Siyasi Muhalefet Üzerine

Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi‘nin 2008 tarih ve 1601 karar sayılı, “demokratik bir parlamentoda muhalefetin hakları ve sorumlulukları üzerine prosedürel kılavuz” konulu raporunda şöyle deniyor: “Her ülkede bir hükümet vardır; ancak sadece demokrasilerde muhalefet vardır.” Bu ifade, prosedürel anlamda seçimle iktidara gelinen demokrasiler için değil; yalnızca “hukuk devleti”ne dönüşmüş demokrasiler için geçerlidir şüphesiz. Hukuk devletine dönüşmemiş bir demokrasinin; muhalefeti bir “ihanet” olarak gören, klasik rejimler monarşi ya da aristokrasiden yahut da modern rejimler faşizm ya da sosyalizmden esas itibarıyla pek de farkı yoktur. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in, 11 Kasım 1947’de, Avam Kamarası’nda (House of Commons) yapmış olduğu konuşmasında mealen belirttiği üzere; “Günahın ve hüznün bu dünyasında, hükümetin pek çok biçimi denenmiştir. Hiç kimse demokrasinin mükemmel ya da ideal bir rejim olduğunu iddia etmemektedir. Gerçekten de anlatıldığı gibi demokrasi tarih boyunca denenmiş olan diğer bütün formlar hariç olmak üzere, yönetimin en kötü formudur. Halk kendi kendini yönetmeli, halkın düşünceleri yönetime rehberlik edip şekil vermeli, ancak halkın efendileri değil hizmetkârları olması gereken yöneticiler daima anayasal vasıtalarla kontrol edilmelidir.” Churchill’in kastı muhakkak ki demokrasinin hukuk devletine dönüşmesidir. Zira şimdiye kadar ortaya konmuş yönetim biçimleri arasında demokrasi en iyisi olsa bile kendi içinde çok büyük sorunlara, çelişkilere ve açmazlara da sahiptir. Bu sorunlardan, çelişkilerden ve açmazlardan kurtulmanın yolu; demokrasiyi “hukuk devleti”ne dönüştürebilmekten geçmektedir. Hukuk devleti; kamu gücü anlamında devletin, kanunlarla sınırlandırılmasını, kanunlara tabi kılınmasını, tasarruflarının da bağımsız ve adil mahkemelerce sorgulanabilir olmasını ifade eder. Hukuk devleti, pozitif hukuku olan devlet demek değildir. Bir devletin pozitif hukuk sistemindeki kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Adalet devleti olmayan bir devlet, hukuk devleti formuna bürünmüş bir “kanun devleti” olabilir ise de “hukuk devleti” olamaz.[1] Hukuk devletinin temel niteliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 1) Bireysel hukukun ve hedeflerin devletin varlık nedeni olarak tanınması ve bireye aşkın devlet tasarımlarının reddedilmesi. 2) Devletin görevlerinin bireysel özgürlüklerin ve refahın güvenceye alınmasıyla, yurttaşların hukukî eşitliğiyle ve yetkilerinin de hukukla sınırlandırılması. 3) Devletin rasyonel ilkelere, rasyonel hukuka göre örgütlenmesi. Anayasanın veya genel yasaların bulunması. 4) “Kuvvetler ayrımı”nın var olması ve devlet aygıtlarının, bağımsız-adil yargı tarafından denetlenebiliyor olması.[2]

