, bizde moda haline gelir. Eserlerinden: Zeytinlik, 1892′de Ziyad Zeynel; Ziynet 1893′te Tevfik Amir imzalarıyla tercüme edilir.”

…”Materyalizmin Türkiye’ye girmesinde ve yayılmasında tercümenin rolü oldukça büyüktür.”

SONUÇ:

Buraya kadar verilen örneklerin, okuyucu açısından intihalin, “telepati” (!?) veya başka bir şeyle tevil götürmeyecek şekilde, tespiti noktasında yeterli olacağını düşünüyorum… Ancak, merak edenler için şu kadarını da söyleyeyim ki KORLAELÇİ‘nin III. ve IV. Bölümlerindeki “dernekler” bahsi, “kuruluşlarımız” bahsi ve pozitivizmin etkisinde kalan ilk fikir adamı “beşir fuad” bahsi de intihalci AKGÜN‘ün “tez”ine III. ve IV. bölümlerde ufak-tefek değişikliklerle aynen aktarılmıştır. Bu kısımlarla ilgili metinleri buraya almayışımın sebebi, bu yazının bir makale boyutunu hayli aşmış olmasıdır. Hem işaret ettiğim bu kısımların ve aynı olan dipnotlarının hem de metinlerini aktardığım kısımların dipnotlarının ayniliğini görmek isteyen okuyucular adı geçen kitaplara müracaat etmelidirler…

Yazıyı bitirmeden önce, okuyucudan gelebilecek “Acaba intihalcinin ‘tez’inde orijinal sayılabilecek hiçbir şey yok mudur?” sualine, cevap vermeyi entelektüel sorumluluğun bir gereği olarak görmekteyim… Şüphesiz bu suali cevaplandırmak esasta “tez”i orijinal bularak intihalciye “Doktor” unvanı verdirten “Doktora Jürisi”nin vazifesidir… Belki de aynı vazife intihalci şahısa “Doçent” ve “Profesör” unvanını bahşedenlere de düşmektedir… Söz konusu vazifenin ne kadar etik yapıldığıyla alakalı değerlendirmeyi okuyucuya havale ederek; AKGÜN‘ün “tez”inin Baha Tevfik‘le ilgili IV. 2.1.2. “Fikrî Cephesi” başlığı altında nakledilen kısmının 247. sayfasının son satırının ve 248. sayfasının ilk paragrafını aynen iktibasla cevaba geçmek isterim… İnanıyorum ki cevabım, intihalcinin felsefî nosyonu hakkında da okuyucuyu yeterince aydınlatacaktır…

İKTİBAS:

“Madde hakkındaki meselelerin başlıcaları şunlardır: l Maddenin menşei nedir? Eski felsefeciler, maddenin ezeli olduğuna inanırlar. Bu inanç, o felsefecilerden birçoğunu tanrılara ve vahdet-i vücuda inanca sevk etmiştir. Senaiyye (Medhiye) Taraftarları, maddenin karışık olduğuna inanırlar.”

İktibas ettiğim bu kısımları, acemi intihalci Baha Tevfik‘in aslı Osmanlıca olan “Muhtasar Felsefe” adlı eserinden nakletmektedir. Meslekten felsefecilerin ve hatta felsefe öğrencilerinin kolaylıkla anlayabileceği gibi, nakledilen bu bahis “varlık felsefesi” ile yani bir manada “ontoloji” ile alakalıdır. Kastedilen şey de varlığın monist ya da panteist bir yaklaşımla izahı yahut da düalist bir yaklaşımla izahıdır. İntihalde acemi olan AKGÜN hem Osmanlıca bilmediğinden hem de sözde felsefî formasyonuna rağmen, felsefenin temel bir disiplini olan “varlık felsefesi”nden bihaber olduğundan Osmanlıca metni öyle bir biçimde naklediyor ki felsefî literatüre yepyeni bir akım, yepyeni bir doktrin, dolayısıyla da orijinal mi orijinal bir ekol adı kazandırıyor: “Senaiyye”, “Medhiye Taraftarları”…

Osmanlıcadaki “ikicilik” (düalizm) manasına gelen “saneviyye” ile methetmek “medhiyye” manasına gelen “senaiyye” arasındaki farkı fark edemeyen birinin “tez”inde Arapça kaynakları dipnot göstermesi daha da garip değil midir??? Hakkında fikir yürüttüğü şahısların eserlerinin hemen hemen hepsinin Osmanlıca olduğu dikkate alınırsa, “tez” sahibinin ulaştığı sonuçların orijinalitesi hususunda daha ne denilebilir ki biz de bir şey diyelim (!?) Teeddüp ederim !?

