Siyasette Başarı Üzerine

Klasik-geleneksel düşünürler umumiyetle devleti “ahlakî değerlerin tecessüm etmiş hali, müşterek iyiliğin en yüksek görünümü ve itaatin mutlak gerekli olduğu kutsal bir kefalet” şeklinde görüp, siyaseti de yöneten-yönetilen ilişkisine yönelik bir erdemli toplum projesi olarak değerlendirirken; modern düşünürler, onu ya “meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç” yahut “egemen sınıfın baskı aracı” ve yahut da “soyguncu bir çete” şeklinde görüp, siyaseti de erdemsiz toplum projesi diye değerlendirmektedirler. Erdemsizlikten kasıt; toplumun, şahs-ı manevi olarak muayyen bir dinî ya da rasyonel değeri kriter kabul etmemesidir. Ancak yapılan bu ayrımlar fiilî siyasetteki başarı yani hangi tür siyasetçilerin emretme yetkisini elinde tutmayı ve iktidarın bekasını temin etmeyi sürdürebileceği hangilerininse sürdüremeyeceği hususunda pek de farklı düşünüldüğü anlamını taşımamaktadır. Rönesans dönemi filozoflarından Machiavelli’nin siyasetin temeline erdemsizliği koyarak yepyeni bir anlayış geliştirdiği ve bunun için de ilk modern siyaset filozofu olduğu ileri sürülür ise de bu kabul siyasette erdemsizliğin tatbikatının Machiavelli (1469-1527) sonrası dönemlerde keşfedildiği manasına gelmez. Aslına bakılırsa İslam filozoflarından İbni Haldun (1332-1406);  Machiavelli’den yaklaşık 150 küsur yıl önce benzer hususlara temas etmiştir. Erdeme bigane tavır; klasik-geleneksel zamanlarda da modern zamanlarda da siyasette başarının yani emretme yetkisinin tekelinin ve iktidarın bekasının temininin yegâne anahtarı olmuştur. Machiavelli’nin yaptığı siyasette pratik başarının stratejisine dair kitabı kaleme almaktan ibarettir, denmesi pek de büyük bir iddia sayılamaz. Zira erdem dışı bir biçimde yıllarca hüküm süren Antikçağ Yunan tiranları da Roma diktatörleri de Ortaçağ Hristiyan kralları da Müslüman sultanları da Machiavelli hiç yokken vardılar… Mesela; Türk-İslam geleneğindeki “saltanat şerik kabul etmez” formundaki sapkın akide ile kundaktaki çocukları dahi katleden siyaset, erdemsiz siyasetin apaçık delilidir…

Hedefi iktidarını sürdürmek ve emretme yetkisini tekelinde tutamak olan erdeme kayıtsız siyasetçiler için Machiavelli şöyle tavsiyelerde bulunuyor: Gerçek olan hayatla olması arzulanan hayat birbirine çok uzaktır. Olması arzulananın peşinde koşmak, eldeki mevcut olanı da kaybettirir. Kaybetmek istemeyen realist liderlerin dindar, sadık, dürüst, merhametli, insancıl olması gerekmez ama öyleymiş gibi görünmesinde yarar vardır. Haddizatında bu gibi niteliklerin tümüne sahip olmak ve onlara uymak esasen iktidarın kaybına sebeptir. Halkın gözünde öyle bir intiba bırakılmalıdır ki herkes ne kadar merhametli ne kadar sözünde sadık ne kadar dürüst ne kadar insancıl ne kadar dindar demeli ama icap ettiğinde iktidarın bekası uğruna kötü olunması da bilinmelidir. Neyin ne olduğunu az sayıda insan idrak edebilir ise de onlar da iktidarın gücünü arkasında tutan ve aklından ziyade gözüyle hüküm veren ekseriyata karşı koyamaz. Haksızlık da olsa iktidar açısından mücbir sebepler varsa kötülük elzemdir; binaenaleyh mütegallibe için halk