Hukuk devletini gerçekleştirmede en uygun siyasal form, eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon ve seçime dayanan yönetim anlamında demokrasidir; ancak demokrasi hukuk devletine yönelik en uygun araç sayılsa bile mutlaka hukuk devletine ulaştıracağı da söylenemez. Çünkü araçlar kullananların hedeflerine hizmet ettiklerinden, etik ve hukuk tanımayanların ellerine düştükleri takdirde aykırı yönde de kullanılabilirler. Maalesef demokrasinin manipülasyonlara açık tarafları hayli çoktur. Mesela; demokrasilerde insanlar propaganda faaliyetlerinden etkilenebiliyor ve güdümlenebiliyorsa ki bunlar kuvvetle muhtemeldir, böylesi durumlarda demokrasinin hukuk devletine hizmet edeceği tabiatıyla çok şüphelidir. Demokrasi perdesi altında yönetimler pekâlâ oligarşi olabilmekte, hukuk devletine değil, aksine muayyen çıkar gruplarına hizmet edebilmektedir. Yine mesela; demokrasilerde prosedürel bir kuvvetler ayrımı ilkesinin bulunması, mutlaka o devletin demokratik olduğu anlamına da gelmemektedir. Kuvvetler ayrımı, oligarşi içerisindeki dengeyi ve uzlaşmayı sağlamak için de pekâlâ kullanılabilir. Demokrasiler, bilinçli örgütlenmiş sosyolojik gruplara, bilinçli halka dayanmadıkça oligarşik manipülasyonlar kaçınılmazdır. Belki de bu nedenden ötürü, demokrasi ve hukuk devleti ayrımı yapılmaktadır. Demokrasiyle hukuk devleti arasındaki çelişki şu şekilde izah edilebilir: Demokrasilerde siyasal meşruiyetin kaynağı, şüphesiz halktır fakat bunun pratikteki karşılığı parlamento çoğunluğudur. Parlamento elbette yasal kuralları belirleme yetkisine sahiptir, ancak parlamenter çoğunluk mutlak bir güce sahip olmamalıdır. Bu gücü sınırlandıran şey, hukukun üstünlüğü ilkesidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, parlamenter çoğunluğun iradesini sınırlandırarak, azınlıkta kalanların haklarını da korur. İşte bu noktada siyasal meşruiyetin kaynağı olan halkın, daha doğrusu parlamenter çoğunluğun karşısına yeni bir meşruiyet kaynağı çıkmaktadır ki o da “evrensel insan hakları”dır. Bu yeni meşruiyet kaynağıyla birlikte demokrasi, yerini temel haklarla sınırlı “hukuk devleti”ne bırakmaktadır.[3]

Demokratik hukuk devletini; klasik ve modern, otoriter ya da totaliter diğer rejimlerden ayırt eden asıl fark onun toplumsal-siyasal iyinin neliği hususunda iktidara alternatif görüşlerin savunulabilirliğini ima etmesi, siyasi muhalefetin varlığına sistem içerisinde yer vermesidir. Mamafih muhalefetin mevcudiyeti; otoriter ya da totaliter iktidara karşı hem çoğulculuğu ve hukuki dengeyi gözeten ana unsurdur hem de kurumların legal işleyişi için ön şarttır. Fransız filozof Raymond Aron’un da dediği gibi; “demokratik hukuk devleti, barışçıl yönetime matuf rekabeti içeren yegâne sistemdir”.[4] Binaenaleyh muhalefetin statüsü, kurumların demokratik karakterini ve çoğulcu siyasal sistemin geniş dengesini belirler. Bu denge; seçimlerin galibi olduğu için yasal emretme gücünü haiz ancak yürütme, yasama ve yargı güçlerini tekelleştirebilecek konumdaki tek parti veya çoğunluk koalisyonu ile temel ve doğal yurttaşlık haklarını haiz diğer seçmenleri temsil eden muhalefet arasındaki dengedir. Muhalefetin yasal olarak tanınması, siyasi diyaloğun etkinliğini ve demokratik hukuk devletinin uzun vadeli istikrarını garanti eden asli faktördür. Bunu sağlayan da muhalefete yüklenen temel fonksiyonlardır. Muhalefetin temel fonksiyonlarını şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Hükümetin programını, kararlarını ve eylemlerini, taslak yasalarını ve bütçesini yakından inceleyerek eleştirmek ve düzeltilmesini istemek. 2- Kendi programını geliştirmek, hükümet ya da çoğunluğun temsilcileri tarafından planlanan uygulamalara alternatif çözümler önererek, siyasi alternatifler sunmak. 3- Parlamentonun karar alma süreçlerinde tartışma ve müzakerelerde farklı görüşler sunarak prosedürü geliştirmek. 4- İdari makamların faaliyetlerini izlemek ve denetlemek. 5- Siyasi sürecin meşruluğunu, hesap verebilirliğini ve şeffaflığını güçlendirmek. 6- Seçmenlerin çıkarlarını apaçık göstermek ve yönlendirmek.