 Son sözü “tez” sahibinin kitabında adını bir kaç kez zikrettiği Ziya Paşa‘ya bırakıyorum:

En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Hadi bir de Yunus konuşsun:

Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme / Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

Neşet TOKU

 

“MATERYALİZMİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ” ADLI ARAŞTIRMAMLA İLGİLİ TENKİTLER HAKKINDA

Prof. Dr. Mehmet AKGÜN

SEVGİLİ DOSTLARIMIN DİKKATLERİNE

“Tez konusunun” “Tez Danışmanı” tarafından seçildiği veya öğrenci, uygun bir konu teklifi ile geldiği takdirde kabul edildiği bilinen bir husustur. Bu sebeple hem Murtaza Bey’in ve hem de benim “tez konum”, danışmanımız olan, Prof. Dr. M. Necati ÖNER tarafından seçilmiştir. Murtaza Bey’in konusu, hocamız tarafından daha önce tespit edilerek verildiğinden, onun araştırması daha önce başlamış ve haliyle de daha önce tamamlanmıştır. Danışmanımız tarafından, ona, “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri” araştırma konusu olarak verilirken, bana da “Materyalizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri” bir araştırma konuşu olarak verilmiştir. Araştırmamıza başlamadan önce, her ikimize, araştırmamızı ne şekilde yapacağımız ve hangi konular üzerinde duracağımız bir plan dâhilinde verilmiştir. Bizlere verilen plan gereğince, birinci bölümde bir felsefe anlayışı olarak pozitivizmin tanıtılması ondan istenirken, materyalizmin tanıtılması da benden istenmiştir.

Konumuzun esasını oluşturmayan ama araştırma konumuza açıklık getirmesi bakımından genel bilgilerin verilmesinin hedeflendiği ikinci bölümde üzerinde durduğumuz dönemdeki (Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadar) Türk Fikir Dünyası’nı; a) 0smanhlarda ilim anlayışı, b) 0smanhlarda eğitim anlayışı, c) Batıyla ilk ilişkiler, d) Eğitimdeki bazı yenilik hareketleri (Pozitivizmin yapısı gereği Murtaza Bey’den bu alt başlıklara ilave olarak hukuk anlayışı üzerinde durulması istenmiştir.) alt başlıklar altında işlememiz istenmiştir.

Dikkat edilecek olursa, her ikimizin de, bu bölümde ilk kullandığımız kaynak eser, tez hocamızın “Tanzimat’tan Sonra İlim ve Mantık Anlayışı” isimli eseri ile bu eserde kaynak olarak kullanılan İmam-ı Gazali’nin “İhyau’1-Ulumi’d-Din” isimli eseridir. Danışmanımızın eseri ile onun eserinde kaynak olarak gösterdiği eserler varken hem Murtaza Bey benim, hem de ben Murtaza Bey’in eserini dip not olarak veremezdik. Zaten yapılması gereken de budur sanırım. Aynı şekilde, ana başlığı ve biri hariç diğer alt başlıkları aynı olan araştırma konusuna açıklık getirmesi hedeflenen genel bilgilerin verildiği bir bölümde, bizim çalışmalarımızdan önce bu konularla ilgili bilgileri ihtiva eden araştırmalar yapılmışken, ne Murtaza Bey benim ve ne de ben Murtaza Bey’in çalışmasını dip not olarak gösterebilirdik. Öyle ki, bu araştırmaların her biri, o konularla ilgili olarak yapılmış ve uzun zaman gerektiren ciddi ve derin araştırmaların mahsulüdürler. Mesela bu konularda araştırma yapan ve eserleri kaynak olarak kullanılan araştırmacılar şunlardır: Dr. Cahit Baltacı (1976), Niyazi Berkes (1973), Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil (1972), Doç. Dr. Kamuran Birand (1955), 0sman Ergin (1977), İmam-ı Gazali (1346), Hasan Ali Koçer (1974), Nafi Atuf (1930), Dr. Necati Öner (1967), Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar (1976), Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken (1966,1967) İbn-i Haldun (1970), Ahmet Cevdet (1229), Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1965,1968) ve Dr. İbrahim Temo (1939).