tarafından sevilmektense korkulmak her zaman yeğdir. Zira insanlar sevdiklerine kolaylıkla ihanet ederlerse de korktuklarına edemezler. Korku bağı, insanın aklından çıkaramayacağı ceza ve cezalandırılma kaygısıyla örülüdür. Ancak korku nefrete de dönüştürülmemelidir. Nefreti celbeden şeylerin başında halkın malına, mülküne, ırzına, namusuna göz dikilmesi gelir. Oysaki bunlar yapılmadan da pekâlâ korku salınabilir. İnsanlar babalarının ölümünü kolaylıkla içlerine sindirebilirler ama sahip oldukları şeylere göz dikilmesini asla sindiremezler. Hiç kimse sahip olduğu şeyler elinden alınır korkusuyla mülkiyetini artırmaktan geri bırakılmamalı hatta ülke adına üretiyorlar denilerek onlara ödüller dağıtılmalı, rehberlik yapılıp insanlık ve soyluluk dersleri verilmelidir. Zira sıradan insanlar öylesine basit ve mevcut siyasetin şartlarına uymaya öylesine yatkındırlar ki aldatmaya kalkan iktidar karşısında her zaman aldanmaya hazırdırlar. Siyaset erbabı erdem sevdalısı olduğu imajını muhafaza ettiği müddetçe korku da salsa avamdan kaynaklanan bir muhalefetle pek karşılaşmaz. Öte yandan iktidar; halkın idaresinde kendisine vekiller, temsilciler, bürokratlar seçerken de dikkatli olmalıdır. Otokrat liderin akıllı olup olmadığı etrafındaki adamlardan belli olur. Erdemsiz de olsa realist siyasetçinin çevresinin becerikli ve sadık kişilerce doldurulması insanlarda bilgelik duygusu uyandırır. Muktedir açısından vekillerin veya temsilcilerin ya da bürokratların sadakatini sağlamanın en münasip yolu da onları iktidarın nimetleriyle varsıl (zengin) kılmaktır. Ta ki kimin sayesinde o mevkide bulunduklarını unutup hata yapmasınlar ve imkânları ellerinden gider diye korksunlar. Vekiller, temsilciler ve bürokratlarla her zaman görüş alışverişinde bulunulmalı ama onların olur olmaz akıl vermeye kalkışmalarını önlemek için de cesaretleri kırılmalıdır. Çok sayıda vekili veya temsilcisi ya da bürokratı bulunan otokrat lider eğer yeterince akıllı değilse istişarelerden istifade yerine kendini yıpratarak çıkar. Buna maruz kalmamak için, akılcı fikirler kimden gelirse gelsin yalnızca onun sağduyusunun ürünü olarak lanse edilmelidir. Hülasa iktidar uğruna iki ayrı mücadele şeklinin bulunduğunu bilmek gerekir. Birincisi ahlaka ve hukuka uyarak yürütülen mücadele ikincisi de her türlü yola, her türlü zorbalığa başvurularak yürütülen mücadele. İlki erdemli insanlara, ikincisiyse erdem tanımayan zorba otokratlara mahsustur. Ne var ki kahir ekseriyetle zorba otokratlar diğerlerine nispetle daha başarılı olurlar. Realist siyasetçinin, yerine göre her iki yöntemi de kullanmayı becermesi lazımdır. Bunun anlamı iktidardayken hem yırtıcı aslan hem de kurnaz tilki karakterine bürünebilmektir. Aslan tuzaklardan, tilki de kurtlardan pek korunamaz. Tuzaklardan korunmak için tilki, kurtlara karşı koyabilmek için de aslan olmak şarttır. Yalnızca aslan ya da tilki olarak kalmak isteyenler reel-politikten hiç mi hiç anlamayanlardır. Hedefe götüren yolda aslan olmak gerektiğinde aslan, tilki olmak gerektiğinde de tilki olmak erdeme kayıtsız siyasetçinin mutlak şiarıdır. Gayenin vasıtaları mubah kılacağını unutan başarısızlığa mahkumdur.[1]