Demokratik hukuk devletinde siyasi çoğunluk ve muhalefet arasındaki interaktif eylem kodları (code of conduct) üç temel ilkeye dayanır: 1- İktidar için rekabet. 2- İktidar kullanımında hoşgörü. 3- İktidarın el değiştirebilirliği. Bu ilkeler çerçevesinde hükümet alternatifi olarak bir kontra-ağırlık oluşturmak; kamuya hizmet için çoğunluk oyuyla iktidara gelen hükümeti şeffaflığa ve temel hak ve özgürlüklere müdahale eden bir politika yürütmekten kaçınmaya zorlamak, muhalefetin başlıca vazifeleridir. Aynı zamanda muhalefet demokratik yollarla iktidar değişimi ihtimalini de temsil eder. Seçim zamanlarında da eylemleri ve beyanlarıyla vatandaşlara doğru bilgi temelli gerçek bir seçim sunulmasını sağlar. Muhalefetin haklarını ve görevlerini garanti eden en önemli referans çerçevesi; Avrupa’da, “Inter-Parliamentary Union” tarafından düzenlenen bir dizi seminer bağlamında 1999 yılında kabul edilen kurallardır. Bir başka önemli referans kaynak da Avrupa Birliği’nin hukuk zemininde demokrasi için Avrupa Komisyonu (Venedik Komisyonu) tarafından Parlamenterler Konseyi‘nin daveti üzerine 2010 yılında benimsemiş olduğu belgedir. Komisyon kararında; muhalefetin, demokratik çoğunluk yönetimi ve meşru azınlık çıkarları arasında doğru bir denge kurduğunu göz önünde bulundurarak, bir ulusal gelenekten diğerine önemli ölçüde değiştiğini belirtmiş ancak azınlıkları koruyan ve ulusal siyasi sistemin demokratik sağlamlığını güçlendiren bir Avrupa kuralı ve standardı olduğuna vurgu yapmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihatlarında muhalefetin haklarını; özgür ve adil seçimler, ifade ve fikir özgürlüğü, toplanma özgürlüğü ve diğer bir takım temel haklar çerçevesinde garanti altına almıştır. Siyasi muhalefetin temel yükümlülüğü; görevlerini ulusal anayasa, olağan medeni hukuk, ceza hukuku ve parlamentonun prosedürel kuralları da dâhil olmak üzere yasalar çerçevesinde yürütmektir. Muhalefet partileri yasadaki değişiklikleri savunabilirler, ancak bunlar geçmediği sürece, herkes gibi yasaya uymakla yükümlüdürler. Dolayısıyla parlamenter dokunulmazlıktaki değişikliklere tabi olarak, muhalefet de diğer örgütler ve bireyler gibi yasadışı faaliyetlerden sorumlu tutulurlar. Avrupa parlamentolarının çoğunun; parti grupları ve milletvekillerinin prosedürel kuralları ihlal etmeleri halinde içsel disiplin yaptırımları vardır. Ayrıca pek çok ülkenin; siyasi partilerin yasaklanması konusunda özel kuralları da mevcuttur. Venedik Komisyonu da bir siyasi partinin (muhalefet), demokratik rejimi zayıflatmak için şiddet içeren ya da demokratik olmayan araçları kullanması durumunda kapatılmasının meşru olabileceğini kabul etmiştir…

