“Allame” Bahaeddin Sağlam’a Cevap

Bahaeddin Sağlam adlı tanımadığım bir “allame” (allameliği kendinden menkul), 2010 yılında yayınlanan şahsıma ait “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” başlıklı monografiyi kendince tenkit etmiş… Bilenlerin malumudur; yazarlığa soyunmuş ve ün kazanmak isteyen tipler, okuyucularına rüşvet vermek zorundadır. O rüşvet de tenkittir. Maksadı da onları etkilemek, kendi lehine kamuoyu oluşturmaktır. Bu tipler kendilerini hem yazarın hem de okuyucularının akıl hocası zanneder. Hoşumuza gitmese de katlanıyoruz bu tiplere. Ancak; dürüst münekkidin iki vasfı olmalı: 1) Psikolojik yetenek, yani kendi içinden çıkma, yabancı bir düşünceyi kavrama gücü. 2) Tenkide kalkıştığı düşüncelerin bütün kıvrımlarını, bütün dönemeçlerini izleme kabiliyeti; eserin kaynaklarına vukufiyet, değerini kestirebilecek bir anlayışa sahip olma… Bahaeddin Sağlam nerede, o vasıflar nerede??? Bu vukufsuz ehli vukuf tipleri muhatap alışım, maalesef bir mecburiyettir. Zira cevap verilmeyince okuyucuları bunları gerçekten de “allame” zannediyor…

Risale-i Nur’a vakıf olanlar pekâlâ bilirler ki risalelerin şöyle ya da böyle izahıyla ilgili Bediüzzaman’ın bizzat kendisi bir ölçü koymuştur. Ölçü; Sözler mecmuası, Konferans bahsinde mealen şu şekilde izah ediliyor: “Risale-i Nurlar’ın izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat, bu hususta arz edeyim ki Üstadımız Bediüzzaman, bir Nur Talebesi’ne Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek lütfunu bahşederken izah ettirmiyordu, okunan risalenin izahı gerekiyorsa, başka bir risalede varsa getirtip onu okutuyordu. Diyordu ki Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecede izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basiretli alimler de diyorlar ki bir alimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat o kişi Risale-i Nur’u tafsilata girişip kendi malumatıyla açıklamaya kalkışırsa, bu izahatı Risale-i Nur’un beyan ettiği hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine perde olabilir. Lüzum ediyorsa lügatların manaları verilsin…” Risale-i Nur’la ilgili bir çalışmada, bu ölçüye saygı gösterilmiş olmasını Bahaeddin Sağlam gibi bir “allame” anlayamıyorsa ona “allame” denir mi???

Bahaeddin Sağlam:  1-“Bediüzzaman hakikat tartışmalarına Kur’anî yolu, müstakil ve asıl yol diye dahil etmesinin gerekçesini şöyle temellendiriyor…” İşte bu sözdeki zaaf ve yanlışlar:

a) “Hakikat tartışmaları” ifadesi yanlıştır. Doğrusu “Varlıkta ve kâinatta hakikat var mı? Yok mu?” gibi bir deyim olmalı. Ayrıca Bediüzzaman böyle bir tabiri de kullanmaz. “Hakikat arşına (semasına) çıkan yolların ve miraçların en sağlamı en kısası Kur’an’dır,” diyor. (Nokta Risalesi)

b) Kur’an’ın hakikatin şahidi ve belgesi olması, Asr-ı Saadetten beri var olan ve kullanılan asıl bir yoldur. Bediüzzaman ile literatüre dahil edilmiş değildir.

c) Kur’anî yolun müstakil bir yol olması, anlamsızdır. Çünkü her yol zaten kendine özgü bir yoldur. Ayrıca yazarımız “Akli burhanlar üzerine tesis edilmiş olan Kur’an” diyor. Demek Kur’an’ın müstakil ve asıl yol olduğunu kendi kendine çürütmüş oluyor.

CEVAP 1: a) “Hakikat tartışmaları” ifadesini senin “yanlış” diye değerlendirmen o ifadenin yanlışlığına delalet etmez… Bozuk Türkçe’nle kendini mihenk mi sanıyorsun??? Önce “deyim” neye denir onu öğren… 

b) Bediüzzaman bunu keşfetti diyen mi var??? Mesele onu Bediüzzaman’ın Gazali’den farklı olarak seslendirmiş olması…

c) Kur’anî yolun kelamdan, tasavvuftan, felsefeden ayrı bir yol olarak ele alınması, niçin müstakil bir yol olarak değerlendirilemeyecekmiş??? Sen öyle istediğin için mi??? Hangi kıyas formunu kullanarak “çürütmüş” çıkarımını yapıyorsun???

Bahaeddin Sağlam: 2- “Kur’an, aslî ilimlerin hayati noktalarını içeren bir özdür. Tezhibirruh, riyazatül- kalb, terbiyetül- vicdan, tedbirul-cesed, tedvirül-menzil, siyasetül- medeniye, nizamatül-alem, adab-ı içtimaiye, hukuk, muamelat içermiştir.” İşte bu sözde de zaaf ve yanlışlar vardır. Şöyleki:

a) Kur’an’ın bu gibi psikolojik ve sosyolojik ilimlerin özetlerini içermesi, hakikatin tesbiti çalışmalarına bir katkı olmaz. Olsa olsa, Kur’an’ın mucizeliğinin bir nüktesi olur.

b) Acaba yazar da dahil, Osmanlıca olan, bu ilimlerin isimlerini gerçek manasıyla, hiçbir Nur okuyucusu biliyor mu? Yazar biliyor ise, neden açıklamadı?

CEVAP 2: a) Bediüzzaman’ın konuyu öyle değerlendirmesi senin zekana ters düşüyorsa ne yapalım??? Bozuk Türkçe’nle kendini mihenk mi sanıyorsun???

b) Yazar da Risale-i Nur okuyucuları da senin kadar bilemiyor… Ne yapalım??? Herkes senin kadar “kaliteli” olabilir mi???

Bahaeddin Sağlam: 3- “Kur’an-ı Kerimin nazmındaki cezalet, lafzındaki fesahat, manasındaki belağat, üslubundaki bedaat, beyanındaki beraat ve icaz bunun apaçık bir delilidir.” Buradaki zaaf ve yanlışlar:

a) Edebiyat ve belağat özellikleri olan bu ifadeler, acaba nasıl ve ne şekilde Kur’an’ın, ilimler hazinesi olduğuna delil oluyor?! Bu deyimleri, anlatmadan ve şerh etmeden ve anlamadan, hezeyan tarzında, çok önemli bir iddiaya delil olarak göstermek, acaba nasıl bir akademisyenliktir? Bediüzzaman 25. Sözde bu deyimleri kullanırken hiç olmazsa bir cümle veya bir iki kelime ile onları açmıştır. O açıklayıcı kelimeler burada olmayınca iş, kuşa benzemiş oluyor.

b) Bu sözün, yukarıdaki iki kopuk iddia ile hiç alakası olmadığı halde “Nitekim”ile başlayan ve sonra kullanılan cümlenin de bu üç iddia ile asla alakası yoktur: Şöyle ki:

1) Nesir ile şiir ortası edebi çeşit, Kur’an’dan önce de vardı. Fakat hiçbiri Kur’an kadar belirgin değildir. Neşet Bey ise, “O güne kadar bu tarz, ediplerce hiç bilinmiyordu?” diyor. Halbuki, Risale’de böyle bir ifade yok.

2) “Nazmına ait bu mucizevi özellik” diyor. Hâlbuki nesir ile nazım arası bu üslup tarzı, Bediüzzaman’ın nazımdan kastettiği mana ile alakası yok. Üstad, nazım deyince, “Manaların dizilişini, sağlam bir tanzim ile birbirini takviye etmesini” kastediyor.

3) “Kur’an’ın nazım ile nesir arası olmasından dolayı hiç kimse onu taklit edememiştir.”diyor. Hâlbuki Kur’an’ın taklit edilemeyişinin sebebi, bu üslub özelliği değildir; başka yüzlerce lafzî, ilmî ve manevî özelliklerdir.

4)  “Öyle bir ateşten ürkün ki,” cümlesi, “öyle bir ateşten sakının ki,”olmalı.

5) Bu sayfada, ayetin mealinden ta paragrafın sonuna kadarki Türkçe ifadeler, adeta anlaşılmayacak kadar rakiktirler. Mesela “Kur’an-ı Kerimin benzerini yazmakta…” ifadesi yerine, “Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak” şeklinde olmalı.

CEVAP 3: a) Hezeyan; o ifadelerin Bediüzzaman’a ait olduğunu bildiğin halde bana aitmiş gibi yazmaya çalışman… Sana yakışan bir niteleme hezeyan… Bediüzzaman’ın 25. Sözde konuyu o şekilde izah ettiğini madem biliyorsun, niye böyle bir sual soruyorsun???? 

b) Bediüzzaman bu ifadeyi kullanırken, Kur’an’ın nüzulüne kadar onun üslubu bilinmiyordu demek istiyor… Sen anlamamışsan ne yapalım??? Bediüzzaman’ın neyi, niçin, nasıl kastettiğini insanlar senden öğrenmek mecburiyetinde mi??? Bediüzzman’ın vermiş olduğu meal ifadeleri hoşuna gitmiyorsa söyle de yayıncılar musahhih olarak sana gelsinler…

1- “O güne kadar bu tarz, ediplerce hiç bilinmiyordu?”, ifadesi de Bediüzzaman’a ait, “allame”…

2- “Nazmına ait bu mucizevi özellik”, ifadesi de Bediüzzaman’a ait, “allame”…

3- “Kur’an’ın nazım ile nesir arası olmasından dolayı hiç kimse onu taklit edememiştir.”, ifadesi de Bediüzzaman’a ait, “allame”…

4- “Öyle bir ateşten ürkün ki”, ifadesi de Bediüzzaman’a ait, “allame”…

5- Senin bir cümleyi anlayamayışın, onun anlamsız olduğuna delalet etmez, “allame”… Bu idrak seviyenle kendini alemin mihengi mi zannediyorsun???  

