Tasavvuf Üzerine

Tasavvuf, sufilertaifesince tutulan yol anlamına gelmektedir. Sufî, “suf”tan, yünden yapılmış kıyafet giyenlere verilen isimdir. Tasavvuf; nefs tezkiyesini, ruhsal arınmayı ve mütekâmil insan olmayı hedefleyen, tasfiye ve işraka dayalı, muhakkikin-i evliyanın, ehli zevk ve keşfin yoludur. Maksat, eşyanın hakikatini keşfetmek ve ilahî marifete mazhariyettir. Bu manevî hareketin vesilesi ve anahtarı, Allah’ı zikretmek, uzlet ve tefekkürdür. Müslümanlar arasında kutsal bir bağ olan kardeşliğin keşfine ve yaygınlaşmasına en tesirli ve en hararetli vasıta tasavvuftur. VIII. yüzyıldan itibaren medenileşmenin gereği olarak dünyaya yönelme tavrı İslam toplumunda yaygınlaşınca; kendilerini bundan uzak tutmak isteyen, sadece Allah’a ibadete yönelen, dünyanın alayişinden ve ziynetinden yüz çeviren, halkın ekseriyatının yöneldiği maddi lezzet, mal ve mevki hususunda isteksiz olan ve zahidane, eskatolojik, mistik bir hayat yaşamak isteyen insanlar zuhur etti ki o tarihten itibaren böylesi insanlara sufî ya da mutasavvıfa ismi verilmektedir.[1] Hasan el Basrî(642-728) ile temsil edilmeye başlanan tasavvufi düşünce, Gazalî (1054-1111), Muhyiddin İbni Arabî (1165-1240) ve Mevlana Celaleddin Rumî (1207-1273) gibi düşünürlerle zirve noktalarda doktrine edilmiştir.

Sufî adabı da denilen ahlak anlayışına göre; tasavvufa adım atan bir sufî, ilk önce bir mürid ya da eğitilmekte olan bir adaydır. Sonra bir salik, yani yoldaş, daha sonra tasavvuf yoluna cezbedilmiş bir meczup ve ardından da bir mütedarek, yani dünyanın kötülüklerinden korunmuş biri olur. Günlerin ve gecelerin büyük bir bölümünü ibadetle, dua ve zikirle geçirmek, az yemek, az uyumak, az konuşmak, dünyevi varlıkların bütün bağlarından uzak durmak, sözünde sadık, vaadinde sağlam, vefalı ve biat ahdinde metin olmak, manevi derecesi üstün olana, şeyhe itaat etmek sufî olan herkesin uyması gereken kaideler, edep kurallarıdır. Tasavvufta edebe riayet eden bir sufinin hayatı, gittikçe yükselen makamlarla bir sefere benzetilir. Bu makamlar yedi tanedir: Tövbe, huşu, zühd, fakr, sabır, tevekkül ve kanaat. Sufinin bu makamlardan sonra kazanacağı haller, vasıflar da sırasıyla; kurb, muhabbet, havf, reca, şevk, müşahede ve neticede ulaşılacak olan yakîndir. Bir başka anlatımla; tarikat şehristanının ahkâmı altı olup sırasıyla; marifet-i hak, sahavet-i mutlak, sıdk-ı muhakkak, yakin-i müsteğrak, tevekkül-i rızk-ı muallak ve tefekkür-i müdekkaktır. Sufilerin uzlet ve riyazet yoluyla yaşamaya çalıştıkları ahlaki pratiğin varmayı hedeflediği nokta, yukarıda da işaret edildiği gibi, bir takım mertebelerden, hallerden geçmek suretiyle elde edilecek olan yakîn, yani mistik bilgi, irfandır. Bu bilgi, sufî ıstılahında “hakka’l yakin” diye adlandırılan, varlığın ve hayatın hakikatine yönelik açık-seçik bilgidir. Onu elde etmenin yöntemi de rasyonalizasyon, yani akıl yürütme değil, işrak, yani içe doğuştur. Dikkat edilirse sufilerin ahlakî pratiği, esas itibariyle ulaşılmak istenen bilginin aynı zamanda yöntemini teşkil etmektedir.[2]