Murtaza Bey’in araştırmasından orijinal bulduğum ve aldığım yerleri dip not olarak araştırmamın ikinci bölümünde, yani söz konusu bölümde s. 92′de vermişim. Bu bölümdeki bilgilerin hemen hemen aynı olduğundan bahsediliyor. Yukarıda da ifade edildiği gibi, genel bilgilerin verilmesinin amaçlandığı bu bölümde, her ikimizin araştırmasından önce, bahsedilen konularla ilgili orijinal araştırmaların yapılması ve yapılan araştırmalarda bilgi birliğinin sağlanmış olması, üç aşağı beş yukarı aynı kaynakların tercih edilip kullanılmasına vesile olmuştur. Bizim orijinal olmayan bu bölümde verdiğimiz bilgiler, o kaynaklardan farklı olmuş olsaydı, bir çelişki ortaya çıkmaz mıydı? Mesela Türk-İslam dünyası tarafından fikir ve görüşleri en çok tanınan İbn-i Haldun’un, Farabi’nin, Havarezmi’nin, İbn-i Sina’nın,  Taşköprülüzade’nin, Ahmed Cevdet Paşa’nın vs.nin ilim anlayışları, bu konuyla ilgili olarak yazılan bütün eserlerde aynıdır. Bu şahıslar üzerinde detaylı araştırma yapmadığımız için, bizim bu kaynaklardan farklı bilgiler vermemiz sanırım doğru olmazdı.

Osmanlılardaki bir eğitim kurumu ile o kurumda verilen derslerle ilgili bilgiler verilirken de (kurumun yapılışı, o kurumda ders veren hocaların unvanları, hangi seviyede kimlere hangi derslerin verildiği vs. gibi konularda verilen bilgiler), bu konularda orijinal ilmi çalışmalar yapan araştırmacıların verdiği bilgilerle bizim orijinal olmayıp ama sadece genel bilgiler vermek amacıyla yazdıklarımız arasında bir uyum birliğinin olmaması doğru olur muydu? Bir bölümün tamamen nakledildiği ve o eserden hiç söz edilmediği doğru değildir. Araştırmamızda birinci dereceden faydalanılan kaynaklar, hemen hemen her sahifede dip not olarak gösterilmiştir. Aynı şekilde Murtaza Bey’in eseri de eserin 92. sahifesinde orijinal bulunan yönüyle kaynak olarak verildiği gibi, bibliyografya kısmında da verilmiştir. Ayrıca araştırmamızın ikinci bölümünde biri hariç aynı konular üzerinde durmamızdan Murtaza Bey’in haberi vardır ve kendisi bana bu hususla ilgili olarak aynen “Hocamız nasıl uygun gördüyse, o doğrudur ve onun dediğini ve istediğini biz yapmak zorundayız” demiştir. Bu sebepler dolayısıyla danışmanımız tarafından hangi plan dâhilinde araştırmamızın yapılması istenmişse, biz, bu istekler doğrultusunda hareket ettik.

Araştırmamızın 3. bölümünün yayınlar kısmının alt başlığı olan tercümelerde de aynı şekilde bizden daha önce yazılmış olan eserler kaynak olarak gösterilmiştir. Doğrudan kendi araştırma konumuzu ilgilendiren tercümeler verilirken, bizzat gördüğümüz tercüme eserlerin kendileri bibliyografik bilgilerle verilmiştir.

Araştırmanın “önsöz” kısmında kullandığım teşekkür cümlesindeki sözleri, hatırladığım kadarıyla ben Lise yıllarımdan beri kullanıyorum ki, bu cümle ne bana ve ne de bir başkasına aittir. Türk toplumunun hemen hemen her ferdine mal olmuş olan bu söz, benim tarafımdan kullanılabileceği gibi, bir başkası tarafından da rahatlıkla kullanılabilir. Bundan tabii ne olabilir ki.

Araştırmamızın ikinci bölümünde, İmam-ı Gazzali’nin Arapça’da yazılmış eserinden dipnot olarak verdiğim bilgiye gelince, doktora jürimde görevlendirilen ve şu anda profesör olan meslektaşım Prof. Dr. Abdulkuddüs BİNGÖL’e tercüme yaptırttım. Bunun yadırganacak bir yönü olduğunu sanmıyorum. Nitekim eserimin önsöz kısmında bu çeşit yardımları olan mesai arkadaşlarıma isim vermeden teşekkürlerimi sundum. Sonra bu çeşit yardımları bir ben değil, herkes alıyor. Ayrıca ne yayınlanan bu eserimin bir yerinde, ne yayınlanan diğer yazılarımda ve ne de bugüne kadar müracaatta bulunduğum birçok üniversite kurumlarına özgeçmiş olarak verdiğim belgelerde Arapça bildiğime dair bir beyanım ve ifadem bulunmamaktadır.