Bahaeddin Sağlam: 4- “Hakikate müteveccih yollar”ifadesi yerine, “Hakikate varan, hakikati bulan” gibi bir deyim olmalı. Çünkü Üstad“Hakikate çıkan yollar”ifadesini kullanıyor.

Üstadın Risale-i Nur’un yolunun diğer İslamî ulemanın yolundan farklı olduğunu söylemesi, Neşet Hocanın kitabının asıl konusu olan, Tasavvuf, Felsefe, Kelam ve Kur’an yollarının farklılıklarını anlatmasından farklı bir tahlildir. Üstadın burada eleştirdiği, müsbet ilimler veya diğer dini ekoller değildir; materyalize olmuş, pozitivizmi din olarak kabul etmiş olan Avrupa felsefesi ve onlara kanan çağdaş mütefekkirlerdir.

Bu sayfada son paragrafta Neşet Hocanın “Ehl-i Hakikat”deyimini, Kelam mensupları ve mütekellimin diye değiştirmesi yanlıştır. Çünkü Üstad aynı yerde, Celaleddin-i Rumi gibi zatlara  ehl-i hakikat diyor. Ve o zat kelamcı değildir.

CEVAP 4: “Hakikate müteveccih yollar” ifadesi, Bediüzzaman’a ait… İnsanlar senin kullandığın ifadeleri kullanmak mecburiyetinde mi??? Bozuk Türkçe’nle kendini mihenk mi sanıyorsun??? Bediüzzaman’ın; Risale-i Nur’un yolunun diğer İslamî ulemanın yolundan farklı olduğunu söylemesi; Tasavvuf, Felsefe ve Kelam yollarından farklılığını anlatmak içindir… Kitabın yazarı; Bediüzzaman’ın, pozitivist ve materyalist felsefeyi eleştirdiğini söylemiyor mu??? Kitapta; “Ehl-i Hakikat” deyimi, kelam mensupları veya mütekellimin diye değiştirilmemiştir; Celaleddin-i Rumi ve Gazali gibi zatlara izafe edildiği belirtilmiştir… 

Bahaeddin Sağlam: 5- “İstiğrak ehlinin akıl gözünü, kelam ehlinin kalb gözünü kapadığı yerlerde…”ifadesi Risalede geçmiyor. Üstadın kullandığı ifade şudur: “Eski Said, İmam Rabbani, Celaleddin-i Rumi gibi, manevi seyr u sülüklerinde akıl ve burhan gözleri açık olarak, bir seyr u sülük yaptı, değişti; ve bu müşahedelerini Arabi Mesnevi olarak yazdı. Sonra Yeni Said olarak Risale-i Nurları telif etti.” 

“Risale-i Nur Külliyatı, bu asırda dahili nefs ve şeytanla mücadeleye benzer bir biçimde, hariçteki mütehayyir muhtaçlara ve dalalete giden ehl-i felsefeye karşı o geniş ve külli yolun yegane temsilcisi olmuştur.” diye çok büyük ve önemli bir iddiada bulunmuştur.

Acaba hiçbir insan hatta ilim adamı dahi bu cümleden hiçbir şey anlayabilir mi? Yoksa Nurcular, laf salatasıyla, sadece siyasi propaganda gibi propaganda mı yapıyorlar? denilir.

CEVAP 5: “İstiğrak ehlinin akıl gözünü, kelam ehlinin kalb gözünü kapadığı yerlerde…” ifadesi, aynen bu şekilde Risale-i Nur’da geçmektedir… “Allame”, bilmiyorsan; kitapları aç ve bak… “Risale-i Nur Külliyatı, bu asırda dahili nefs ve şeytanla mücadeleye benzer bir biçimde, hariçteki mütehayyir muhtaçlara ve dalalete giden ehl-i felsefeye karşı o geniş ve külli yolun yegane temsilcisi olmuştur…” ifadesi, aynen bu şekilde Risale-i Nur’da geçmektedir… “Allame”, madem “çok büyük ve önemli bir iddia” diyorsun, kendini Risale-i Nur’a nispet etme… Zaten senin gibiler nispetle var olmaya çalıştıkları için, Risale-i Nur’u bir türlü anlayamıyorlar ve senin gibi laf salatası yapıyorlar… İddiada bulunan Bediüzzman’ın kendisi… Bediüzzaman’ın senin kadar “alim” olmadığını düşünüyorsan, biz ne yapalım???? Nurcuların hepsinin senin kadar laf salatası yapabileceklerini hiç sanmıyorum… Risale-i Nur’un ifadelerini düzelteceğine kendin daha güzelini yaz da millet “allame” görsün…

Bahaeddin Sağlam: 6- İşte Mesnevinin takdimi içinde bu cümlenin asıl ve açık ve anlaşılır şekli şudur:

“Yeni Said bu manevi seyr u sülükünde (Mesnevideki) manevi tesbitleriyle nefis ve şeytanını (dolayısıyla diğerlerinin de nefis ve şeytanını) mağlup edip susturduğu gibi; bu Mesneviden ayrı olarak sonradan yazdığı Risale-i Nur ile de, ehl-i ilhad ve ehl-i dalaleti tam susturmuştur. Demek Arabi Mesnevi, insanın içindeki nefis ve şeytanı susturduğu gibi; Risale-i Nur da, mülhid ve sapıklara tam ve susturucu bir cevap oluyor!”

Burada önemli olan şudur: Ehl-i felsefe tabiri geçmiyor. Mülhidler ve ehl-i dalalet tabiri var. Ayrıca Üstad hiçbir yerde ehl-i felsefeye saldırmıyor. Onun saldırdığı şey, materyalize olmuş, tek gözlü Avrupa felsefesidir. Ayrıca Üstad, 30 yıla yakın bir zamanda felsefe ile meşgul olmuştur. Ve Risale-i Nurun tefekkür parçalarının çoğu, Kur’an’ın mihengi altında yazılan felsefi bahislerdir. Üstad “Kur’an, nev-i beşerin  hikmet-i hakikiyesidir” derken  felsefenin bu müsbet boyutunu kastediyor.

[Bu üç sayfadan anlaşılan, Neşet Hoca, bu alıntıların manasını anlamadan, kuru ve eksik bir tarzda onları sadeleştirmiş; sonra, bağlantısız ve hatta hezeyan tarzında bu cümleleri harmanlamıştır.]

CEVAP 6: Senin iktibas ettiğin cümlede ehli felsefe tabirinin geçmemesi; Risale-i Nur’da felsefe hakkında değerlendirme yapılmadığı anlamına mı geliyor, “allame”??? Hezeyan tarzında cümleler kurup, bir felsefe profesörünü “hezeyan”la itham etmek asıl hezeyandır… Felsefenin ne olup ne olmadığını bana öğretebilecek zekâ ve ehliyette değilsin… “Kur’an’ın mihengi altında yazılan felsefi bahis” olup olamayacağını ehline sor da öğren… Bediüzzaman’a “30 yıla yakın bir zamanda felsefe ile meşgul olmuştur. Ve Risale-i Nurun tefekkür parçalarının çoğu, Kur’an’ın mihengi altında yazılan felsefi bahislerdir.” şeklindeki cümleye Risale-i Nur bilenler de Felsefe bilenler de gülmüştür, muhakkak…

Bahaeddin Sağlam: 7-“Eski Said’in bu değişimle hakikate mazhar olduğunu Risale-i Nur Külliyatı açıkça göstermiştir.” Böyle bir ifade Risale-i Nur’da yok.

CEVAP 7: İfadenin Risale-i Nur’da geçip geçmediğini bilmiyorsan, kitapları okuyanlara sor, nerde, kaç yerde geçtiğini söylesinler, “allame”…

Bahaeddin Sağlam: 8- “Hakikati temsil etme iddiasını taşıyan Kur’an-ı Kerim…”ifadesinin ne kadar zaif ve ne kadar anlamsız olduğunu ve eğer bir anlamı olsa da, ne kadar yanlış bir mana olduğunu çocuklar dahi bilmez mi?

CEVAP 8: “Hakikati temsil etme iddiasını taşıyan Kur’an-ı Kerim…” ifadesinin semantik ve sentaktik açıdan yanlış bir tarafının olmadığını işin ehli olanlar bilir… Türkçe bilen çocuklar kadar Türkçe bilmediğin için manayı anlayamamışsın, “allame”… Eğer anadilin Türkçe olmadığı için anlayamıyorsan, anlayamadığın dilde nasıl münekkit olmaya kalkışıyorsun???

Bahaeddin Sağlam: 9- Ve metinde olmayan “ilm-i ezeli cihetinden gelen ilahi hitabenin hazinesi”gibi ilaveler var. Allah’ın temel özellikleri manasında olan “ilahi şuûn”deyimi “ilahi tezahür”diye çevrilmiş. Kitapta “işin neticesi, gereği, sonucu”manasında olan bütün “şe’n”kelimeleri de, tezahür,diye çevrilmiştir.