Yukarıda anlatılanların ışığında, Türkiye’deki siyasi muhalefeti acaba nasıl değerlendirmek doğru olacaktır?  Türkiye’de, Avrupa standartlarında bir muhalefet var mıdır ve asli fonksiyonlarını gerçekten de ifa edebilmekte midir? Sualleri, Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosunu teşkil eden siyasi partiler ekseninde cevaplamanın herhalde bir mahzuru yoktur. Ana muhalefet CHP’den başlarsak; öncelikle belirtmek gerekir ki kurulduğu günden itibaren CHP’nin sergilemiş olduğu muhalefet tarzı, demokratik bir hukuk devletinde, iktidara alternatif olma anlamında muhalefetten ziyade; halkın tarihine, mazisine, tabi olduğu sosyal değerlere muhalefet şeklinde görülmüştür. Haddizatında kurucusu olduğunu iddia ettiği sözde cumhuriyet de zaten “eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon ve halkın rızasına dayanan yönetim” anlamında cumhuriyet değil, ‘Tekparti Diktatörlüğü’dür. İdris Küçükömer’in ifadeleriyle; CHP’nin cumhuriyet projesi; toplumu Batılılaştırma, “Sivil Toplum” yaratma çabaları, kökü dışarda yani kökü Batı kapitalizminde olan ve mevcut yerli üretim düzeninden kopuk ya da onunla asla bütünleşmek istemeyen bir “kültür devrimi”dir. Bu Batıcı grup; zaman zaman ele geçirdikleri iktidarda olsun, muhalefette olsun Batıdaki tarihi gelişme modelinin tam tersine bir yönden modernleşmeye çalışan ironik bir akımı temsil eder. Bundan dolayı da yaptıkları sözde reform hareketlerinde halk ile gerçek bir organik bağlantıyı hiçbir zaman sağlayamamışlardır. Halkın büyük bir bölümü de bu üst kültür devrim hareketini, anayasasından sanatına kadar, asla kabul etmemiş ve daima ona tepki göstermiştir. Mamafih bir milletin siyasi formasyonu ancak ve ancak tarihi ile mazisi ile tabi olduğu sosyal usullerle ortaya çıkar. CHP’nin sol, sosyal demokrat iddiaları da doğru değildir. CHP, devletçi-kapitalist üretim ilişkilerinde yani mülkiyetin dağılımı ve elde edilen ürünün bölüşülmesinde esaslı bir değişikliğin araçlarını da hiçbir zaman düşünmemiştir. Mülkiyet ilişkilerine dokunmayan, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere esasta CHP yönetimidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne yakın Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı vasiyetname ile hazineye ve CHP’ye ve cüzi bir miktarını da yakınlarına bıraktığı büyük bir serveti olmuştur. Bunlar arasında 154. 729 dönüm arazisi, 51 adet binası, çeşitli fabrikaları, hisse senetleri, çok sayıda hayvanları sayılabilir. Bu büyük mülkiyetten anlaşılacağı üzere Atatürk, mülkiyet düzeninde anlamlı bir değişikliği katiyen öngörmüyordu.[5]

Atatürk’ün mal varlığı ile ilgili olarak, tarih araştırmalarıyla maruf Prof. Dr. Mete Tunçay da şöyle demektedir: “Vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, Atatürk bütün Türkiye’nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarından artırmasıyla da oluşmamıştır. Bilinen iki kaynak; Kurtuluş Savaşı yıllarında Hint Hilafet Komitesi’nin Ankara’ya yolladığı 600 000 liraya yakın yardımla, daha ileriki yıllarda eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın T.C. Uyrukluğuna geçerken CHP’ye bağışladığı 900 000 TL dolaylarındaki paradır. Atatürk; ömrünün sonlarında bu serveti hazineye, belediyelere ve geliri Türk Tarih ve Türk Dil Kurumuna verilmek üzere devletle özdeş saydığı CHP’ye bağışlamıştır. Atatürk’ün malvarlığının –devredilmeleri dolayısıyla bildiğimiz- öğeleri şunlar:

I-  Reisicumhur Atatürk’ün tasarruflarında bulunan bütün çiftliklerini Hazineye ihda buyurduklarına dair, 12 Haziran 1937 tarihli Başvekâlet tezkeresine ekli mektuptaki liste: 1- Ankara, Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus’taki çiftliklerinin 150 000 dönümü aşkın, değerli toprakları. 2- Bunlardaki sayıları 50’yi geçen türlü binalar. 3- Bira, Malt, Buz, Soda, Gazoz, Deri, Tarım Araçları, Yoğurt, Şarap, Un, Çeltik, Peynir, Yağ fabrika ve imalat haneleri. 4- Demirbaşlarıyla birlikte çeşitli tesisler. 5- İyi cinslerinden, yaklaşık 13 000 koyun, 450 sığır, 70 at, 60 eşek, 2500 tavuk. 6- Traktörler, Harman Araçları, Biçerdöverler, Deniz Motoru, Kamyon ve Kamyonetler, Binek Otomobilleri, At Arabaları. Dönemin Başbakanı bunların değerinin –o zamanki parayla “milyonları ifade eden bir servet halinde” olduğunu söylemiştir. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 5, Sene 2, İctimai 75. (12. 6. 1937), Celse 1; Cilt 19, s. 266-76 (Bu armağanlar bugünkü Devlet Üretme Çiftliklerine aktarılmıştır.)…

II- Atatürk, 2 Şubat 1938’de Bursa Kaplıcaları’ndaki 34 830 Liralık hissesini ve otel bahçesine bitişik köşkü Bursa Belediyesi’ne; 11 Mayıs 1938’de de Ankara’daki Hipodrom ve Stadyum civarındaki arsalarla çarşı içerisindeki bir oteli ve altındaki dükkânları Ankara Belediyesi’ne; aynı gün Ulus Basımevi ile bir arsayı CHP’ye bağışlamıştır (Mazhar Leventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti, İstanbul, 1968, s. 19).

III5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesinde, Atatürk (a) nakit parasının, (b) hisse senetlerinin, (c) Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarının, kuru mülkiyetini (?) bazı özel koşullarla CHP’ye bırakmıştır. Anlaşıldığına göre; vefatında (a) üç ayrı hesaptaki nakit parası, 1.5 Milyon TL dolaylarındadır; (b) 300 000 liralığı kurucu, 1 300 000 liralığı normal olmak üzere, yine 1.5 Milyon lirayı aşkın değerde İş Bankası hisse senetlerinden başka, 125 tane kurucu, 25 000 tane de normal Maden Kömürü TAŞ. hisse senedi vardır; (c) Çankaya’daki malı mülkü ise eski Cumhurbaşkanlığı köşkü, arsası ve müştemilatıyla içindeki eşyalar olmalı.

IV- İl Özel İdaresinin ona armağan ettiği Trabzon’daki Köşk gibi, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde (şimdi müzeye çevrilmiş) evleri vb. bulunmaktadır.

Bütün bu malvarlığı için; dönemin Başbakanı’nın 12 Haziran 1937’de Meclis kürsüsünden söylediği gibi, “Senelerden beri şahsi tasarrufu ve bilhassa şahsi emeği ile vücuda getirildiği,” herhalde kolay kolay savunulamaz. O dönemde, Atatürk böyle has çiftlikler vb. kurarken; öteki devlet büyükleri de derece derece, benzeri yollarla “metruk”tan, “mahlul”dan, “ihda”dan kendilerine servet yapmışlardır.”[6] Böylesi ölçüsüz servet sahipliğinin, sosyalist ya da sosyal demokrat olmakla bağdaştırılamayacağı açıktır…