Araştırmamla ilgili olarak incelediğim 500 civarındaki eser o dönemin gereği Osmanlıca’da yazılmıştır. Bahsettiğinize benzer kelime hatası değil kelime hataları Osmanlıca bilmediğimizden değil, basım hataları dolayısıyla meydana gelmiştir. Sizin tespitinize benzer birçok hatayı ben kendim tespit ettim ve dostlarıma dağıttığım kitaplarda onları düzelttim. Başka basım hataları yok mudur? Elbette vardır. Biz eser basıma girdikten sonra eseri, ancak çok acele olmak şartıyla bir defa gözden geçirebildik. Şayet eserin basımı tekrarlanacak olursa, kendim ve dostlarım tarafından tesbit edilen hataları düzeltme imkanımız olacaktır. Baha Tevfik’e ait iktibas ettiğiniz kısmı biz de ontolojik görüş altında vermişiz. Bu husus herhalde gözünüzden kaçmış. Benim felsefe bilip bilmediğime karar verecek mercilerin gerekli kararları vermiş olduklarını zannediyorum. Bu hususu bugüne kadar bizleri imtihana tabi’ tutanlar bilebileceği gibi, bizden bizzat ders alanlar daha iyi bilebilirler. Hiç bir zaman sahama ait her türlü bilgiyi bilebileceğim iddiasında bugüne kadar bulunmadığım gibi, bundan sonra da bulunamam. Ben kendi sahamla ilgili olarak, ancak bana nasip edilen kadar veya gücümün yettiği kadar bilebilirim. Çünkü ben insanların bilgiyi bilebilme güçlerinin sınırlı olduğuna inanan birisiyim.

Materyalizm ve pozitivizm, birer felsefe anlayışı olarak bazı hususlarda müştereklik arz etmelerine rağmen, genellikle felsefede, iki ayrı anlayış olarak değerlendirilirler. Bu sebeple bir doktora danışmanının, bir öğrencisine, Materyalizmin Türkiye’deki Etkilerini, bir öğrencisine de Pozitivizmin Türkiye’deki Etkilerini birer araştırma konuşu olarak vermesinden daha tabii ne olabilir ki.

Hem benim ve hem de Murtaza Bey’in araştırmalarımızı, başta hocamız olmak üzere görüp inceleyen, aşağı yukarı birçoğu her ikimizin jürilerinde görev alan, birçok üniversite kurumlarına müracaatlarımızda raportörümüz olan, ayrıca üzerinde durduğumuz dönemle ilgili araştırmalar yapan birçok değerli ilim adamı bulunmaktadır ki, bu ilim adamları bizim araştırmalarımızı bizzat görmüşler, incelemişler ve rapor vermişlerdir. Bu söz konusu ilim adamlarının yapıcı tenkitlerinin dışında hiç bir tenkitleri olmadığı gibi, hiç birinin sizin bahsettiğinize benzer suçlamaları da olmamıştır. Zaten herhangi bir yanlışlığımız olmuş olsaydı herkesten önce bu hatanın düzeltilmesini saygıdeğer Danışman Hocamız, Prof. Dr. M. Necati ÖNER isterlerdi…

Çalışmama akademik sınavlarımda onay veren, yukarıda sözünü ettiğim bazı ilim adamları şunlardır:  