Tarihî açıdan, doğruluk/hakikat ile siyaset arasındaki çatışma diyametrik olarak birbirine zıt iki hayat tarzından, bilge ve cahil insanın hayat anlayışından kaynaklanmıştır. Beşeri maslahat hakkında cahil/avamın sürekli değişen kanaat (doksa), zanlarına karşılık; bilge/havas olanların idrak ettiği doğruluk/hakikat maslahata istikamet kazandıracak marifet (episteme) ile alakalıdır. Maalesef iktidarların vazgeçilmez parametreleri arasında yer alan marifet değil, kanaat yani zandır. Haddizatında beşeri maslahat alanında geçerli olmak için kanaatler cenahından desteğe ihtiyacı bulunmayan her doğruluk/hakikat iddiası bütün siyasi ve idari uygulamaları kökünden sarsar. Zira doğruluk/hakikatin kendisinden başka otorite tanımayan bir karakteri vardır. O nedenle iktidarlar, tahakkümleri altına alamayacakları bu gücün rekabetinden korkar ve ondan “haklı” olarak nefret ederler.  Doğruluk/hakikat; uzlaşma, sözleşme ve rızanın dışındadır. Herhangi bir kanaat nahoş da olsa reddedilmeye ya da uzlaşılmaya açıktır ama doğruluk/hakikat denilen şeyin düpedüz yalanlar dışında reddedilemez ve uzlaşılamaz, hiçbir şeyin yerinden kımıldatmaya muvaffak olamayacağı bir dik başlılığı vardır. Marifetle kanaat arasındaki bu antagonizma; “diyalog” ile “retorik” tarzındaki iletişim biçimleri arasında var olan çatışmanın doğal sonucudur. Diyalog, bizatihi doğruluk/hakikate, sağlam muhakeme ve mukayeseye; retorikse insanların farklı ve değişken çıkarlarına, duygularına ve kanaatlerine dayanır. Karşısındaki insanların açgözlülüğüne, yararına, zevkine ya da beklentilerine uygun davrandığı için retorikçi-yalancının ikna edici olma şansı doğruluk/hakikat anlatıcısından çok daha yüksektir. Rasyonel  doğruluk/hakikatten, kanaatlere doğru gerçekleşen kayma kitleselliğe doğru kaymayı ifade eder. Bu da sağlam muhakeme alanından, izole bireylerin aynı kanaatleri taşıdıklarına inandıkları algı alanına doğru kaymanın olduğu manasına gelir ki manipülasyonlar da bu noktada başlar. Algıyla hareket eden insanlar, her zaman için kanaatlerini değiştirmeye açıktırlar. Ne yazık ki algı; gerçekliğin farklı gösterilmesinin ötesinde, doğruluk/hakikatin yerine tam teşekküllü bir ikamesini sunmaya kalkışır. Hele hele modern dünyadaki kitle iletişim araçlarının imaj yaratıcılığı göz önünde tutulursa manipülasyonlara sınır dahi çizilemez. Algıyla oluşturulan geleneksel ve modern yalanlar mukayese edilecekse aralarındaki fark, örtbas etmekle yok etmek arasındaki fark kadar büyüktür. Üstelik geleneksel yalanlar mevzii kalıp, herkesi kandırmaktan ziyade yalnızca düşman bildiğini hedeflerken; modern yalanlar oldukça şümullü ve kendi insanını da kandırmayı hedefler. Gerçekliğe böylesi tam ve nihai nitelikte zararı verecek olan tehlikeler, daha çok modern manipülasyonlar için söz konusudur. Kendi ideolojilerini ve imajlarını doğruluk/hakikate rağmen herkese kabul ettiren tek-parti diktatörlükleri ve totaliter yönetimler bunun en iyi örnekleridir. Karşılarındaki tek zorluksa gerçekliğin yerine geçirmeye çalıştıkları yalanları durmadan değiştirmek mecburiyetinde kalmalarıdır.