CHP’nin ekonomik devletçiliği de zaten devletin el koyduğu artık üründen, özel kişilere yapılan servet transferidir. Devletçilik uygulamasını; CHP ideolojisinin ilk günlerdeki yayın organı Kadro Dergisi’nin kurucularından yazar ve milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu, şöyle anlatıyordu: “Bu iktisadi ve sınai gelişme hareketimiz öylesine irrasyonel, öylesine başıbozuk bir tarzda kalmış ve araya işten anlamaz ya da kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez komisyoncu, anaforcu bir takım tufeyli unsurların karışımıyla kurulan fabrikalar, yapılan tesisler o kadar pahalıya mal olmuştu ki uzun bir süre millet bunların yalnız yükünü hissetmekle kalmıştı. Bu şarkvari iş ve teşebbüs hareketleri böyle alıp yürürken, öte yandan halk ise ne şekerin tadını tadabilmekte, ne de sırtını bir yünlü kumaş parçasıyla örtebilmekte idi.”[7] CHP’nin; halkın rızasına dayanmaksızın iktidar olduğu 1920-1950 arası dönemdeki sözde cumhuriyet anlayışından bugün dahi vazgeçmediği açıktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Batı kulübüne kabul edilebilmek için şart koşulan, tek parti diktatörlüğünü bırakma mecburiyetini, hazmedemeyip, “Hasolar’la Memolar’la eşit mi olacağız.” diyerek, “eşitlik eksenindeki siyasal  organizasyon” anlamındaki gerçek cumhuriyete geçmeye o gün nasıl karşı çıkmış, ayak sürümüşse bugün de öyle. AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemini, “Tek Adam” yönetimine karşı çıktığı iddiasıyla eleştiren CHP, Türkiye’nin gerçek Tek Adam rejiminin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk hakkında en küçük bir eleştiri getirebilmiş midir? Recep Tayyip Erdoğan’ı “bir milyar dolar serveti var” iddiasıyla eleştirirken; Mustafa Kemal Atatürk’ün tescilli serveti hakkında tek cümle edebilmiş midir? Sözde cumhuriyetçi, sözde laik, sözde modern CHP’lilerin kendilerini Müslüman halk çoğunluğundan üstün zannetmeleri; halkın seçimiyle iktidara gelen siyasi partileri darbelerle ya da benzeri yöntemlerle iktidardan indirmeye çalışmaları neyle izah edilebilir? Müslüman çoğunluğun dinini, ezanını, başörtüsünü, müziğini yasaklamak, bunu da “halkçılık” diye iddia etmek, halkın rızasına dayanmak zorunda olan cumhuriyetle bağdaştırılabilir mi? Gençlik eğitimini “işaret dili, yaratıcı drama ve vals etkinlikleri” olarak gören CHP; Türkiye halkını temsil edebilir, onun rızasıyla iktidara gelebilir mi?[8]

Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosunda grubu bulunan ikinci muhalefet partisi MHP’ye gelince; MHP’nin de normal şartlarda iktidarı hedeflediği ve iktidar alternatifi olduğu söylenemez. Kurulduğu tarihten itibaren “Lider, Doktrin, Teşkilat” üçlemesini kendisine şiar edinen ve mensuplarını, “Liderimin yanlışı, benim doğrumdan daha doğrudur.” diye, örgütleyen bir siyasi partinin kitleleri motive etmesi mümkün mü? Parti yöneticileri de zaten bunun imkânsızlığını bildiklerinden olmalı, iktidar partisine destek vererek, onun üzerinden statülerini korumaya çalışmaktadırlar. Küçük olsun, benim olsun…

Parlamentoda grubu bulunan bir diğer parti de HDP’dir. Hukuk zemininde Kürt halkının temel-doğal haklarını savunacaklarına; terör yöntemine başvurmaları, kendilerini haliyle meşru sistemin dışına itmiştir. Yöneticilerinin, sırtlarını PKK terör örgütüne dayadıklarını söyledikleri bir parti; demokrasiden, demokratik usullerden, hukuktan nasıl bahsetsin? İktidar partisi AKP’nin yol vermesi sayesinde, Kürt bölgelerinde, yerel yönetimlerde izlemiş oldukları “hendek politikası” bölge halkını hayatından bezdirme noktasına gelince, bırakın ulusal muhalefeti, yerel yönetimlerden de uzaklaştırılmaları kaçınılmaz olmuştur.