 Varlığın hakikatinin keşfine yönelik olarak tasavvufta iki farklı yöntemin takip edildiğini söylemek mümkündür. Bu iki yöntem, “seyr-i enfüsî ve “seyr-i afâkî diye adlandırılır. Aslında bu farklılık, sufilerin iki ana meşrebini ifade eder. Seyr-i enfüsiyi takip edenler; dış dünyaya gözlerini kapayarak, kendi iç dünyalarından, nefslerinden hareketle kalbe yönelirler ve enaniyeti yok ederek, hakikati keşfedip, sonra dış dünyaya, afaka geçmeğe çalışan grubu teşkil ederler. Bu grubun bakış açısıyla enfüsî dairede görülen hakikat, nuranî mahiyette, afakta, hariçte de yansır. Seyr-i afaka girenlerse keşfe hariçten başlar. Kâinatta, büyük dairede tezahür eden ilahî isimlerin cilvelerini seyreder, sonra daire-i enfüsîye, iç âleme yönelir. Nefs âleminde, küçük mikyasta hakikati müşahede ederek, kalbin de ilahî sıfatlar için bir ayine olduğunu anlar ve böylelikle aradığı maksada ulaşır. Seyr-i enfüsînin de seyr-i afakinin de en mühim esası, enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek ve nefsi öldürmektir.

Tasavvufun asli hedeflerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- İstikametli tarikat vasıtasıyla, ebedi saadetin hazinelerinin anahtarları ve madenleri olan ilahî hakikatin inkişafı ve aynelyakîn derecesinde bilgisini temin etmek.

2- İnsan vücudunun merkezi ve zembereği olan kâlp, tarikat vasıtasıyla işletilip sair insanî latifeler harekete geçirilerek, hakiki insan olunmasını sağlamak.

3- Kabir âlemi ve ahiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip, o nuranî kafile ile ebedî yolculukta arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve şübehatın hücumlarına karşı onların icmaına ve ittifakına istinat edip, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehatı defetmek.

4- Allah’a inanmadan kaynaklanan muhabbetin zevkini, safî tarikat vasıtasıyla anlamak ve onunla dünyanın vahşetinden ve insanın kâinattaki yalnızlığından kurtulmak.

5- İlahî teklifin hakiki letafetini, tarikattan gelen bir kalbî aydınlanmayla hissetmek, takdir etmek ve o sayede, itaat hususunda zoraki değil, belki iştiyakla ubudiyeti ifa etmek.

6- Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete sebep ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmak.

7- Tarikat adabının en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk ve riya gibi rezilliklerden kurtulmak ve tarikatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasıtasıyla nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmak.

8- Tarikatta, kalbî zikir ve aklî tefekkür ile kazanılan teveccüh ve huzur vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve dünyevî muamelelerini ahirete yönelik amellere dönüştürmek, ömür sermayesini hüsnü istimal etmek.

9- Kalbî seyirle ve ruhî mücahede ile manevî terakki ve kâmil insan olmak. Yani hakikî mümin ve tam bir Müslüman olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle insanın meleklere rüçhaniyetini ispat etmek ve bu dünyadayken ebedi saadete bakmak, belki de o saadete girmek.