Machiavellist siyaset anlayışının Türkiye’de, cumhuriyetin ilanından itibaren her daim temsilcileri olmuştur. Cumhuriyet rejiminin kurucusu olduğunu iddia eden CHP ilk önemli temsilcidir. Hem CHP’nin genel başkanı hem de cumhurbaşkanı olan ATATÜRK; siyaseti milli iradenin yansıması, cumhuriyeti halkın kendi kendini idaresi, devleti de “muayyen bir arazide yerleşmiş ve kendine has bir kuvvete sahip olan efradın heyeti mecmuasından ibaret bir mevcudiyet” biçiminde tanımlıyor ise de milli iradenin nasıl tespit edileceği hakkında da halkın kendi kendini idaresinin ve dolayısıyla devletin nasıl teşekkül edeceği hakkında da herhangi bir açıklamada bulunmaz. Dahası, devletin haiz olduğu kuvveti; “kendine has” diye tavsif edip, bizatihi devlet mefhumunda mevcut, ferden hiç kimse tarafından verilmiş olmayan, milletin sinesinde icrayı nüfuza malik, halk üzerinde tatbike salahiyetli güç diye değerlendirerek, aslında onun milli iradeden özerkliğini belirtmiş olur. Açıktır ki milli iradeden özerk bu kuvvet, realitede yalnızca ATATÜRK’ün kendi irade bildirimidir. Her ne kadar cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir, diyor ise de ortada herhangi bir serbest seçim yok ki müntehap (seçilmiş) meclis mevcut olsun. Zira ATATÜRK döneminde uygulanan seçim sistemi; çoğunluk esasına dayalı iki dereceli seçim sistemi olup, seçimin tek belirleyicisi ATATÜRK’tür. İki dereceli bu sistemde birinci seçmenler (müntehib-i evvel, “halk”) ikinci seçmenleri (müntehib-i sani, ATATÜRK’ün belirlediği grup), ikinci seçmenler de milletvekillerini (ATATÜRK’ün belirlediği liste) seçerlerdi. Yani ikinci seçmen listesini belirleyen de milletvekili listesini belirleyen de tek başına ATATÜRK’tü. Mizansenin gerekçesiyse halkın doğrudan milletvekili seçmek için yeterli olgunluğa ulaşmadığı, dolayısıyla da karar verirken hata yapabileceği düşüncesiydi. Bu gerekçeyle güya halkın ikincil seçmenleri seçmelerine izin verilir ama milletvekillerini seçmelerine izin verilmezdi.[2] Bir taraftan demokrasi-cumhuriyet, milli irade edebiyatı yapmak; diğer taraftan da halkın milletvekili seçebilecek olgunlukta olmadığını söylemek Machiavellizmden başka bir şeyle izah edilebilir mi? Anlaşılan o ki ATATÜRK’ün tek-parti diktatörlüğü döneminde seçmene yüklenilen tek misyon, seçim olduğu söylenen onaylama mizansenine iştirak etmek ve sistemi seyirciler nezdinde “meşru” göstermekten ibarettir.

Şüphesiz o dönemde “milli irade” manipülasyonları sadece seçim sistemiyle ilgili değildi. “Muasır medeniyetler seviyesine yükselme” iddiasıyla inkılap adı altında gerçekleştirilen tüm değişiklikler; “Takvim Devrimi”, “Kılık-Kıyafet Devrimi”, “Alfabe Devrimi”, “Şarkı-Türkü Yasağı Devrimi”, “Türkçe Ezan Devrimi”, “Ayasofya Camiini Müze Yapma Devrimi”, vs. vs. hemen hemen hepsi hiçbir gerçek fonksiyonu olmayan, yalnızca Türk Halkını kendi milli kültüründen koparıp, Batılılaştırmak ve milli kültürünün temel unsuru İslam karşıtlığı düşüncesinden kaynaklanıyordu. ATATÜRK’ün İslam karşıtlığı rasyonel insanlar için bir sır değildir. ATATÜRK bu aşikâreliği “Medeni Bilgiler” başlığıyla yayınlanan kendi el yazısıyla kaleme aldığı kitapta şöyle anlatıyor: “Türk’ler, Arapların dinini kabul ettikten sonra, bu din Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetmiş, milli hislerini uyuşturmuştur. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncerdi. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olunurdu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi lisanında değil Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaklardı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediklerini bilmeyeceklerdi. Bu vaziyet karşısında Türk Milleti asırlarca ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını dahi bilmedikleri halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık cahil hocalar ağzıyla, ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da, Allah kelimesinin ilahi parolası altında, Hristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler. Fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmetleri yaptılar ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet oldular. Mısırda belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler. Peygamber hırkasıdır diye yalan bir palaspareyi hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gâh şarka, cenuba, gâh garba veya her tarafa saldıra saldıra Türk Milletini Allah için, peygamber için, topraklarını, menfaatlerini benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra…”[3] Aynı aşikâreliği “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu” başlığıyla yayınlanan kitapta da yine kendi el yazısıyla kaleme aldığı mektupta şöyle anlatıyor: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Arapların, medeni cihanlarda, bilhassa Türk zengin medeni muhitlerinde bu iptidai ve cahiliyet devrinin timsali olan düstura dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır…”[4] Denilebilir ki “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ATATÜRK’ün bu vatana ve bu millete iyiliğini kabul etmek için onun illa ki Müslüman olma mecburiyeti mi vardır?” Elbette öyle bir mecburiyet yoktur… Ancak  ATATÜRK tarafından tesis edilen sistemin “cumhuriyet” diye nitelendirilebilmesi için evrensel, müşahhas ölçüler vardır… Elbette ki Avrupa’da kurulan cumhuriyet ya da demokrasi denilen yeni siyasi sistem herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah temin etmeyen, monarşi adlı eski sistemden çok çok üstündür. Ancak ATATÜRK’ün Türkiye’de tesis etmiş olduğu sistem,“cumhuriyet” görünümlü tekparti diktatörlüğüdür ve diktatörlük sayesinde yaratılan CHP Oligarşisi dışında hiç kimseye özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah getirmemiştir… O nedenledir ki 1950 yılında yapılan ilk özgür, serbest seçim ile birlikte millet; “İkinci Adam” İsmet İnönü liderliğindeki CHP iktidarına ve dikta rejimine son vermiştir… Bir siyasi sistemin gerçekte cumhuriyet olmadığının en açık delili, o sistemde “kuvvetler ayrımı” ilkesinin geçerli olmayışıdır. ATATÜRK; hayatının hiçbir döneminde “kuvvetler ayrımı” ilkesini tasvip etmemiş hatta “hakimiyet tecezzi ve ferağ edilemez” diyerek, her daim ona karşı çıkmıştır… Türkiye’deki “diplomalı-diplomasız cahiller”in, ATATÜRK’ün kurduğu rejimin “cumhuriyet” olduğu iddiasının (zannının) yanlış-yalan olduğunu anlamak için Avrupastandartlarındaki gerçek cumhuriyetin temel niteliklerine bakmak yeterlidir:

1) Cumhuriyet; insanların tebaa değilbirey ve yurttaş adı altında ve eşitlik ekseninde örgütlendikleri çoğulcu bir siyasal formdur.

2) Cumhuriyettabiaten özgür olan insanların iradî kararları ve sözleşmeleriyle kurdukları, halkın rızasına dayanan sosyo-politik organizasyondur.

3) Cumhuriyetkuvvetler ayrımı ilkesine dayanan sınırlı, temsilî, hukuk devleti olup, doğal hukukun pozitivite edildiği yasaları (pozitif hukuku) tatbik eder ve bu yasalar hem yurttaşları hem de devleti (yöneticileri) bağlar.

4) Cumhuriyet; homojen bir toplumsal yapıyı ve muayyen bir sınıfı temsil etmediğinden, belirli bir din ya da etik eksenli hukuku değil, rasyonel doğal hukuk ilkeleri çerçevesinde farklılıkların müzakeresiyle tespit edilen sözleşme hukukunu uygular.