CHP, MHP ve HDP’nin; iktidar alternatifi olmadıkları, Türkiye’yi muhalefetsiz bıraktıkları iddiasıyla kurulan ve yegâne iktidar alternatifinin kendileri olacağını söyleyen İYİ PARTİ de maalesef iddialarıyla orantılı bir varlık gösterememiştir. Gösteremezdi zira eylemleri ve söylemleri onu, iktidar partisi AKP’nin değil, muhalefet partileri CHP ve MHP’nin alternatifi kılmıştır. Anıtkabir’e gitmeyi bir marifet zannederek, “İman tazelemeye geldik.” diyen, bir parti (genel başkan) olsa olsa CHP’nin ya da MHP’nin alternatifi olabilir. Türkiye halkının çoğunluğunun şöyle ya da böyle dindar-muhafazakâr olduğunu dahi bilmeyen bir siyasi parti o çoğunluktan oy alabilir mi? Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın kârlı bir getirisi olabilir mi? Demokrasinin, halkla aynileşmek (hakikaten ya da öyle görünerek) olduğunu bilmeyen bir siyasi parti o halk tarafından niçin tercih edilsin? Hangi toplumsal tabana hitap etmesi gerektiğini bilmeyen bir siyasi partinin demokrasilerde hiçbir zaman iktidar olma şansı yoktur. Hülasa; Türkiye’de, Avrupa standartlarında bir “siyasi muhalefet”in mevcudiyetinden söz edilemez… Parlamentoda grubu bulunan üç partinin üçü de iktidar alternatifleri değil, “muhalefet” alternatifleridir. İktidar yerine muhalefete alternatif olmaksa demokratik hukuk devletinde, ironik bir biçimde maalesef “gerçek muhalefet” olmamak demektir…