Mutasavvıfların tevile ve yoruma muhtaç düşüncelerine gelince: Sufîler hakikat ehli olup, mana âleminde gördükleri birçok şeyi doğru görmüştürler ama ihatasız olan rüya gibi hallerini tabirde verdikleri hükümler hususunda kısmen yanlıştırlar. Rüyadaki adamın kendi rüyasını tabir edememesi gibi, onlar da rüyetlerini o hâlde iken tabir edemezler. Onları tabir edecek olanlar asfiya denilen Kur’an ölçüleriyle hareket eden “muhakkikler”dir. Eğer insan yalnızca kalpten ibaret olsaydı, bütün masivayı terk etmek, hatta Allah’ın isim ve sıfatlarını dahi reddetmek icap ederdi. Oysaki insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeleri ifa eden latifeleri ve hasseleri vardır. Kâmil insan odur ki bütün o latifeleri, kendilerine mahsus ayrı ayrı hakikat yönüne sevk etsin. Yoksa kalbin, yalnızca kendini kurtarmak için tek başına hareket etmesi iftihar sebebi değil, belki zorunlu bir neticedir. Öte yandan mutasavvıfların en yüksek makam telâkki ettikleri varlık anlayışları, vahdetü’l-vücud sadece bir meşrep, bir hâl ve bir nakıs mertebeden ibaret olup, bizatihi hakikati temsil etmez. Hayli zevkli ve neşeli olduğundan, seyr-i sülûkta o mertebeye girenler çıkmak istemeyip, orada kaldıkları sürece o makamı en münteha mertebe zannederler. Eğer bu mertebeye yükselen sufî maddiyattan ve vasıtalardan tecerrüt etmiş ve esbap perdesini yırtmış bir ruha sahip, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise “vahdetü’l-vücud”dan değil, belki “vahdetü’ş-şuhud”dan kaynaklanan, hâlî bir kemal, hâlle ilgili bir mükemmellik derecesi, bir makam temin edebilir. Hatta Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Aksi takdirde, esbap içerisine dalmış ise maddiyata takılmışsa vahdetü’l-vücud mertebesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr noktasına kadar çıkar. Aynı şekilde; vahdetü’l-vücud öğretisini savunan sufiler, “Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur.” diyerek, eşyanın hakikatini hayal derecesine indirdiklerinde, Allah’ın “Vacibu’l-Vücud”, “Vahid” ve “Ehad” sıfatlarına belki halel gelmez ama “Rahman”, “Rezzak”, “Kahhar”, “Cebbar”, “Hallâk” gibi isimleri ve tecellileri hakiki olmaktan çıkıp, itibarî olacağından onlara halel gelecektir. Oysaki bu isimler de diğerleri gibi hakikidirler ve hayal şeklinde nitelendirilemez. Kur’an-ı Kerim’i ölçü alan asfiyanın kabul ettiği üzere, hem Allah’ın bütün isimleri hakikattir, hem de o isimlerin tecellileri olan eşyanın vücudu gerçektir. Eşyanın vücudu, özü itibarıyla Vacibu’l-Vücud’un vücuduna nispeten gayet zayıf ve kararsız bir gölgedir fakat hayal ya da vehim değildir. Çünkü Allah’ın her bir ismi ayrı ayrı birer ayine, birer tecelliyi gerektirir. Meselâ; “Rahman” ismi hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakiki varlıkları gerektirdiği gibi, “Rahîm” ismi de aynı şekilde hakikî bir cenneti gerektirir. Eğer yalnız Vacibu’l-Vücud, Vahid ve Ehad isimleri hakikî kabul edilip öteki isimler onların içine hayalî olarak dâhil edilirse o isimlere karşı bir haksızlık hükmüne geçer. Tasavvufun diğer tehlikelerine gelince: Mesela; imanın altı esasından, ahiret inancı mümkinatın, eşyanın varlığını gerekli kılar. Böyle bir inanç esası, hayal üstüne bina edilemez. Onun için, sufî meşrep insanlar, istiğrak ve sekir halinden sonra, sahv –uyanıklık– haline döndükleri vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir yani o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır. Hem, kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemek icap eder. Çünkü kitap ve sünnetten gelen aklî düsturlar, ilmî kanunlar ve kelamî usuller o meşrebi kaldıramıyor, bu nedenle kabil-i tatbik değildir. Onun içindir ki Raşid Halifelerde, Müctehid İmamlarda ve Sahabenin ileri gelenlerinde böyle bir meşrep sarihan görülmemiştir. Demek ki tasavvuf; en yüksek meşrep değil, belki yüksek fakat nakıs, ehemmiyetli fakat hatalı, zevkli fakat ağır bir mertebedir. Kısacası; tasavvufî meşrepte sülûk edenler, nefs-i emareyi öldürmeye muvaffak olamayıp, hevayı terk edemeyip enaniyeti kıramazlarsa şükür makamından iftihar makamına düşerler. Oradan da gurur makamına sukut ederler. Eğer muhabbetten gelen bir cazibe ve cazibeden kaynaklanan bir nevi sekir (sarhoşluk hali) beraber bulunursa, şatahat diye tabir edilen, haddinden çok fazla iddialar, davalar onlardan sadır olur ki hem kendileri zarar eder, hem de başkalarına zarar verirler. Mesela; nasıl ki bir manga komutanı, komuta zevkiyle gururlanıp, kendisini ordu komutanı zannetmeye başlar ve küçücük komuta dairesini külli bir daireyle karıştırırsa; aynen öyle de çok ehli tarik var ki bir sineğin bir tavus kuşuna nispeti gibi, kendisini kendi niteliğinin çok çok fevkinde insanlardan üstün zanneder. Bu iltibasın en mühim sebebi şahsî hayal ve misal âleminin gerçeklikle karıştırılmasıdır. Bu hale giriftar olanlar, Usulü’d-Din ulemasının düsturlarını ölçü ittihaz etmek ve onların talimatlarını rehber edinmek zorundadır. Şüphesiz bu meşrepteki şatahat nefsin, enaniyetin sevilmesinden, beğenilmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü muhabbetin gözü kusurları görmez. Kendisine muhabbetten ötürü, liyakatsiz cam parçası hükmündeki nefsini bir pırlanta bir elmas zanneder. Daha da tehlikelisi kalbine ilham edilen bir takım cüzî manaları vahiy tabir ederek, vahyin yüksek mertebesine karşı hürmetsizlik eder. Oysaki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misalinin, semadaki güneşle ne nispeti varsa; o iddiada bulunanların kalbindeki ilhamın da doğrudan doğruya ilâhî kelâm olan Kur’an güneşinin ayetlerine o kadar nispeti vardır.

