Kamu Düzeni Üzerine

IŞİD adlı terör örgütünün, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Suriye sınırları içerisinde bulunan Kobani kantonunu işgale kalkışması sonrası, Türkiye’nin şu ya da bu biçimde olaya müdahalesini isteyen bazı Kürt gruplarının, 6-7 Ekim 2014 tarihlerinde özellikle güney doğu bölgesinde yaşattıkları kaosun siyaset gündemine soktuğu tartışma mevzularının her haldeki en önemlisi “kamu düzeni” meselesidir…Hukuk literatüründe “kamu düzeni” “Bir memlekette emniyet ve asayişi temin eden, amme hizmetlerinin iyi yapılmasını ve fertler arasındaki münasebetlerde huzuru ve ahlak kaidelerine uygunluğu sağlayan tüm kurum ve kaideler.” biçiminde tanımlanmaktadır… Kamu düzeninin ihlali ise “Anayasada yer alan temel hakları ciddi ölçüde sarsan, pozitif hukuka, ahlak kurallarına, kısaca adalet sistemine yöneltilen her türlü eylem” şeklinde değerlendirilmektedir… Gerçekleşen kaosun bir kamu düzeni ihlali olduğu açık ise de Hükümet mensuplarınca kamu düzeninin kimler tarafından sağlanması istenmektedir, işte o açık değil… Acaba bir ülkede kamu düzenini sağlamak devletin mi vazifesidir yoksa devlet harici yapılanmaların mı? Emniyet ve asayişi temin etmek kimin görevidir? Amme hizmetlerini kim yürütüp, denetleyecek, fertler arasındaki münasebetlerde huzuru ve ahlak kaidelerine uygunluğu kim kontrol edecektir?

Türkiye’nin müesses sistemi söz konusu olduğunda yukarıdaki suallerin iki açıdan cevaplandırılması bir zorunluluktur. Birincisi devlet açısından, ikincisi de söz konusu Kürt grupları açısından… Devlet ister klasik tanımlamalarındaki gibi “Ortak iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakî değerlerin cisimleşmiş şekli, erdemli toplumun varlığını ve muhafazasını temin eden, itaatin mutlak gerektiği kutsal bir kefalet” olarak tanımlansın isterse modern tanımlamalarındaki gibi “Bir toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç” olarak; ifa etmek zorunda bulunduğu üç temel fonksiyon vardır… Bunlar da dâhilde ve hariçte “güvenlik”, “adaletin tanzimi” ve “fertler tarafından yürütülmesi mümkün olmayan kolektif işlerin yürütülmesi”dir… İslamî literatürdeki karşılığıyla devletin aslî vazifesi; bir arada yaşayan insanların can, mal, akıl, namus ve din emniyetini temin etmektir. Devletin meşruiyeti, fonksiyonlarını ifa etmesine bağlıdır.Meşruiyet, devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren ahlakî argüman olup, siyasî hayata yön verir. Açıktır ki siyasî emirlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olmalarıyla ilintilidir.  Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez.  Kısacası meşruiyetten kasıt, devlete itaati ahlakî bir sorumluluk haline getirmek ve devletin varlık sebebini haklılaştırmaktır. Devleti ayakta, toplumu barışta tutan, işte bu normatif büyülü inançtır. Gayrimeşru şiddet uygulayan zorba bir eşkıyanın cebreden gücüyle meşru şiddet tekeline sahip devletin gücü arasındaki asıl fark şüphesiz devletin gücünü ifa etmek zorunda olduğu fonksiyonlar için kullanmasında mündemiçtir… Meşruiyet krizlerinin sebepleri daha çok modern toplumun kökenlerinde yatmaktadır. Ulus-devlet kaynaklı homojenleştirici değişim dönemlerinde toplumdaki farklı gruplar siyasî taleplerini seslendirmek ve sisteme dâhil olmak üzere bir yol bulamazlarsa meşruiyet krizleri ortaya çıkmaktadır. Sistemin meşruiyet krizlerine maruz kalmaması için farklı grupların ya da üyelerin, siyasal katılımına kolaylık sağlanmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde sisteme sadakat de sağlanmış olacaktır. Belli kesimleri siyasete kabul etmeyen ve onların siyasete girmelerini şu ya da bu şekilde önleyen yapılarda, sistemin dışında kalanlar, şüphesiz radikalizm-devrim gibi sistem karşıtı ideolojilere yöneleceklerdir. Siyasal sistemin, genel olarak kabul edildiği hallerde bile belli grupların statüsü tehdit edilir ya da siyasete katılmaları önlenirse meşruiyetin varlığı, tabiatıyla tartışmaya açılacaktır. Bu durumun mütemadiyen sürmesi, uzun vadede meşru bir sistemin bile istikrarını ve hatta varlığını tehlikeye sokar. Meşruiyetin en önemli göstergesi müşterek bir kültürün yaratılmasıdır. Böyle bir kültürün yaratılamaması krizlerin kaçınılmaz olacağına ve insanların, devlete itaat etme sorumluluğundan çıkacaklarına işaret eder…