CEVAP 9: Metinde hangi ifadelerin bulunup bulunmadığını bilmiyorsan, Risale-i Nur’u anlayarak okuyanlara sor, nerde, kaç yerde geçtiğini söylesinler… Şuûn, şe’n gibi kelimeler Türkçe’leşmiş olan tezahür kelimesiyle ifade edilmişse kolay anlaşılsın diyedir… Herkes senin gibi “lügat alimi” mi???

Bahaeddin Sağlam: 10- “Kur’an-ı Kerim eşya ve hayatın izahına dair neler ihtiva ettiği” sorusuna B. Said Nursi şu cevabı veriyor.”diyor, hocamız. Bu sayfadan önce, Kur’an’ın tarifinde onlarca cümle geçti, onlar içinde böyle bir cümle geçmiyor. Risale-i Nur’da da böyle bir cümle geçmiyor. Tam aksine, 25. Söz gibi Risalelerde “Kur’an’ın sonsuz bir camiiyeti ve kapsamlılığı var,”deniliyor.Hocanın böyle bir soruya karşı: “Bediüzzaman’ın cevabı,” Kur’an’ın temel maksadları olan Tevhid, Nübüvvet, İbadet ve Haşirdir”şeklinde açıklaması tutarsızdır. Çünkü: Üstadın bu dört maksadı esas olarak göstermesinin gerekçesi daha farklıdır.Bu dört meselenin esas maksat olması, Kur’an’ın camiiyetine sınır getirmiyor.Hoca bu dört maksadı sayarken “adalet” yerine ibadeti koyması da, gösteriyor ki, o bu dört maksadı da anlamamıştır.

CEVAP 10: Kur’an’ın temel maksatları olan Tevhid, Nübüvvet, İbadet ve Haşirdir” cümlesini yazarken “adalet” terimini kullanmadığının farkında değil misin??? Kaldı ki “adalet” teriminin yerine “ibadet” terimini kullanan Bediüzzaman’ın kendisi… “Adalet” ve “ibadet” kelimelerinin farklı olduğunu sadece sen mi biliyorsun??? Tevhid, Nübüvvet, İbadet ve Haşir konuları felsefedeki eşya ve hayatın izahını içerir… Bunu senin kabul etmemen kimi bağlar, “allame”??? 

Bahaeddin Sağlam: 11- “Adem ve Havva’nın nesli olan insanlar”deyimi yanlıştır. Risalede sadece “Biz Benî Adem olan insanlar.” ifadesi geçiyor.İşte bu acaip ve mantıksız ifadenin doğrusu şöyledir: “Vaktaki kâinat sahrasında beni Âdem, acip ve büyük bir kafile olarak, diğer varlıklarla beraber birbiri arkasında, asırlar üstünde, geçmiş zamanın derelerinden şehir ve meşherlerinden sefer edip varlık ve hayat sahrasında yürüyerek, geleceğin yüksek dağlarına doğru, oradaki bağlara göz dikmişken… Yeryüzünün hilafetine mazhariyetleri ve her şeye müdahale etmeleri sebebiyle bütün varlıklar insanlarla ilgilenip, onlar namına felsefe karşılarına çıkıp şöyle sormuştur…”

CEVAP 11: “Adem ve Havva’nın nesli olan insanlar” ifadesinin Risale-i Nur’da geçtiğini bir sonraki cümlende zikrediyorsun… Benim ifadem olduğunu zannediyorsan Risale-i Nur’u anlayarak okuyanlara sor, nerde, kaç yerde geçtiğini söylesinler… Mantıksız dediğin ifade Bediüzzaman’a ait… Risale-i Nur’un ifadelerini düzelteceğine kendin daha güzelini yaz da millet “allame” görsün…

Bahaeddin Sağlam: 12- Felsefenin (fenn-i hikmetin) sorduğu sualler: 1) “Nereden geliyorsunuz, nereye gideceksiniz?”2) “Ne yapacaksınız?”3) “Sahibiniz, sultanınız kimdir?”4) “Temsilciniz ve reisiniz kimdir?”dört iken; Hoca manayı anlamadığından, sadece “Kimsiniz, nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?”şeklinde mana olarak tek bir soruyu vermiştir. Haliyle soru, bir tek olunca cevabı da sadece Haşir olur. Yine Neşet Hocaya sormak lazım: Acaba insanlık kafilesi, kabirden geçip ahirete gittikten sonra, daha felsefenin sorularına ve bu sorulara verilecek cevaplara hiç ihtiyaç kalır mı? Acaba ahirette adalet, ibadet ve nübüvvet müesseseleri var mı?

CEVAP 12: Felsefenin temel problemlerinin ne olup ne olmadığını bilebilecek zekâi ehliyette değilsin… Bu nedenle anlamsız sorularını cevaplandırmıyorum. Cevaplandırsam da anlamaya kapasiten yetmez, “allame”…

Bahaeddin Sağlam: 13- Kur’an’ın, cezalet, belağat, bedaat ve beraat özellikleri ile hakikate giden yolların en kısası, en doğrusu, en kapsamlısı olması arasında asıl ve direkt bir bağlantı yok. Bundan anlıyoruz ki; hoca bu temel edebi deyimlerin manasını bilmiyor. Ve bir akademisyenin manasını bilmediği bir şeyi aktarması, onu delil göstermesi çok  yanlış bir duruştur.

CEVAP 13: Kur’an’ın, cezalet, belağat, bedaat ve beraat özellikleri ile hakikate giden yolların en kısası, en doğrusu, en kapsamlısı olması arasında bağ kuran Bediüzzaman’dır. Bunu senin gibi bir “allame” anlayamamışsa başkasının suçu mu??? Bizim neyi bilip neyi bilmediğimizi ölçebilecek zekâi kalibrede değilsin… Akademisyenliğin ne demek olduğunu senin gibi akademisyen olmayanlar bilemez…

Bahaeddin Sağlam: 14- “Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği esas itibari ile, iki delille temellendirilmektedir.”Burada yine önemli bir eksiklik var: “Çünkü, Kur’an’ın tevhide delaletini sadece iki delile dayandırmak, Eski Said’in veciz eserlerine mahsus bir yöntemdir. Yeni Said ise bu iki delili 200 delile çıkardı. Bu fark verilmeyince okuyucu sadece Eski Said’i görmüş oluyor. Hâlbuki Kitap, bütün Risale-i Nur’u esas alma iddiasındadır.” “Delili inayet; eşyanın gayesini tafsil eden bütün Kur’an ayetleri, bu delili ifade etmektedir.”Bu cümleden hiçbir şey anlaşılmıyor.

CEVAP 14: “Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği esas itibari ile iki delille temellendirilmektedir.”, ifadesi madem Bediüzzaman’a ait, neyin derdindesin??? 200 delilin ne olduğunu yazarsan, insanlar senin “allame” olduğunu öğrenir, yaz da görsünler !? Delili inayet; eşyanın gayesini tafsil eden bütün Kur’an ayetleri, bu delili ifade etmektedir.”, cümlesinden bir şey anlamıyorsan, o cümle de Bediüzzaman’a ait, “allame”…

Bahaeddin Sağlam: 15-“Mevcudatın silsilesindeki halkalarda saklanmaz hikmetleri…”Acaba bu cümle bir mana ifade ediyor mu? Acaba kitapta yüzlerce geçen bu gibi sakat cümleler, kitabın ve dolayısıyla Risalenin değerini yerin dibine batırmıyor mu?!

CEVAP 15: “Mevcudatın silsilesindeki halkalarda saklanmaz hikmetleri…” cümlesi, Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine, onun isteği üzerine müdahaleyi doğru bulmuyor, o kadar; “allame”… 

Bahaeddin Sağlam: 16- “Delil-i inayet, Kur’an-ı Kerimde mümkün olan bütün yönleriyle ve en mükemmel şekliyle bulunmaktadır.”İşte anlaşılmayan bu cümlenin aslı şöyledir: “Kur’an’da delil-i inayet, anlatılması mümkün olan vecihlerin en mükemmel vechi (biçimi) ile vardır.”

CEVAP 16: İfade aynıyla Bediüzzaman’a aittir… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 17- “Sınıfların tahavvulu da hakiki inkılabın gayridir.” Manasız ve absürt bir ifade…

CEVAP 17: İfade Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 18-“Madde denilen şeyse, tağayyür eden suretlerden ve hadiselerin hareketlerinden tecerrüt etmediğinden yaratılması muhakkaktır.” Acaba bir şey anlaşılıyor mu?

CEVAP 18: İfade Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 19- Yine bir harika iddia daha: “Demek ki; türlerin fasileleri ve arazlarının ayırt edici özellikleri, zorunlu olarak adem-i sırftan var edilmişlerdir.”

CEVAP 19: İfade Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 20- Huseyin-i Cisri’nin seyidliği Risalede geçmiyor. Neşet Hoca ise bunu özellikle vurguluyor. Kaynak verilse iyi olur.

CEVAP 20: “Hüseyin-i Cisri’nin seyyidliği” ifadesi, Bediüzzaman’a ait… Risale-i Nur’u okuyanlara sor, nerde, kaç yerde geçtiğini söylesinler… Böyle bir mevzunun felsefi bir tartışmayla zaten ilgisi de yok, “allame”…

Bahaeddin Sağlam: 21- “Peygamberler, ubudiyet-i külliye cihetiyle Dergah-ı İlahiye’nin elçisi oldukları gibi; kurbiyet ve risalet cihetiyle de Dergah-ı İlahiyenin memurudurlar.” cümlesi hem paradoks olmuştur; hem de eksiktir.