Tasavvufun bir takım hatalarından bahsedilebilir ise de onu sapkın bir mezhep olarak değerlendirmek elbette isabetli değildir. Maalesef yozlaşmış bazı fırkalar, tasavvufun nurundan mahrum kaldıkları için, bu hataları nazara vererek başkalarının da ondan mahrum kalmasına sebep olmuşlardır. Bunlardan en esef verici olanı da Ehli Sünnet’in bir kısım zahirî âlimlerinin ve siyasetçilerinin ehli tarikin içinde gördükleri bazı suiistimalleri ve bir kısım hataları bahane ederek, o büyük hazineyi kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışmış olmalarıdır. Hâlbuki eşyada kusursuz ve her yönüyle hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Ehil olmayanlar bir işle meşgul olduklarında elbette suiistimaller görünür. Oysaki Allah, ahirette amellerin muhasebesinde ilahî adaletini hasenat ve seyyiatın muvazenesiyle gösterecektir. Yani, hasenat racih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazen bir tek hasene bin seyyiatı affettirir. Madem ilahî adalet böyle hükmetmektedir, İslam nazarında tarikatın hasenatı, seyyiatına kesinlikle racihtir. Bunun delili, tarikat ehlinin, ateizmin ve heteredoksinin şiddetli hücumu zamanlarında inançlarını muhafaza etmiş olmalarıdır. Sıradan, samimî bir ehli tarik, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza etmiş, tarikat vasıtasıyla ve evliya muhabbetiyle doğrularından sapmamıştır. Bir sufinin, şedit muhabbet ve metin bir itikatla bağlanıp, aktab kabul ettiği meşayih silsilesini, hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmediği için de zındıkaya girmez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete geçmeyen kişilerse muhakkik âlim de olsalar bu asrın müfsitlerinin desiselerine karşı kendilerini kolaylıkla muhafaza edemezler. Ayrıca; İslamî dairenin haricinde bir takım nitelikler kazanmış bazı meşreplerin, haksız olarak kendilerine tarikat namını takmaları nedeniyle ve onların kusurlarıyla gerçek tarikatlar mahkûm da edilemez. Unutmamak gerekir ki Merkez-i Hilâfet olan Osmanlı’yı beş yüz elli sene boyunca, Hıristiyan âlemi karşısında muhafaza ettiren temel unsur, o Merkez-i İslâmiye’deki ehli imanın mühim bir nokta-i istinadı, İstanbul’un beş yüz yerinden fışkıran, büyük camilerin arkalarındaki tekkeler ve oralardan yükselen tevhid nurları ve Allah Allah diyenlerin iman kuvvetleri ve ilahî marifetten gelen ruhanî muhabbetleri ve haykırışları olmuştur. Şüphesiz, tasavvuf mesleği çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; çok geniş olmakla beraber çok dardır. Ancak, sapkın bir yol değildir. Yazık ki o yolda sülûk edenler aklı reddettiklerinden; bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarırlar. Bu nedenle; tasavvuf ve tarikat vesilelikten çıkmamalıdır. Eğer bizatihi maksud hükmüne geçerse, o vakit, İslam’ın temel esasları (muhkemat) ve sünnete uygun davranma kuralları, formalite hükmünde kalır, dolayısıyla da kâlp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, farz ibadetlerden ziyade, zikir halkası, evrada bağlılık önemli olur; günahlardan ziyade, adab-ı tarikatın muhalefetinden kaçınılır. Hâlbuki İslam’ın esaslarından olan farzların bir tanesine bile tarikat evradının hiçbir unsuru mukabil gelemez. Onun yerini dolduramaz. Adab-ı tarikat ve evrad-ı tasavvuf, o farzların içindeki hakikî zevke teselli sebebi olmalı, menşe –kaynak olmamalı. Yani, tekkesi, camideki ibadetin zevkine ve tadil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki ibadeti formalite icabı çabucak yapıp, hakikî zevkini ve kemalini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor demektir.