Medeni bir topumda meşru bir devletin birinci vazifesi yurttaşlarının güvenliğini sağlamaktır. Bu ise ancak silahlı kuvvetlerin varlığıyla mümkündür. Silahlı kuvvetler hem yurttaşları bir diğerine karşı hem de ülke dışından gelebilecek tehlikelere karşı koruyacaktır. Fertlerin hayat, hürriyet ve mülkiyetleri güven altında değilse, bir başka ifadeyle insanların can, mal, akıl, namus ve din emniyeti temin edilmemişse medeni toplumun varlığından da devletin varlığından da söz edilemez. Bir yerde ihkak-ı haktan bahsediliyorsa orada medeni toplum da devlet de yok demektir. Sivil alanda hiç kimse kendi davasının yargıcı değildir. Bu nedenle de hiç kimse kendi davasının yargıçlığını yapamaz. Herhangi bir sorunda taraf olan kişiler, bir başkasının yargıçlığına razı olmalıdırlar. O yargıç da nihai anlamda devlettir… Thomas Hobbes’un deyişiyle; devlet, insanın korunması ve savunulması için tasarlanmış olup; egemenlik, onun ruhu, yargı ve yürütme onun eklemleri, üyelerin servet ve zenginlikleri onun gücü, insanların esenliği onun görevi, adalet ve yasalar onun aklı ve iradesi, azaları (mensupları) arasındaki nifak onun hastalığı, iç savaş ise onun ölümüdür… Devletin aslî görevi, egemenlik gücünün kendisine veriliş amacında, yani halkın güvenliğinin sağlanmasında yatar. Güvenlikle kastedilen elbette sadece koruma değil, aynı zamanda, her insanın meşru emeği ile devlete herhangi bir zarar vermeksizin elde edeceği hayatın bütün gerekleridir. Devlete ait bu görev, fertlerin eğitilmesi kapsamında, genel bir rehberlik ve iyi yasaların yapılarak uygulanması yoluyla yerine getirilecektir. Devletler, onlara hayat veren insanlık, doğa yasaları ve adalet kaim olduğu sürece ayakta kalabilir. Hele hele dışardan gelen bir şiddetle değil de dahilî kargaşalar nedeniyle bir devlet yıkılıyorsa kabahat kesinlikle onun fonksiyonlarına riayet etmemesiyle alakalıdır. İşte bu yüzdendir ki devlete itaatin temel nedeni güvenliktir; neden ortadan kalktığında, zorunlu olarak sonuç da ortadan kalkar… Devletin ikinci fonksiyonu ve vazifesi de adaleti sağlamaktır. Herkese hakkını vermek anlamındaki adalet; evrensel etik bir prensip (right/empathy) tarafından fertler arasında cereyan eden ilişkilerin bitarafane tanzimi olan sözleşme hukukunun, pratikte herkese eşit bir biçimde tatbikini gerektirir. Sözleşme ise eşitlik ekseninde kabildir. Hukukun, dolayısıyla da sözleşmenin olmadığı yerde adaletten bahsedilemez. Sözleşme yoksa bir kısım klasik dönem düşünürlerinin kabul ettikleri düzeltici ve dağıtıcı adalet de yok demektir. Adalet, devletin kuruluşuyla gündeme girer fakat adalet hiçbir zaman akla aykırı da olamaz. Doğal yapıları itibarıyla eşit olan insanların, zihnî yetenekleri açısından farklılıkları ileri sürülerek “efendi-uşak, doğal yönetici-doğal yönetilen” ilişkisine maruz kalmaları meşru gösterilemez. Klasik dönemin bazı filozoflarının bu tür iddiaları akla da gerçeklere de aykırıdır. Başkalarının, kendilerinden daha üstün olduğuna inanan çok az aptal vardır. Eşitlik ve eşitsizlik, toplumsal ve siyasal bir durum olarak ortaya çıkar. Toplumsal ve siyasal hayatta hiç kimse başkaları için geçerli olmayan bir hakkın yalnızca kendisi için geçerli olduğunu iddia edemez. Mesela, hiç kimse anadilde eğitim hakkının yalnızca kendisi için geçerli olduğunu ve kamu okullarında yalnızca kendi diliyle eğitimin yapılması gerektiğini meşru gösteremez. Kamuya ait olan müşterek alanlar, her kesim tarafından eşit ölçülerde kullanılabilmelidir. Aksi durum eşitsizliktir ve hakkaniyete aykırıdır. Hakkaniyet ve adalet yoksa mülk de devlet de yok olur… Devletin üçüncü görevi ise tek tek fertlerin ya da küçük grupların ifa edemeyeceği ama herkesin istifadesinin mümkün olacağı kamu faaliyetlerinin yapılması ve kamu kurumlarının inşasıdır. Mesela; eğitim, sağlık, iskân, ulaşım, haberleşme, dış ticaret ve benzeri gibi kamusal fayda sağlayan işlerin desteklenmesi bu kabil fonksiyonlardandır…