CEVAP 21: İfade Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 22- Kitapta ibadetin adalete bedel olarak ve tek başına Kur’an’ın dört temel maksatlarından biri olarak gösterilmesi ve Üstadın Bakara, 23. ayetin tefsirinde ibadetin sosyal ve psikolojik faydalarını anlatan makaleyi, Kur’an ayetlerinin meal ve manası imiş gibi göstermenin sathiliğini anlatmak için hiç kelime bulamıyorum. Belki, “çocuksu hissiyat ve çağrışımlar”gibi bir deyim ile özetlenebilir.

CEVAP 22: İbadetin adalete bedel olarak ve tek başına Kur’an’ın dört temel maksatlarından biri olarak gösterilmesi, Bediüzzaman’ın bir değerlendirmesidir…Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 23- Neşet Hoca “Peygamberin Allah ile ilişkisinin delili mucizelerdir.”diyeceğine; yani Risaleden aktaracağına “Peygamber Allah ile münasebetini ve alakasını göstermek için bir takım delillere muhtaçtır. Bu tür deliller de ancak mucizelerle desteklenir.” diye işi anlamsız bir ifadeye sokmuştur. “İnsan ibadet sayesinde nizama ittiba etmesiyle hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet Kâinat sayfalarında parlayan sanat nakışlarıyla tebarüz eder.”Acaba hiçbir şey anladınız mı?

CEVAP 23: İfade Bediüzzaman’a ait… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 24- “İbadet, fikirleri Sani-i Hakim olan Cenab-ı Hakka çevirmek içindir. Ona yönelmek ise; Ona itaat etmeyi netice verir. Ona itaat etmek ise, insanı kâinattaki meşhud ve cihanşümul düzene ulaştırır. O düzene ayak uydurmak ise, kâinat ağacının meyve vermesini gerçekleştirir. Ki varlık alemi manasız ve faydasız kalmasın. Çünkü kâinattaki mükemmel sanat ve harikalar, varlığın manasız ve abes olmadığını gösterir.” “İbadette insanların kusurları ise; umum kâinatın hukukuna tecavüzdür.”cümlesi, Risalelerde geçmediği gibi, mealen aksi cümleler bile var: “İnsanların ibadetini eksik ve kusurlu bilmesi, ubudiyetin gereğidir”gibi. Galiba bu cümlenin doğrusu şöyle olmalı: “İmansızlık ve küfür, umum kâinatın hukukuna tecavüzdür.” “İyilikle kötülüğün, çirkinlikle güzelliğin birbirinden tefrik edilmeyecek derecede karışık olması, lazımdır ki insanların dereceleri ortaya çıksın…”Evvela Risalelerde böyle bir cümle yok. Ayrıca tefrik edilmeyecek derecede ise, insanlar, iyilik ile kötülüğü nasıl seçebilecekler ki, imtihan gerçekleşsin. Üstadın gayet mukni bir şekilde 10. Söz ve 29. Söz’de bütün gerekçeleri ile verdiği bu 12 delili, Neşet Hoca’nın kısa ve anlaşılmaz bir biçimde, 2-3 sayfa içinde sunması, ve gayet soğuk bir üslup kullanması; ve “Bu 12 delil, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, Cennetinkapılarını açacaklardır.” gibi, alay edilecek bir ifade ile özetlemesiyle gayet çirkin bir metod numunesi göstermiş oluyor.

CEVAP 24: Kitapta tırnak içerisinde kullanılan ve senin de tırnak içerisinde yazdığın bütün cümleler, aynıyla Bediüzzaman’a aittir. Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi… Ayrıca senin gibi malumatfuruş olmadığından, konuyu felsefenin temel problemleri ile sınırlandırdı ve o ölçüde de Bediüzzaman’ın cevaplarına yer verdi… “Çirkin bir metot numunesi” nitelemelerinin nereye gideceğini anlayamayan “allame”…

Bahaeddin Sağlam: 25- Neşet Hoca bütün kitapta “Kur’an, her yönüyle akıl, ilim ve gerçek deliller üstüne müesses olan bir bilgi kaynağıdır.”diyor. Ve bu sayfada, Haşri sadece Kur’an ayetleriyle temellendirmek, totoloji ve paradox olur, diyor. Acaba Hoca, bu gibi çelişkilerinde neden paradoxlarının farkına varamamıştır.

CEVAP 25: “Kur’an, her yönüyle akıl, ilim ve gerçek deliller üstüne müesses olan bir bilgi kaynağıdır.” cümlesi aynıyla Bediüzzaman’a aittir… Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 26- Bediüzzaman, “alemin harabiyetinin imkan dairesinde olduğunu alemde carî olan tekamül kanununa ve bu kanuna tabi olan neşvunema kanunuyla temellendirir…” İşte hiçbir şey anlaşılmıyor. Ayrıca Neşet Hoca en rahat anlaşılabilecek kelimeleri sadeleştirirken “Tekamül Kanunu”ve “Neşvunema”gibi deyimleri aynen bırakıyor. Üstadın gayet mukni bir şekilde 10. Söz ve 29. Söz’de bütün gerekçeleri ile verdiği bu 12 delili, Neşet Hoca’nın kısa ve anlaşılmaz bir biçimde, 2-3 sayfa içinde sunması, ve gayet soğuk bir üslup kullanması; ve “Bu 12 delil, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, Cennetin kapılarını açacaklardır.”gibi, alay edilecek bir ifade ile özetlemesiyle gayet çirkin bir metod numunesi göstermiş oluyor.

CEVAP 26: Kitapta tırnak içerisinde kullanılan ve senin de tırnak içerisinde yazdığın bütün cümleler, aynıyla Bediüzzaman’a aittir. Kitabın yazarı senin gibi “allame” olmadığından, Bediüzzaman’ın ifadelerine müdahale etmedi, o kadar…

Bahaeddin Sağlam: 27- Felsefe ile birebir ilişkili olan birkaç deyim yanlış çevrilmiştir:“Ahlaki ilkesi, kişisel menfaattir”deyimi üç yönden yanlış ve eksik olmuştur: Doğrusu şudur: “Felsefenin hayat-i içtimaiyedeki hedefi, menfaattir”Yani, konu kişisel menfaat değildir. Konu bireysel bir mesele değildir, toplumsaldır. Metindeki kelime de “Ahlaki ilke”değil de “Hedef”kelimesidir. “Felsefenin hikmeti”deyimini de izah etmek gerekiyor. Özetle şudur: “Felsefenin, varlığa bireye ve topluma bakış açısı ve kendince bu üç şeye getirdiği bilimsel anlayışı..”Hikmet, Osmanlıca da, “mantık, fen ilimleri, eşyanın faydalı yönü ve ilahi evrensel sıfat.” diye dört manaya geliyor. Bu sayfada on sefer geçen “bir şeyin gereği sonucu”manasına gelen “şe’n”kelimesinin hepsini “tezahür”diye çevirmiştir. Bu da çok açık bir yanlıştır. İşte elinizdeki bu rapor, kitabın sadece 20 sayfasından ortaya çıkan yanlışların tesbitidir.

CEVAP 27: Felsefenin ne olduğunu bilecek zekâi ehliyette değilsin, onun için beyhude ahkâm kesme… Bediüzzaman’ın kastettiği ve eleştirdiği şey, kişisel menfaattir… Felsefenin “f”sinden anlamadığının delili; “Felsefenin, varlığa bireye ve topluma bakış açısı ve kendince bu üç şeye getirdiği bilimsel anlayış…” şeklinde kurmuş olduğun cümledir… Hakiki felsefecilere sor, öğren… Senin gibi “vukufsuz ehli vukuf” tipler, kriterimiz değil ki “yanlış” dediklerine “yanlış”; “doğru” dediklerine “doğru” deyip, yazdıklarından ders çıkaralım… Sözde eleştirilerinin çoğu aynı mahiyette olduğu için bu kadar cevapla iktifa etmelisin. Gayenin bağcıyı dövmek ve üzüm yemek değil de “dinin ve Risale-i Nur kültürünün sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olmak” ise önce dini ve Risale-i Nur’u öğren… Kaldı ki senin gibi tiplerin beni dövmeye kalibresi yetmez… Cevap vermesem, eleştirilerini çok değerli zannedecek, felsefe profesörüne haddini bildirdim, sükût ikrardandır, diye hava atacaksın; versem, vakit kaybı… Yazabiliyorsan sen daha iyilerini yaz, insanlar da seni okusun, “allame”… 

SON SÖZ:

Allameliği kendinden menkul “allame” Bahaeddin Sağlam; anlaman için tekrar vurguluyorum: Bana ait zannederek güya tenkit ettiğin cümlelerin tamamı Bediüzzaman’a ait… Risale-i Nur’a nispetlerinden ötürü kendilerini “adam” dahası “allame” zanneden bir-iki tipe benzer tenkitlerinden ötürü daha önce de demiştim: Senin gibi “eblehü’l-bülahadan tebellüh etmiş ebleh”ler hem Risale-i Nur’a hem de Felsefe’ye vakıf olsaydı; 50 yıldır yayınlanan Risale-i Nur Külliyatı’ndan SÖZLER mecmuasındaki KONFERANS metninde geçen “Müfessirin Kur’an ve iman hakikatlerini cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi, yani pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması” şeklindeki ifade düzeltilmez miydi??? Bediüzzaman, pozitivist mi??? Bediüzzaman, pozitivizmi bir esas mı ittihaz etmiştir??? Bu “allame” “Ham bilgi aktarıcısı olmayan, alim-i mürşid, koyun” tipler acaba niçin bu yanlışı düzeltememiştir??? Noktayı Bediüzzaman koysun: Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur. Bundandır ki âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müspete hiç yanaşmaz… 

Prof. Dr. Neşet TOKU

DEĞERLİ KARDEŞİMİZ PROF. DR. NEŞET TOKU’NUN “RİSALE-İ NUR’DA FELSEFE ELEŞTİRİSİ” ADLI KİTABININ SADECE YİRMİ SAYFASINDAKİ (85-104) YANLIŞLARIN TESBİTİ VE TASHİH RAPORUDUR. 