Vesile olmaktan çıkarılan tasavvuf ve tarikat anlayışlarının insanları düşürebilecekleri bir takım tehlikeleri de şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Peygamberin kavline ve sünnetine uygun davranmayan ve ona riayet etmeyen ehli tarik, velâyeti nübüvvete tercih etmekle, kurtuluşu çok zor olan bir tehlikeye düşer. Şüphe yok ki velayet, nübüvvete nispetle kıyas edilmez derecede sönük bir ışıktır. Evliya hiçbir vakit enbiyaya yetişemez.

2- İfrat derecesinde tarikat taassubu taşıyan sufiler, tarikat evradını, sünnete tercih ederek, İslam adabına karşı bir lakaytlık vaziyetine girip, vartaya düşerler. Oysaki “Bir tek sünnete ittiba noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz hususi evraddan gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir sünnet de bin adab-ı tasavvufa müreccahtır.”

3- Müfrit bir kısım ehli tasavvuf, ilhamı vahiy türünden zannederek, yanlış bir inanca kapılır. Hâlbuki ilham, vahiyle mukayese edilemez.

4- Tasavvufun esrarını anlayamayan bazı sufiler, zayıfları takviye ve gevşekleri teşvik etmek ve hizmetin ağırlığından gelen usanç ve meşakkati tahfif için, verilen kerameti, meftuniyetle benimseyip, onu ibadete ve hizmete tercih ederek tehlikeye düşer.

5- Hakikat ehli olmayan bir kısım ehli sülûk, velayet makamının gölgelerini ve cüzî numunelerini, aslî ve küllî makamlarla iltibas etmekle vartaya düşerler. Mesela; enbiya ve evliya makamlarının bazı gölgelerine giren ehli sülûk zat, kendisini o makamdakilerden daha büyük zanneder, tehlikeye kapılır.

6- Bir kısım ehli zevk ve şevk, sülûkunda şatahatı, insanların teveccühünü ve onu üstün görmelerini; şükre, niyaza, tazarruya ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Oysaki en yüksek mertebe, Allah’a ubudiyet makamıdır. Ubudiyetin sırrı ise niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr ve halkın teveccühünden uzak durmaktır. Bazı büyük veliler; fahr, naz ve şatahat makamına muvakkaten ve ihtiyarsız girmiş iseler de o hâldeyken kendilerine itibar edilmemesi gerektiğini özellikle söylemişlerdir. Böyle bir durumda kendileri ehli hidayet olabilirler fakat başkalarına hidayet edemezler. Dolayısıyla bu gibi durumlarda onların arkasından gidilemez.