Machiavellist siyaset anlayışının Türkiye’deki diğer önemli temsilcisi, “cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen otokratik monokrasi rejiminin kurucusu, dindar görünümlü AKP’dir. Resmiyette “cumhurbaşkanlığı sistemi” bir “tek-parti diktatörlüğü” değil ise de fiiliyatta ATATÜRK’ün “cumhuriyet” rejimine çok benzerdir. AKP kurucu genel başkanı ERDOĞAN; sistem değişikliğine yönelik referandum sürecinde propaganda yaparken, “ATATÜRK olsaydı cumhurbaşkanlığı sistemine evet derdi.” ifadelerini kullanırken tam da bu benzerliğe işaret etmiştir. Milli irade söylemini yüceltmesine rağmen, o günlerde bütün kurumlarıyla birlikte devletin yürütme, yasama, yargı olarak bilinen tüm fonksiyonlarının tek belirleyici gücü nasıl ATATÜRK idiyse bugünlerde de aynı söylemle ERDOĞAN’dır. Aralarındaki tek fark ERDOĞAN’ın söylemlerine akseden “din” vurgusudur. Din vurgusunun sebebiyse şüphesiz o günlerdeki serbest seçim uygulamasının yokluğuna karşılık bugünkü mevcudiyetidir. ATATÜRK’ün tek partili dikta rejimindeki göstermelik seçimlerde halkı iknâ sorunu yoktu. Halk, onun yaptığı listeleri mecburen onaylıyordu. Oysaki çok partili yapının halâ sürdürülmesinden ötürü, ERDOĞAN’ın halkı iknâ sorunu var ve Türkiye halkı da çoğunluk itibarıyla şöyle ya da böyle dindar… Dindar halkın oy verdiği bir serbest seçim sisteminde dinin karşısında mevzilenmek gibi bir irrasyonalite, demokrasinin demagojiye açıklığı dikkate alındığında olsa olsa cehaletle kabildir. Bugünkü irrasyonalist CHP’lilerin kulakları çınlasın!? İşte AKP’nin Machiavellist tavrı tam da bu noktada kendisini göstermektedir. Hemen her seçimde, CHP’nin tek-parti diktatörlüğü dönemindeki din karşıtı uygulamaları nazara verilerek, taraftar seçmen tahkim edilmeye ve o olayların dinî çerçevede istismarı ve manipülasyonuyla da oy devşirilmeye çalışılmaktadır. Mesela; ATATÜRK tarafından keyfi olarak müze yapılan Ayasofya Camii’nin tekrar ibadet haneye dönüştürülmesi hadisesi hiç şüphe yok ki Machiavellist bir tavırdan kaynaklanmaktadır… Ayasofya Camii’nin asli hüviyetine kavuşmuş olması elbette ki Müslümanlar açısından şeksiz, şüphesiz sevinç duyulması gereken bir olaydır ancak ERDOĞAN’ın bir yıl önce, kendisinden Ayasofya Camii’nin asli hüviyetine dönüştürülmesini isteyenlere karşı sarf etmiş olduğu “Önce bir Sultan Ahmet Camii’ni doldurun… Ayasofya’yı açmanın bir götürüsü var… Onun bizim için faturası çok daha ağırdır. Unutmayalım, şu anda dünyanın çok çeşitli ülkelerinde bizim binlerce camimiz var… Acaba bunu söyleyenler, bu camilerin başına ne gelir, bunu hiç düşünüyorlar mı? Kundaklama hareketleri şunlar, bunlar, birçok şeyler yapılıyor… Bunları düşünmeden söylüyorlar… Bunların hesabını yapmadan söylüyorlar… Kusura bakmasınlar bunlar dünyayı tanımıyorlar… Muhataplarını bilmiyorlar… Onun için ben bir siyasi lider olarak, oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.” şeklindeki veciz cümleler (https://www.youtube.com/watch?v=A_1MZa7R1Iw)(https://www.youtube.com/watch?v=HmuUZHSeCF0); Ayasofya Camii’nin asli hüviyetine kavuşturulmasında gönüllü olunduğunu değil, siyasî gelecek hesaplarından ötürü buna mecbur kalındığı sırrını ele vermektedir. Zira konuşmanın yapıldığı günden bugüne dünyanın şartlarında, Türkiye lehine herhangi bir değişiklik gerçekleşmemiştir. Dahası konuşmadaki “Ayasofya’yı camiye dönüştürürsek, dünyanın şurasında, burasında mevcut olan camileri kundaklarlar.” anlamına gelen cümleler, Ayasofya Camii’nin asli hüviyetine kavuşturulmasına yönelik, herhangi bir niyetin kesinlikle bulunmadığına da delalet eder. Açıktır ki bir yıl önce muhtemel olan kundaklama girişimleri; o ülkelerde kimse camileri