 Bahaeddin SAĞLAM

(21. 03. 2010)

 Sh: 85

1- “Bediüzzaman hakikat tartışmalarına Kur’anî yolu, müstakil ve asıl yol diye dahil etmesinin gerekçesini şöyle temellendiriyor…” İşte bu sözdeki zaaf ve yanlışlar:

d) “Hakikat tartışmaları”ifadesi yanlıştır. Doğrusu “Varlıkta ve kâinatta hakikat var mı? Yok mu?”gibi bir deyim olmalı. Ayrıca Bediüzzaman böyle bir tabiri de kullanmaz. “Hakikat arşına (semasına) çıkan yolların ve miraçların en sağlamı en kısası Kur’an’dır,” diyor. (Nokta Risalesi)

e) Kur’an’ın hakikatin şahidi ve belgesi olması, Asr-ı Saadetten beri var olan ve kullanılan asıl bir yoldur. Bediüzzaman ile literatüre dahil edilmiş değildir.

f) Kur’anî yolun müstakil bir yol olması, anlamsızdır. Çünkü her yol zaten kendine özgü bir yoldur. Ayrıca yazarımız “Akli burhanlar üzerine tesis edilmiş olan Kur’an”diyor. Demek Kur’an’ın müstakil ve asıl yol olduğunu kendi kendine çürütmüş oluyor.

2- “Kur’an, aslî ilimlerin hayati noktalarını içeren bir özdür. Tezhibirruh, riyazatül- kalb, terbiyetül- vicdan, tedbirul-cesed, tedvirül-menzil, siyasetül- medeniye, nizamatül-alem, adab-ı içtimaiye, hukuk, muamelat içermiştir.” İşte bu sözde de zaaf ve yanlışlar vardır. Şöyleki:

c) Kur’an’ın bu gibi psikolojik ve sosyolojik ilimlerin özetlerini içermesi, hakikatin tesbiti çalışmalarına bir katkı olmaz. Olsa olsa, Kur’an’ın mucizeliğinin bir nüktesi olur.

d) Acaba yazar da dahil, Osmanlıca olan, bu ilimlerin isimlerini gerçek manasıyla, hiçbir Nur okuyucusu biliyor mu? Yazar biliyor ise, neden açıklamadı?

3- “Kur’an-ı Kerimin nazmındaki cezalet, lafzındaki fesahat, manasındaki belağat, üslubundaki bedaat, beyanındaki beraat ve icaz bunun apaçık bir delilidir.” Buradaki zaaf ve yanlışlar:

c) Edebiyat ve belağat özellikleri olan bu ifadeler, acaba nasıl ve ne şekilde Kur’an’ın, ilimler hazinesi olduğuna delil oluyor?! Bu deyimleri, anlatmadan ve şerh etmeden ve anlamadan, hezeyan tarzında, çok önemli bir iddiaya delil olarak göstermek, acaba nasıl bir akademisyenliktir? Bediüzzaman  25. Sözde bu deyimleri kullanırken hiç olmazsa bir cümle veya bir iki kelime ile onları açmıştır. O açıklayıcı kelimeler burada olmayınca iş, kuşa benzemiş oluyor.

d) Bu sözün, yukarıdaki iki kopuk iddia ile hiç alakası olmadığı halde “Nitekim”ile başlayan ve sonra kullanılan cümlenin de bu üç iddia ile asla alakası yoktur: Şöyle ki:

6) Nesir ile şiir ortası edebi çeşit, Kur’an’dan önce de vardı. Fakat hiçbiri Kur’an kadar belirgin değildir. Neşet Bey ise, “O güne kadar bu tarz, ediplerce hiç bilinmiyordu?” diyor. Halbuki, Risale’de böyle bir ifade yok.

7)  “Nazmına ait bu mucizevi özellik” diyor. Hâlbuki nesir ile nazım arası bu üslup tarzı, Bediüzzaman’ın nazımdan kastettiği mana ile alakası yok. Üstad, nazım deyince, “Manaların dizilişini, sağlam bir tanzim ile birbirini takviye etmesini” kastediyor.

8) “Kur’an’ın nazım ile nesir arası olmasından dolayı hiç kimse onu taklit edememiştir.”diyor. Hâlbuki Kur’an’ın taklit edilemeyişinin sebebi, bu üslub özelliği değildir; başka yüzlerce lafzî, ilmî ve manevî özelliklerdir.

9) “Öyle bir ateşten ürkün ki,”cümlesi, “öyle bir ateşten sakının ki,”olmalı.

10) Bu sayfada, ayetin mealinden ta paragrafın sonuna kadarki Türkçe ifadeler, adeta anlaşılmayacak kadar rakiktirler. Mesela “Kur’an-ı Kerimin benzerini yazmakta…” ifadesi yerine, “Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak” şeklinde olmalı.

Sh: 86

“Hakikate müteveccih yollar”ifadesi yerine, “Hakikate varan, hakikati bulan” gibi bir deyim olmalı. Çünkü Üstad“Hakikate çıkan yollar”ifadesini kullanıyor.

Bu 86. sayfada, Üstadın Risale-i Nur’un yolunun diğer İslamî ulemanın yolundan farklı olduğunu söylemesi, Neşet Hocanın kitabının asıl konusu olan, Tasavvuf, Felsefe, Kelam ve Kur’an yollarının farklılıklarını anlatmasından farklı bir tahlildir. Üstadın burada eleştirdiği, müsbet ilimler veya diğer dini ekoller değildir; materyalize olmuş, pozitivizmi din olarak kabul etmiş olan Avrupa felsefesi ve onlara kanan çağdaş mütefekkirlerdir.

Bu sayfada son paragrafta Neşet Hocanın “Ehl-i Hakikat”deyimini, Kelam mensupları ve mütekellimin diye değiştirmesi yanlıştır. Çünkü Üstad aynı yerde, Celaleddin-i Rumi gibi zatlara ehl-i hakikat diyor. Ve o zat kelamcı değildir.

Sh: 87

1- “İstiğrak ehlinin akıl gözünü, kelam ehlinin kalb gözünü kapadığı yerlerde…”ifadesi Risalede geçmiyor. Üstadın kullandığı ifade şudur: “Eski Said, İmam Rabbani, Celaleddin-i Rumi gibi, manevi seyr u sülüklerinde akıl ve burhan gözleri açık olarak, bir seyr u sülük yaptı, değişti; ve bu müşahedelerini Arabi Mesnevi olarak yazdı. Sonra Yeni Said olarak Risale-i Nurları telif etti.” 

2- “Risale-i Nur Külliyatı, bu asırda dahili nefs ve şeytanla mücadeleye benzer bir biçimde, hariçteki mütehayyir muhtaçlara ve dalalete giden ehl-i felsefeye karşı o geniş ve külli yolun yegane temsilcisi olmuştur.”diye  çok büyük ve önemli bir iddiada bulunmuştur.

Acaba hiçbir insan hatta ilim adamı dahi bu cümleden hiçbir şey anlayabilir mi? Yoksa Nurcular, laf salatasıyla, sadece siyasi propaganda gibi propaganda mı yapıyorlar? denilir.

İşte Mesnevinin takdimi içinde bu cümlenin asıl ve açık ve anlaşılır şekli şudur:

“Yeni Said bu manevi seyr u sülükünde (Mesnevideki) manevi tesbitleriyle nefis ve şeytanını (dolayısıyla diğerlerinin de nefis ve şeytanını) mağlup edip susturduğu gibi; bu Mesneviden ayrı olarak sonradan yazdığı Risale-i Nur ile de, ehl-i ilhad ve ehl-i dalaleti tam susturmuştur. Demek Arabi Mesnevi, insanın içindeki nefis ve şeytanı susturduğu gibi; Risale-i Nur da, mülhid ve sapıklara tam ve susturucu bir cevap oluyor!”

Burada önemli olan şudur: Ehl-i felsefe tabiri geçmiyor. Mülhidler ve ehl-i dalalet tabiri var. Ayrıca Üstad hiçbir yerde ehl-i felsefeye saldırmıyor. Onun saldırdığı şey, materyalize olmuş, tek gözlü Avrupa felsefesidir. Ayrıca Üstad, 30 yıla yakın bir zamanda felsefe ile meşgul olmuştur. Ve Risale-i Nurun tefekkür parçalarının çoğu, Kur’an’ın mihengi altında yazılan felsefi bahislerdir. Üstad “Kur’an, nev-i beşerin  hikmet-i hakikiyesidir” derken  felsefenin bu müsbet boyutunu kastediyor.

[Bu üç sayfadan anlaşılan, Neşet Hoca, bu alıntıların manasını anlamadan, kuru ve eksik bir tarzda onları sadeleştirmiş; sonra, bağlantısız ve hatta hezeyan tarzında bu cümleleri harmanlamıştır.]