7- Benliğini ön plana çıkaran, aceleci bazı sufiler, ahirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini dünyada istemeye ve yemeye kalkışarak hataya düşerler. Hâlbuki beka âlemindeki bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine bedeldir. Onun için o meyveler burada yenmemelidir. Eğer istenmeden yedirilse şükredilmeli ve teşvik için ilahî bir ihsan olarak görülmelidir. Sufilerin bu gibi tehlikelerden zarar görmemeleri için yapmaları gereken şey, Kur’ânî esasları rehber edinmek ve manevi müşahedelerini onlara karşı ihtilaflı göstermemektir.

İslamî dairenin haricinde bulunan tarikat ehli iki kısma ayırılır: Birinci kısım; yukarda anlatıldığı şekilde hâle, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olarak veya dinî teklifi dinlemeden yahut da işitmeden lâtifelerin mahkûmiyetiyle dairenin haricine çıkan gruptur. Bunlar, İslam ahkâmını beğenmemekten veya istememekten değil, belki ihtiyarsız olarak daireyi terk ettiklerinden mazur görülebilir. Diğer kısım ise tarikat ve tasavvufun şatafatlı zevklerine kapılıp, esasen ondan çok yüksek olan İslamî hakikatlerin zevkini, yetersiz ve formel bir şey telâkki ederek, ona karşı lâkayt kalan ve daha da öte İslam’ı zahirî bir kışır zanneden ve böylelikle onu iradî bir biçimde reddederek dairenin haricinde kalan gruptur. Bu kısımdakiler, sekr (sarhoşluk) halindeyken buldukları hakikati, esas maksat addederek İslamî hükümlere muhalif hareket eder. Dolayısıyla bunlar, ilk gruptakiler gibi ihtiyarsız hareket etmediklerinden her halükârda mesuldürler ve mazur görülemezler.

Hülasa; “vahdet-i vücud” meşrebi, varlığı Allah’a hasretmek üzere, terk-i masiva sırrıyla mümkün âlemden alâkasını kesen, havastan insanların mutlak istiğrak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Ancak; bu meşrebi, esbab dünyasında boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslimiye’den uzaklaştırmaktır. Çünkü dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemez, vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona, bâkî bir vücut tevehhüm eder. Arzuladığı dünya hesabına, beka ve ebediyeti dünyaya mal ederek, ona bir mabudiyet derecesi verir. Bu da Allah’ı inkâr etmek tehlikesine yol açar. Modern dünyada materyalizm ve pozitivizm fikri son derece yaygınlaştığından, insanlar maddiyatı her şeye merci addetmektedirler. Böyle bir zamanda, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki materyalistler ve pozitivistlersahip çıkacaklar. “Biz de aynı şeyi kastediyoruz.” diyecekler. Hâlbuki maddiyyunun ve tabiat perestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Ehli vahdetü’l-vücud, ilahi varlığa kesin bir inançla o kadar ehemmiyet vermektedir ki kâinatı ve mevcudatı ona nispetle inkâr etmektedir. Maddiyyun ise mevcudata o kadar ehemmiyet vermektedir ki kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmektedir. İşte bu durumdan da anlaşılıyor ki tarikat ehlinin hakikati keşf derecesi, Kur’an-ı Kerimi ölçü alan “asfiyanın gaybe iman derecesinden çok aşağıdadır. Yani, yalnızca kendi seyrine istinat eden ehli velâyetin ihatasız keşfiyatı, nübüvvetin varisleri olan asfiyanın Kur’an’a istinat eden gaybî fakat ihatalı iman hakikatlerine asla yetişemez.[3] Azimetle amelin ötesine geçen tasavvuf, hakikate dair nüveler taşısa bile hatadan halî olamaz.

[1] İbni Haldun, Mukaddime, Çev., S. Uludağ, C.2, Dergah Yay., İstanbul, 1983.

[2] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, D.İ.B. Yay., Ankara, 1976.

[3] Bediüzzaman, Mektubat, Söz Basım Yay., İstanbul, 2008.

Bu yazı İslam Felsefesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.