Prof. Dr. M. Necati ÖNER

Prof. Dr. S. Hayri BOLAY

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY

Prof. Dr. Abdulkuddüs BİNGÖL

Prof. Dr. Muhittin AŞKIN

Prof. Dr. M. Naci BOLAY

Prof. Dr. Mahmut KAYA

Prof. Dr. Teoman DURALİ

Prof. Dr. Şafak URAL

Prof. Dr. İsmail YAKIT

Prof. Dr. Yalçın KOÇ

Pamukkale Üniversitesi’nin hocalarına idareciler de dahil olmak üzere meseleyi bizzat kendim ilettim. Herkes doktora hocasının verdiği planın tatbik edilmesinin yadırganacak bir yönünün bulunmadığı hususunda hemfikirler. Biraz da kendi şahsımdan bahsetmek istiyorum. Ben, Allah’a, Onun peygamberlerine ve onlara gönderdiği kitaplara inanan, inançlı bir insanım. Ben kendimi bildim bileli, bu inancımdan bugüne kadar hiç taviz vermedim, bundan sonra da vermeyi Allah bana nasip etmesin. Hayatım boyunca bir tek prensibi kendim için ideal olarak kabul ettim ve bu prensip doğrultusunda hareket ettim ki, bu prensip, kendimi, kendi nefsimi ve benlik şuurumu yenip aşmayı ve Allah yolunda yaşamayı bir görev olarak kabul etmemdir. Bu itibarla başkalarının aleyhinde düşünmeyi, hareket etmeyi, bulunmayı hep kendi nefsimin esiri olmam olarak gördüm ve bu sebeple Allah’tan aklım ve irademle nefsimi kontrol alına almayı diledim. Bu hususta Allah’ın yardımıyla birazcık da olsa başarılı olduğumu zannediyorum. Bu durumumu beni tanıyanlar bilir. Onlardan sorup öğrenebilirsiniz. Bahsetmeye çalıştığım bu anlayışım dolayısıyla, bugüne kadar başkalarının aleyhine olabilecek söz söylememeye ve harekette bulunmamaya hep gayret ettim. Nefsime uyarak, hiddetlenip fevri hareket ederek, başkalarına zarar verebilecek her türlü düşünceden ve hareketten mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalıştım. Bu sebeple nefsimden ve nefsimin kötü arzularından, mümkün olduğu kadar kendimi koruduğum kanısındayım, işte bu idealim ve düşüncem, bana bugüne kadar kim olursa olsun herkese yardım ettirtmiştir. Bu durumumdan da hiç şikâyetim yok, çünkü böyle olmamdan ifade edilemeyecek derecede zevk duyuyorum. Yardım elimi uzattığım herkesten, hep saygı ve itibar gördüğümü onların hem tavır ve hareketlerinden hem de yüzlerinin gülümsemesinden anlıyorum. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, ben Allah’a, peygamberlerine ve onlara gönderilen kitaplara inanan, bunlara sevip bağlanan, ayrıca vatanını, milletini, bayrağını, insanını da sevip onlara candan bağlanan, Müslüman Türk milletinin bir ferdiyim. Dini inançlarımdan nasıl taviz vermiyorsam, aynen bunun gibi, milliyetimden de taviz veremem. Bu inançlarım ve düşüncelerimden dolayı doçentliğim geciktirildi ama bütün bunlara rağmen şikâyetçi değilim. Çünkü en azından benimle aynı duygu ve düşünceleri paylaşmayanlar tarafından doçentliğim verilmedi. Eserlerimden oy birliği ile geçmeme rağmen sözlüden oy çokluğu ile bırakıldım. Ama Allah’ın yardımıyla doçentliğim gecikmeli de olsa, bir yıl sonra, objektif ölçüler içerisinde hareket eden ilim adamları tarafından bana verildi. Bütün bunlara rağmen, ismimin başına konulan veya konulacak olan, Doktor, Doçent veya Profesör gibi unvanlara pek itibar etmediğimi de belirtmek isterim. Çünkü bana göre bir insan için asıl kalıcı isim, Allah rızasını kazanarak elde edilen isimdir. Bunun dışında elde edilecek isimler, unvanlar, makamlar vs. ise bu dünyayı ilgilendiren ve insanın nefsini körleyip oyalayan isimler, unvanlar, makamlar vs’dir.

Ben bugüne kadar ahlakımla yaşadım, budan sonra da böyle yaşamaya devam edeceğim. Bu hususta Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim”  şeklinde vecizeleşen sözünü kendime bir rehber olarak seçtim. Bu sebeple ben; iyiliği, doğruluğu, hoş görüyü, alçak gönüllülüğü, sabrı, nefsine hâkim olmayı, haramdan kaçıp helal iş yapmayı, vefalılığı, merhametliliği, şefkatliliği, haya sahibi olup sır saklamayı, gıybet etmemeyi, iftirada bulunmamayı, kıskanmamayı, fedakarlık etmeyi, bu dünya menfaati için değil tamamıyla ilahi bir sevgiye dayanan bir dostluk anlayışıyla bir dostluk kurmayı, kötülük yapana karşı iyilikle muamele etmeyi (Çünkü Peygamber Efendimizin, “Size kötülük edene siz iyilikle muamele ediniz…” sözü gereğince), bir hayat felsefesi olarak benimseyen ve bu prensipler çerçevesinde hareket ederek yaşamayı kendisi açısından bir görev kabul eden ve sorumluluk duygusu taşıyan bir insanım. Birisiyle ilgili bir fikir yürütüp karar verirken de bu ölçüler çerçevesinde davranıp hareket etmek gerektiğine inanıyorum. Bu hususta da örnek alabileceğim ilk kişi, yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, Peygamber Efendimiz’dir. Bundan başka da rehbere gerek yok sanırım.

                                            Prof. Dr. Mehmet AKGÜN

Pamukkale Üniversitesi Fen-Ed. Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı

 

Bu yazı Genel Felsefe, Güncel Yazılar, Polemikler, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.