3- “Eski Said’in bu değişimle hakikate mazhar olduğunu Risale-i Nur Külliyatı açıkça göstermiştir.” Böyle bir ifade Risale-i Nur’da yok. Bunun asıl manası şudur:

“Eski Saidin bu değişiminin delili Mesnevideki hakikatlerdir. Bu kitapdaki meşhudat ve malumat aynel-yakin katiyetindedir. Eğer tam izah edilse Risale-i Nur’un bir vazifesini (manevi irşad görevini) yerine getirir. Hulasa: Mesnevi, insanın iç nefis ve şeytanını mağlup edip onları susturuyor. Risale- i Nur da, sosyal hayatta dalalet cereyanlarını mağlup edip, mütehayyirleri kurtarıyor.”

4- Bu 87. sayfada kullanılan “Hakikati temsil etme iddiasını taşıyan Kur’an-ı Kerim…”ifadesinin ne kadar zaif ve ne kadar anlamsız olduğunu ve eğer bir anlamı olsa da, ne kadar yanlış bir mana olduğunu çocuklar dahi bilmez mi?

5- Bu sayfada, Kur’an’ın tarifi verilmiş; herkesin anlayabileceği kelimeler sadeleştirilmiş. “Muzmer”“Kavl-ı Şarih”gibi onlarca anlaşılmayan ve izah isteyen deyim ve kelimeler ise aynen bırakılmıştır.

6- Ayrıca birçok önemli ifadeler atlanmış. Ve metinde olmayan “ilm-i ezeli cihetinden gelen ilahi hitabenin hazinesi”gibi ilaveler var. Allah’ın temel özellikleri manasında olan “ilahi şuûn”deyimi “ilahi tezahür”diye çevrilmiş. Kitapta “işin neticesi, gereği, sonucu”manasında olan bütün “şe’n”kelimeleri de, tezahür,diye çevrilmiştir.

Sh: 88

“Kur’an-ı Kerim eşya ve hayatın izahına dair neler ihtiva ettiği”  sorusuna B. Said Nursi şu cevabı veriyor.”diyor, hocamız.

a)  Bu sayfadan önce, Kur’an’ın tarifinde onlarca cümle geçti, onlar içinde böyle bir cümle geçmiyor.

b) Risale-i Nur’da da böyle bir cümle geçmiyor. Tam aksine, 25. Söz gibi Risalelerde “Kur’an’ın sonsuz bir camiiyeti ve kapsamlılığı var,”deniliyor.

c) Hocanın böyle bir soruya karşı: “Bediüzzamanın cevabı,” Kur’an’ın temel maksadları olan Tevhid, Nübüvvet, İbadet ve Haşirdir”şeklinde açıklaması tutarsızdır. Çünkü: Üstadın bu dört maksadı esas olarak göstermesinin gerekçesi daha farklıdır.

d) Bu dört meselenin esas maksat olması, Kur’an’ın camiiyetine sınır getirmiyor.

e) Hoca bu dört maksadı sayarken “adalet”yerine ibadeti koyması da, gösteriyor ki, o bu dört maksadı da anlamamıştır.

f) Bu izahını temellendirirken; azıcık da olsa izah vermediği gibi, açıklama olarak, Risaleden eksik ve yanlış bir şekilde aktardığı temsilde de altı adet yanlış vardır:

1) “Adem ve Havvanın nesli olan insanlar”deyimi yanlıştır. Risalede sadece “Biz Benî Adem olan insanlar.”ifadesi geçiyor.

2)  “Biz Adem ve Havvanın nesli olan insanlar, büyük bir kafile olarak  alem-i ervahtan gelip, vucud ve hayat sahrasında misafir olup kabir kapısından ve haşirden geçerek ebedi ikamet edecekleri istikbalin asli memleketlerine müteveccihen kafile kafile yürümekteyken kâinat hesabına fenn-i hikmet…” 

      İşte bu acaip ve mantıksız ifadenin doğrusu şöyledir:

 “Vaktaki kâinat sahrasında beni Âdem, acip ve büyük bir kafile olarak, diğer varlıklarla beraber birbiri arkasında, asırlar üstünde, geçmiş zamanın derelerinden şehir ve meşherlerinden sefer edip varlık ve hayat sahrasında yürüyerek, geleceğin yüksek dağlarına doğru, oradaki bağlara göz dikmişken… Yeryüzünün hilafetine mazhariyetleri ve her şeye müdahale etmeleri sebebiyle bütün varlıklar insanlarla ilgilenip, onlar namına felsefe karşılarına çıkıp şöyle sormuştur…”

3) Felsefenin (fenn-i hikmetin) sorduğu sualler: 1) “Nereden geliyorsunuz, nereye gideceksiniz?”2) “Ne yapacaksınız?”3) “Sahibiniz, sultanınız kimdir?”4) “Temsilciniz ve reisiniz kimdir?”dört iken; Hoca manayı anlamadığından, sadece “Kimsiniz, nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?”şeklinde mana olarak tek bir soruyu vermiştir. Haliyle  soru, bir tek  olunca cevabı da sadece Haşir olur.

4) Yine Neşet Hocaya sormak lazım:

Acaba insanlık kafilesi, kabirden geçip ahirete gittikten sonra, daha felsefenin sorularına ve bu sorulara verilecek cevaplara hiç ihtiyaç kalır mı? Acaba ahirette adalet, ibadet ve nübüvvet müesseseleri var mı?

 Halbuki yukarıda yazdığımız gibi, sırası ile bu dört soruya cevap verilse; 1. sinin cevabı “Haşir 2. sinin cevabı “Adalet”3. sünün cevabı “Tevhid”4. sünün cevabı da “Nübüvvet”tir.

5) Hoca “Hz. Muhammed Kur’an’da şöyle cevap vermiştir”ifadesini kullanmıştır. Hâlbuki doğrusu şudur: “O, (A.S.M) Kur’an’ın diliyle şöyle cevap vermiştir.”Herhalde herkes bunun farkını anlar.

6) Kur’an’ın, cezalet, belağat, bedaat ve beraat özellikleri ile hakikate giden yolların en kısası, en doğrusu, en kapsamlısı olması arasında asıl ve direkt bir bağlantı yok. Bundan anlıyoruz ki; hoca bu temel edebi deyimlerin manasını bilmiyor. Ve bir akademisyenin manasını bilmediği bir şeyi aktarması, onu delil göstermesi çok  yanlış bir duruştur. Galiba bu paragrafın manası şöyle olmalı! Nokta Risalesinden anlaşıldığı kadarıyla:

Üstad,“Marifet ve hakikat semasına çıkmanın dört yolu var; Felsefe, Kelam, Tasavvuf ve Kur’an. Bu dört yol içinde, üslubun güçlülüğü ve akıcılığı (cezalet) yönünden en parlak; mesafe açısından en kısa; açıklık cihetinden herkesin anlayabileceği bir şekilde en kapsamlı yol Kur’an yoludur.” diyor. 

7) Üstad, burada bu Kur’an yolunu kullanmanın dört aracı var, diyor. Yani bu dört araçtan herhangi birisiyle gitmek mümkündür. Bu araçlar; ilham, eğitim, arınma ve tefekkürdür.Neşet Hoca ise burada iki şeyi eksik yapmış:

a) Kur’anî yolu kullanmanın şartlarından olan bu dördü birden beraber ve ayrılmaz göstermiş.

b) Bu dördü açıklamamış. Ve cümleyi öyle devam ettirmiş ki, sanki bu dört araç, Kur’an’ın dört temel maksadı olan Tevhid, Nübüvvet, Adalet ve Haşirile birebir örtüşüyor.

Sh: 89

1- “Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği esas itibari ile, iki delille temellendirilmektedir.” Burada yine önemli bir eksiklik var:

“Çünkü, Kur’an’ın tevhide delaletini sadece iki delile dayandırmak, Eski Saidin veciz eserlerine mahsus bir yöntemdir. Yeni Said ise bu iki delili 200 delile çıkardı. Bu fark verilmeyince okuyucu sadece Eski Saidi görmüş oluyor. Hâlbuki Kitap, bütün Risale-i Nur’u esas alma iddiasındadır.”

2- “Delili inayet; eşyanın gayesini tafsil eden bütün Kur’an ayetleri, bu delili ifade etmektedir.”

Bu cümleden hiçbir şey anlaşılmıyor. Çünkü cümlenin aslı ve manası şöyledir:

“Allah’ın varlığının  en önemli delillerinden biri, Allah’ın bütün her şeyle kasten ve irade ile inayet buyurmasıdır. Bu inayetin delili de, eşyadaki sayısız hikmet ve gayeleri insana gösteren Kur’an’ın ayetleridir.” Üstad, bu gibi ifadelerle Allah’ın varlığını isbat ettikten sonra, Allah’ın birliğini ayrıca anlatıyor. Neşet Hoca ise Allah’ın varlığının delili olan inayet bahsini tevhid delili olarak da kullanıyor. Demek farkı bilmiyor.

3- “Mevcudatın silsilesindeki halkalarda saklanmaz hikmetleri…”

Acaba bu cümle bir mana ifade ediyor mu? Acaba kitapta yüzlerce geçen bu gibi sakat cümleler, kitabın ve dolayısıyla Risalenin değerini yerin dibine batırmıyor mu?! İşte bu ifadelerin aslı şöyledir: (Bugünkü dil ile)

a) “Evet düzenin varlığının delili olan bütün fen ilimleri, mevcudatın silsilelerindeki (zincirlerindeki) halkalardan asılmış olan maslahatlar ve faydalı ürünleri göstermek ile beraber, büyük değişimler içinde dahi saklanamaz kadar apaçık olan hikmet ve faydaları göstermekle Cenab-ı Hakkın kast ve hikmetinin kesin şahididirler.”

b) “Zooloji ve Botanik ilimleri, sayısı iki yüz bini geçen türlerin büyük peder ve ademleri hükmünde olan ilk başlangıçlarının her birinin hudusuna (sonradan yaratıldığına) şehadet ettiği gibi; vehmi ve göreceli olan kanunlar, kör ve şuursuz olan tabii sebepler ise, bu kadar hayret verici türlerin zincirleme üremelerini ve bu zincirlerdeki bireyler denilen dehşet verici ilahi acaip makinelerin icadı ve inşası için yeterli olmamaları cihetiyle; her bir birey, her bir tür direkt olarak Sani-i Hakimin kudret elinden çıktıklarını ilan ve izhar ediyorlar.”