Bahis mevzuu Kürt grupları açısından meseleye bakıldığında sorun esasta devletin Kürtlere yönelik gerçekleştirmesi gereken fonksiyonları tam anlamıyla yerine getirmemesinden kaynaklanmaktadır. 6-7 Ekim 2014 tarihlerinde meydana gelen olayların asıl sebebi de zaten Kobani kantonunun işgalinden ziyade Türkiye Kürtlerinin eşit vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmalarıdır. Elbette ki hiçbir sebep terör olaylarını haklı gösteremez ama Kürtlerin eşit vatandaşlık haklarından mahrum bırakıldıkları gerçeği de görmemezlikten gelinemez. İskoç halkının, referandumla Birleşik Krallık’tan ayrılmamaya karar vermesi Türkiye Cumhuriyeti için ders alınması gereken bir olay olmalıdır. Teröre engel olmanın yegâne yolu da zaten, devletin bütün farklılıkların meşru devleti olduğunu ispat etmesinden geçmektedir. İnsanların temel-doğal haklarını tanıyan bir devlet, teröre engel olamıyor ve kamu düzenini sağlayamıyorsa suç, yürütmeyi elinde tutanların ya beceriksizliklerinde ya da ihanetlerinde aranmalıdır. Öncelikle yapılması gereken, Türkiye Cumhuriyeti devletini bir an önce gerçek “hukuk devleti”ne dönüştürmektir…

Tarihi tecrübenin ulaşmış olduğu en son nokta itibarıyla, bugün kabul edilen yegâne meşru devlet modeli, “hukuk devleti” modelidir. Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü; ikincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği; üçüncüsü de anayasa hukukunun bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olmasıdır… Hukuk devleti, hukukun gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet demektir. Bir devletin mer’i hukuk sistemindeki kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu adaleti gerçekleştirmeden ziyade egemen sınıfların çıkarlarını gözetmeye yönelikse o devletin hukuk devleti olduğunu iddia etmek hayli zordur. Hukuk devletinin ölçütü; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesi olup; hukukun üstünlüğü ilkesinin yürürlükte olup olmadığının formel göstergesi de Yasama organının bir kamu iradesi olarak belirlediği kanunların, başta Yürütme ve Yargı olmak üzere, diğer bütün idarî ve icraî organları bağlamasıdır. Elbette ki Yasama organını bağlayan şeyler de vardır ve Yasama her istediğini kamu iradesi, milli irade diye kanunlaştıramaz. Anayasanın yanı sıra “Evrensel İnsan Hakları” da Yasama organını bağlar. “Evrensel İnsan Hakları”na riayet edildiği taktirde Türkiye’de terör belasından da kaos ortamlarından da kurtulmak inşallah daha kolay olacaktır…

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.