Pekiii; AKP demokratik hukuk devletinin neresinde? Demokratik bir hukuk devletinde olunması gereken normal bir iktidar partisi midir? Ne yazık ki “hukuk devleti” açısından bakıldığında AKP hakkında da çok iyi şeyler söylemek pek mümkün görünmemektedir… 2001’de tüzüğüne; “Ak Parti içte ve dışta güçlü duruşun adaletle mümkün olacağına inanır. Hukukun “güç”ten değil, “güç”ün hukuktan kaynaklandığı inancı ile her iş ve faaliyette doğrunun ve haklının egemen olmasını önleyici engelleri ortadan kaldırmayı, adil yargılanma hakkını ve hak arama özgürlüğünü bütün unsurları ile gerçekleştirmeyi, ülkemizi, onun sahibi insanlarımız için yaşanılır hale getirmeyi… …amaçlar.” diye yazan AKP nerede? Adil yargılanma hakkı bir tarafa; hukuku siyasallaştırıp, “berâet-i zimmet asıldır” ilkesini ve Müslümanlık iddiasına rağmen “ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ” – “hiç kimse bir başkasının suçunu-sorumluluğunu taşımaz” (Zumer Suresi 7.) ayetini yok sayarak, akıbeti düşünmeyip, “zulm ile abad” olacağını sanan; kanun hükmünde kararnamelerle insanların işini ve aşını elinden alan, hak arama özgürlüklerini engelleyen, ülkesini yurttaşlarına yaşanamaz kılan; adaleti Gâvur Elleri’nde – AİHM’de dilenilir hale getiren bugünkü AKP nerede? 2001’de tüzüğüne; “Ak Parti; millet adına egemenlik yetkisi kullanan yasama, yürütme ve yargı erkleri ile devlet şeması içinde kamusal işlev gören bütün kişi, kurum ve kuruluşların gözetmeleri gereken en üstün gücün hukukun üstünlüğü ilkesi olduğunu savunur… …hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasi, bireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliğini, siyasi yönetim anlayışının temel referansları olarak görür… …yetki kullanımlarında ve görev ifa etmelerinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”nde yer alan hukuk devleti normlarına uygunluğu gözetir olmaları gereğini vurgular ve bu gerekliliğe uygunluğu, meşruiyetin esası kabul eder.” diye, yazan AKP nerede? Hukukun üstünlüğünü “muktedirlerin hukuku”na; siyasi yönetim anlayışını da temel hak ve özgürlüklere ve ahlakiliğe değil “iktidara itaat ve biat”a endeksleyen bugünkü AKP nerede? 2001’de tüzüğüne; “Ak Parti; görevlendirmelerde ve seçimlerde en başta aranacak belirleyici ölçütler olarak liyakat, ehliyet, güven ve hukuk kurallarını… …esas alır…” diye, yazan AKP nerede? Her türlü görevlendirme ve seçimlerde “sen-ben-bizim oğlan” noktasına gelen bugünkü AKP nerede? Aslında partisiyle ilgili bu değişimi, Recep Tayyip ERDOĞAN; Cumhurbaşkanlığı Sistemi için yapılan anayasa değişikliği-referandum sürecinde propaganda yaparken çok net açıklamıştır:  “ATATÜRK olsaydı bu değişikliğe evet derdi.” Şüphesiz ERDOĞAN doğru söylüyordu çünkü AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi iyi işletildiğinde, hayatı boyunca demokratik hukuk devletinin olmazsa olmaz şartı “kuvvetler ayrımı” prensibinin daima karşısında yer alan ATATÜRK’ün adını cumhuriyet koyduğu “Tekparti Diktatörlüğü” sisteminin son kertede aynısı olacaktır… Hukuk devleti açısından, sorulması gereken bir başka önemli sual de şudur: Acaba demokratik hukuk devletinin olmazsa olmaz bir diğer şartı, “parti içi muhalefet” AKP’de mümkün müdür? Bu önemli suali, AKP sözcüsü şöyle cevaplandırıyor: “Ak Partide herkesin yeri tartışılabilir ama Genel Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yeri asla tartışılamaz.” Oysaki tartışılamaz, sual sorulamaz, hata isnat edilemez genel başkanlar ya da liderler demokratik hukuk devletinde değil; sadece ve sadece otoriter ve totaliter rejimlerde mevcuttur… Geleneksel ulemadan bir zat-ı muhterem ne de güzel söylemiş: “Bir millet, cehaletle kendi hukukunu bilmezse ehli hamiyet idareciyi bile müstebit yapar.”

 Bütün bunlara rağmen şunu da vurgulamak gerekir ki mevcut sözde muhalefet; yapısal bir değişim geçirmediği, gerçek bir muhalefete dönüşmediği müddetçe, Türkiye’de asla iktidar alternatifi olamayacak; demokrasinin prosedürel kurallarına uygun davranan AKP de iktidarını; haklı ya da haksız, iyi ya da kötü sürdürmeye devam edecektir… İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in dediği gibi;  “demokrasi tarih boyunca denenmiş olan diğer bütün formlar hariç olmak üzere, yönetimin en kötü formudur”, meğerki hukuk devletine dönüşe…

[1] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989.

[2] Hayrettin Ökçesiz, Hukuk Devleti, Afa Yay., İstanbul, 1998.

[3] Zühtü Arslan, “Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı”, HFSA, S. 6. İstanbul, 2003.

[4] Raymond Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, Çev., V. Hatay, Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul, 1976.

[5] İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, Profil Yay., İstanbul, 2010.

[6] Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yay., Ankara, 2005.

[7] İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, Profil Yay., İstanbul, 2010.

[8] CHP Parti Okulu, 29. Gençlik Kampı, Büyükada-İstanbul, Ağustos 2018.

Bu yazı Hukuk, Siyaset kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.