4- “İki yüz bini mütecaviz enva…”

Bu sayı Eski Said döneminde fenlerin sayabildiği kadardır. Sonra Yeni Said bu sayıyı Risale-i Nur’da 400 bin olarak anlatıyor. Şimdi de bir buçuk milyon olarak biliniyor.

5- “Delil-i inayet, Kur’an-ı Kerimde mümkün olan bütün yönleriyle ve en mükemmel şekliyle bulunmaktadır.” İşte anlaşılmayan bu cümlenin aslı şöyledir:

“Kur’an’da delil-i inayet, anlatılması mümkün olan vecihlerin en mükemmel vechi (biçimi) ile vardır.”

6- Bu sayfada  Hocamız, Muhakematta, İşaratül İ’caz’da ve Nokta Risalesinde, farklı farklı geçen ve üç ayrı manayı gösteren üç dört ayeti tek bir manada gösterip, delil-i inayetin isbatı ve hiç manasını bilmediği burhanul-temanü’ün isbatı ile ilgili olanları birbirine karıştırdığı gibi, delil-i tevhid (birlik delili) ile delil-i inayeti de birbirine karıştırmıştır. Şöyle ki:

a) “Üstad, bu üç kitapta delil-i inayet ile ilgili ayetlerin manasını vererek Allah’ın varlığını isbat ediyor.”

b) “Efela ya’kılûn?”“Kâinata bir bakın”mealindeki ayet fezlekeleriyle Kur’an’ın bu inayet delilini nasıl güçlü bir şekilde gösterdiğini anlatıyor.

c) Sonra yani Allah’ın varlığını isbat ettikten sonra, Allah’ın birliğinin, Kur’an’dan delilini de “Kainatta iki ilah olsa, düzen bozulur”mealindeki ayetten anlaşılan “delil-i temanü” ile yani zıtlaşmanın, tevhide aykırı olduğu gerçeği ile anlatıyor.

Halbuki  Neşet Hoca:

a) Delil-i temanu’ün izahı için olan ayeti, delil-i inayette kullanmıştır.

b) Diğer ayetlerin fezlekelerinin ne manada kullanıldığını anlamamıştır.

c) Tefekkürü emreden ayeti, (yani delil-i inayetin isbatı olan fezlekeyi) delil-i temanü’ için kullanmıştır.

7- Yine 89. sayfada: “Burhanul-temanü”u yani “şirkin uluhiyetin istiklaliyetine zıt olduğu”delilinin ifadesini maalesef: “Teselsülün imkansız olduğunu gösteren deliller”diye çevirmesi, 2×2’nin 7 ettiğini söylemek gibi bir  yanlıştır.

Sh: 91

1- “Şübhesiz fertler de, türler de müteselsilen ezeli değiller.”denilmiştir.

Türlerin ezeli olmadığının manası belli de; acaba fertlerin ezeli olduğunu iddia eden var mı ki, hoca bunu da cümleye katmıştır. Cümlenin aslı şudur:

“Hiçbir tür, zincirleme devam edip ezeli değildir. Çünkü bütün türler mümkündürler. (Olmaları-olmamaları eşittir.) Demek onları varlık alemine çıkarmayı tercih eden bir yaratıcı vardır.”

2- “Sınıfların tahavvulu da hakiki inkılabın gayridir.” Manasız ve absürt bir ifade… Üstadın ifadesinin aslı şudur:

“Türü tür yapan özellik, hakiki ve cevheri bir özelliktir. Türlerin sınıflara ayrılması, (nisbi bir değişimdir;) türdeki hakiki, ve cevherî farkın inkılabı (dönüşmesi) değildir. Çünkü inkılab-ı hakaik, muhaldir.”

Tam metin şöyledir:

“İnkılab-ı Hakikat olmaz. Ara türün nesli ise devam etmez. Sınıfların değişimi ise, inkılab-ı hakaikten farklı bir şeydir.”

3- “Madde denilen şeyse, tağayyür eden suretlerden ve hadiselerin hareketlerinden tecerrüt etmediğinden yaratılması muhakkaktır.” Acaba bir şey anlaşılıyor mu?

Doğrusu şudur:

“Madde dedikleri şey, sürekli değişken olan formdan ve belli bir süre içinde gerçekleşen değişik hareketlerden, sıyrılamadığı için, ezeli olamaz. Çünkü ezeli bir şeyde, değişim ve hareket olmaz.”

4- Yine bir başka anlaşılmayan cümle: “Kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle, türlerdeki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemezler.”  İşte bu cümlenin manası şöyledir:

“Enerji ve form, araz (ilinti) oldukları için türler arasındaki öz ve cevherî olan farklılığı oluşturamazlar.”

Bu sayfada: “A’raz”kelimesini kullanıp da manasını vermemek, Hocanın anlamadığını gösteriyor. Çünkü “A’raz” “araz”kelimesinin çoğuludur. Bu da tek başına var olamayan ilinti ve nitelik demektir.

5- Yine bir harika iddia daha: “Demek ki; türlerin fasileleri ve arazlarının ayırt edici özellikleri, zorunlu olarak adem-i sırftan var edilmişlerdir.”

Bunun da doğrusu şudur:

“Bütün türlerin, onları tür yapan fasılları (ayırt edici özellikleri) ve bütün niteliklerinin temel özellikleri, Allah tarafından adem-i sırftan (sıfırdan) yaratılmışlardır.”

6- “Lazime-i zaruriye-i beyine olan ezeliyet”deyimini “mutlak ayırt edici özellik”diye sadeleştirmek yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ezeliyet, uluhiyetin ayrılmaz, zorunlu bir gereğidir.”

Sh:92

1-“İmkan dairesinin dışındadır.”deyiminin doğrusu, “mümkün değildir, imkan dışıdır”şeklinde olmalı.

2- Bu 92. sayfanın başında “Bu başlangıç ise zorunlu varlık alanının (daire-i vucub) değil; mümkün varlık alanını ifade etmekte olup…”  şeklinde geçen bu ifade, bir anlam ifade etmiyor. Etse de çok yanlış anlaşılabilir.

Doğrusu şudur:

“Bir şeyin başlangıcı varsa, yani sonradan yaratıldığı anlaşılmışsa o şeyin “Vacibul-Vücud” değil de Mümkünül-Vucud olduğu anlaşılır. Mümkünün ise mutlaka bir yaratanı vardır.”

3- Huseyin-i Cisri’nin seyidliği Risalede geçmiyor. Neşet Hoca ise bunu özellikle vurguluyor. Kaynak verilse iyi olur.

Sh: 93

“Peygamberler, ubudiyet-i külliye cihetiyle Dergah-ı İlahiye’nin elçisi oldukları gibi; kurbiyet ve risalet cihetiyle de Dergah-ı İlahiyenin memurudurlar.”cümlesi hem paradoks olmuştur; hem de eksiktir.

Doğrusu şöyledir: “Peygamberler, ubudiyet-i külliye ile, Dergah-ı İlahide insanların temsilcisi oldukları gibi; risalet cihetiyle de, Allah’ın insanlara gönderdiği elçilerdir.”

Sh: 94

Burada ibadeti adalete bedel olarak ve tek başına Kur’an’ın dört temel maksatlarından biri olarak göstermesi, ve Üstadın Bakara, 23. ayetin tefsirinde ibadetin sosyal ve psikolojik faydalarını anlatan makaleyi, Kur’an ayetlerinin meal ve manası imiş gibi göstermenin sathiliğini anlatmak için hiç kelime bulamıyorum. Belki, “çocuksu hissiyat ve çağrışımlar”gibi bir deyim ile özetlenebilir.

Sh:95

1- Neşet Hoca “Peygamberin Allah ile ilişkisinin delili mucizelerdir”diyeceğine; yani Risaleden aktaracağına “Peygamber Allah ile münasebetini ve alakasını göstermek için bir takım delillere muhtaçtır. Bu tür deliller de ancak mucizelerle desteklenir.” diye işi anlamsız bir ifadeye sokmuştur.

2- “İnsan ibadet sayesinde nizama ittiba etmesiyle hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet Kâinat sayfalarında parlayan sanat nakışlarıyla tebarüz eder.” Acaba hiçbir şey anladınız mı?İşte bu bilmecenin tam manasını Arabi İşaratül- İ’caz’da şöyle bulabildik:

“İbadet, fikirleri Sani-i Hakim olan Cenab-ı Hakka çevirmek içindir. Ona yönelmek ise; Ona itaat etmeyi netice verir. Ona itaat etmek ise, insanı kâinattaki meşhud ve cihanşümul düzene ulaştırır. O düzene ayak uydurmak ise, kâinat ağacının meyve vermesini gerçekleştirir. Ki varlık alemi manasız ve faydasız kalmasın. Çünkü kâinattaki mükemmel sanat ve harikalar, varlığın manasız ve abes olmadığını gösterir.”

Sh:96

1- “İbadette insanların kusurları ise; umum kâinatın hukukuna tecavüzdür.” cümlesi, Risalelerde geçmediği gibi, mealen aksi cümleler bile var: “İnsanların ibadetini eksik ve kusurlu bilmesi, ubudiyetin gereğidir”gibi.

Galiba bu cümlenin doğrusu şöyle olmalı:

“İmansızlık ve küfür, umum kâinatın hukukuna tecavüzdür.”

2- “İyilikle kötülüğün, çirkinlikle güzelliğin birbirinden tefrik edilmeyecek derecede karışık olması, lazımdır ki insanların dereceleri ortaya çıksın…”

Evvela Risalelerde böyle bir cümle yok. Ayrıca tefrik edilmeyecek derecede ise, insanlar, iyilik ile kötülüğü nasıl seçebilecekler ki, imtihan gerçekleşsin.

3- Risalede (29. Söz’de) “Ey mücrimler, Cehenneme girin!”hitabı, başta kâfirler olmak üzere bütün şer ve kötülük taifesine ve tarafına yapılmıştır. “Siz de ebedi olarak Cennete girin!”hitabı da, müminler ve bütün iyilikler taifesine ve tarafına hitaptır, deniliyor.

Neşet Hoca ise bunları alıntılarken, sadece kötü insanlara ve iyi insanlara hitap olarak veriyor. O zaman bu ayetlerin, cem-i ezdad ve ahirette onları ayırmak manasıyla ve hikmetiyle bir ilişkisi kalmıyor.

4- Bu sayfada Hocamız: “İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacaktır.”diye yanlış bir alıntı yapmıştır. Hâlbuki insanların ve kâinatın tasfiyesi beraberdir. Belki de kainatın tasfiyesi, insanların tasfiyesinden öncedir.

Bu sayfanın sonlarında; üçüncü husus olan tamir ve ihya;dördüncü husus olan tamirin imkânı ve vukuuyer değiştirmiş. Yani 4. sü 3. olacak; 3. sü de 4. olacaktır.

Sh: 97

1- Neşet Hoca bütün kitapta “Kur’an, her yönüyle akıl, ilim ve gerçek deliller üstüne müesses olan bir bilgi kaynağıdır.”diyor. Ve bu sayfada, Haşri sadece Kur’an ayetleriyle temellendirmek, totoloji ve paradox olur, diyor. Acaba Hoca, bu gibi çelişkilerinde neden paradoxlarının farkına varamamıştır.

2- Burada:

“Haşrin delil-i akli ile isbatı,” Onlar ahirete kesin olarak iman etmiş kimselerdir.”(2/4) ayet-i kerimesinin isbatı ile şu şekilde ifade edilebilir” diyor.

Hâlbuki bu ayetin direkt olarak akli delil ile hiçbir ilişkisi yok. Sadece Üstad, bu ayetin tefsirine gelince ahiretin isbatı için 12 adet delil zikrediyor. Galiba Neşet Hoca Üstadın bu 12’li delil ve muhakemelerini sadece bu ayetten çıkardığını anlamıştır. Hâlbuki Üstad 10. Sözün aslı olan bu deliller için, “Yüzer ayet-i kerimeden süzülen damlalar”diyor.

3-  96. sayfanın sonunda yine eksik ve anlaşılmaz bir şekilde bir alıntı yapılmış. Şöyle ki:

“Bediüzzaman, alemin harabiyetinin imkan dairesinde olduğunu alemde carî olan tekamül kanununa ve bu kanuna tabi olan neşvunema kanunuyla temellendirir…”

İşte hiçbir şey anlaşılmıyor. Ayrıca Neşet Hoca en rahat anlaşılabilecek kelimeleri sadeleştirirken “Tekamül-Kanunu”ve “Neşvunema”gibi deyimleri aynen bırakıyor.

Neşet Hocanın dayandığı bu önemli meselenin tam meali şöyledir:

“Şu kâinatın ölmesi mümkündür. Çünkü, birşey tekamül kanununa (evrim yasasına) tabi ise, o şeyde mutlaka neşvunema (gelişme) vardır. Neşvunema ve büyüme varsa, o şeyin mutlaka fıtri (doğal) bir ömrü vardır. Fıtri bir ömrü varsa, mutlaka onun bir eceli vardır.”

Neşet Hoca bu gibi önemli yerlerde alıntı yaparken çok önemli cümleleri de atlayarak yazıyor. Mesela burada “Gayet kapsamlı bir istatistikî araştırma ve tetebbü (izleme) ile sabittir ki, tekamül kanununa tabi olan şeyler, ölümün pençesinden kendilerini kurtaramazlar.” kaydını almamıştır.

Sh:98

Üstadın gayet mukni bir şekilde 10. Söz ve 29. Söz’de bütün gerekçeleri ile verdiği bu 12 delili, Neşet Hoca’nın kısa ve anlaşılmaz bir biçimde, 2-3 sayfa içinde sunması, ve gayet soğuk bir üslup kullanması; ve “Bu 12 delil, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, Cennetinkapılarını açacaklardır.” gibi, alay edilecek bir ifade ile özetlemesiyle gayet çirkin bir metod numunesi göstermiş oluyor.

Bu son cümlenin aslı böyle komik bir iddia üslubu ile değildir. Aslı şudur:

“Bu İşaratül-İ’caz’da, bu 2/4. ayetin tefsirinde saydığım bu on delil; saadet-i ebediyenin anahtarlarıdırlar; ve o cennetin kapılarıdırlar.” [Yani kim, bunları tam anlasa ve gereğini yapsa ebedi bir saadet ve cennet kapısını kendine açar.]

Sh:98

Bu 97-98-99. sayfalarda Ahiret ile ilgili delillerde aktarılan cümlelerin çoğu anlaşılmadan ve gayet rakik bir üslupla sadeleştirilip alıntılanmıştır: İşte birkaç misal:

a) “Şübhe yok ki insana nisbetle alem daha komplekstir”

Doğrusu:

“Alem-i asgar olan insan böyle mükemmel ise, alem-i ekber olan kâinat ondan geri kalır mı?”

“Ruh da bedene nisbetle böyledir.”

Doğrusu: “Ruha nisbetle ehemmiyetsiz olan cesed böyle ise…”şeklindedir.

b) “Hücrelerde, cazibe, dafia, mümsike, musavvira, müvellide namiyla her birisi bir maslahat için beş kuvvet çalışmaktadır.” Acaba Neşet Hoca, neden bunları anlayıp bir açıklama getirmedi?Bu çok önemli ve Risalelerde 5-6 sefer tekrar edilen bilginin izahı şudur:

“Hücre, kendisine gerekli olan maddeleri içine cezp eder (cazibe). Kullanılmış fazlalıkları dışarı atar (dafia.) Kendi iç düzenini ve diğer hücrelerle olan ilişkisini sağlamak için yapışkan iki farklı şey üretir (mümsike). Bunun dışında parçası olduğu organın şeklini, suretini oluşturmak için her hücre ayrı bir suret alır (musavvira). Son olarak neslin ve bedenin devamı için, bizim bölünme dediğimiz yeni hücreleri doğurur (müvellide).”

Sh:99

1- Neşet Hoca bazen uzunca bir Risale pasajından tek bir satırı alıp yazınca mana, kayboluyor. İşte:

a) “İnsanın ruhî cevherine ekilen istidatlar…”ifadesi de manasız kalmıştır. Doğrusu şudur:

“İnsanın ruh denilen öz ve esas varlığına ekilen istidatlar…”

b) “Acaba göz önünde apaçık görünen Rahmet-i İlahiye firak-ı ebedinin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine musaade eder mi?”

c) “Kur’an tek başına saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil midir?”

2- “Kıyas-ı temsili”, “Kıyas-ı adli”gibi deyimler açıklamasız bırakılınca, kitabın hiçbir ilmi değeri kalmıyor. Yani ondan hiçbir faydalı mana anlaşılmıyor.

Sh:103

Bu sayfada Felsefe ile birebir ilişkili olan birkaç deyim yanlış çevrilmiştir:

“Ahlaki ilkesi, kişisel menfaattir”deyimi üç yönden yanlış ve eksik olmuştur: Doğrusu şudur: “Felsefenin hayat-i içtimaiyedeki hedefi, menfaattir”Yani, konu kişisel menfaat değildir. Konu bireysel bir mesele değildir, toplumsaldır. Metindeki kelime de “Ahlaki ilke”değil de “Hedef”kelimesidir.

“Felsefenin hikmeti”deyimini de izah etmek gerekiyor. Özetle şudur: “Felsefenin, varlığa bireye ve topluma bakış açısı ve kendince bu üç şeye getirdiği bilimsel anlayışı..”

Hikmet, Osmanlıca da, “mantık, fen ilimleri, eşyanın faydalı yönü ve ilahi evrensel sıfat.”diye dört manaya geliyor.

Bu sayfada on sefer geçen “bir şeyin gereği sonucu” manasına gelen “şe’n”kelimesinin hepsini “tezahür”diye çevirmiştir. Bu da çok açık bir yanlıştır.

İşte elinizdeki bu rapor, kitabın sadece 20 sayfasından ortaya çıkan yanlışların tesbitidir. Bunlara ilaveten; bu bilgiler, 195 sayfalık bu küçük kitapta üç kere tekrar edilmiştir. Bu da telif tekniğinin apayrı bir eksiğidir.

Gayemiz bağcıyı dövmek olmadığı gibi, üzüm yemek de değildir. Asıl gayemiz Dinin ve Risale-i Nur kültürünün sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

Herkese selamlar…

 

Bu yazı Polemikler kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.