korusunlar diye ERDOĞAN’ın emrindeki Türk polisini vazifelendirmediğine göre, bugün de geçerlidir. Besbelli ki ERDOĞAN’da istikamet kaybına yol açarak, Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesini sağlayan başka bir gerçeklik var… İşte o gerçeklik; AKP’nin, “cumhurbaşkanlığı sistemi” dediği otokratik monokrasi rejiminin Türkiye’yi getirmiş olduğu ekonomik kriz, hukuk dışı yargı kararları, kanun hükmünde kararname zulümleri, özgürlük kısıtlamaları, emniyetsiz hayat ve gelecek kaygısı gibi şartlar vesilesiyle ortaya çıkan seçim kaybı riskidir. Yani muhafazakâr çevrelerin “Harp hiledir.” diye inandıkları  “akide”. ERDOĞAN tarafından, siyaset anlayışları örtüşmediği için başbakanlıktan düşürülen Ahmet DAVUTOĞLU’nun ifadeleriyle; ERDOĞAN’ın 28 Şubatçı yeni ortakları, geçmişte “Fatiha’yı dahi bilmezler.” dediği BAHÇELİ ve “Din afyondur.” diye inanan PERİNÇEK bile Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesini destekliyorlarsa arka plandaki hakiki motivasyonun seçim kaybı riski olduğu ortaya çıkmaz mı? Elbette çıkar… Yani, ERDOĞAN“ekonomik kriz, hukuk dışı yargı kararları, kanun hükmünde kararname zulümleri, özgürlük kısıtlamaları, emniyetsiz hayat ve gelecek kaygısı” gibi, nedenlerle kaybetmeye başladığı İslamî hassasiyetleri bulunan potansiyel seçmen kitlesini tahkime çalışmaktadır. Hakikat bu… Halbuki KILIÇDAROĞLU-AKŞENER “millet ittifakı cephesi”, ATATÜRK’ün kendi döneminde yaptığı İslam karşıtı uygulamaları savunmakta bu kadar mahir ve irrasyonellikte bu kadar ısrarcıyken endişeye mahal yoktur!? Bu tespite, AKP’nin diplomalı-diplomasız bazı cahilleri; “Biz zaten Müslümanız, İslam’ı istismar etmiyoruz, yaşıyoruz.” diyerek, itiraz edeceklerse onlara sormak gerekir: “Dindarlık sadece ‘Takvim Devrimi’, ‘Kılık-Kıyafet Devrimi’, ‘Alfabe Devrimi’, ‘Şarkı-Türkü Yasağı Devrimi’, ‘Türkçe Ezan Devrimi’, ‘Ayasofya Camiini Müze Yapma Devrimi’ gibi abuk-sabuk işlere reaksiyon göstermekten ya da gelenek ve Osmanlı tarihi savunuculuğundan mı ibarettir?” İslamî meşru siyaset için, Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’ın emrettiği mahza adalet ve ona dair hukukî eşitlik, liyakat-ehliyet, şura-meşveret, zekâtın zorunluluğu, ribanın-faizin haramlığıgibi ilkelerden haberiniz yok mu? Eğer yoksa bu durum ehli İslam olduğunuzu sorgulanır hale getirir; varsa ehli nifak olduğunuzu sorgulanır hale getirir… Besbelli ki sizin açınızdan en uygun mevki yine Machiavellist sıfatıyla iktifa etmenizdir!? Machiavellist olmak da zaten yegâne meşruiyet kriteriniz olan Türkiye Cumhuriyeti Yasalarına göre suç değildir…

Reel-politik itibarıyla mevzu değerlendirildiğinde ne yazık ki Machiavelli’yi “haklı” görmemenin imkânı yoktur. Siyasî düşünce tarihine bakıldığında, hakikat/doğruluk ile reel-politiğin birbiriyle uyuşmayan kavramlar olduğundan kimsenin şüphesi de yoktur. Yalan, sadece realist politikacının ya da demagogun değil, devlet-adamlığı zanaatının da gerekli ve haklı bir aracı olarak kabul edilmiştir. Ancak bunların bir bedeli de vardır. Yalanın; doğruluk/hakikat yerine ikamesi, insanın bu dünyada yönünü tayin etmesini sağlayan gerçeklik duygusunun ve sağduyunun yok edilmesinden, kısacası sinizmden başka bir şey değildir. Azgelişmiş ülkelerin siyasetçilerinin ve propagandistlerinin yücelttikleri, siyasi ve ekonomik gerçekleri olduğundan farklı göstermek maksadıyla sahte şaşaalı siteler yaratma, “Potemkin Köyleri” kurma işinin getireceği nokta, gerçek bir şey inşa etmek değil, sanal (teknoloji üretim merkezi) “Silikon Vadisi” kurmaktır… Her ne kadar doğruluk/hakikat; iktidarla girdiği mücadeleden hep mağlup ayrılmışsa da nevi şahsına münhasır bir kudreti vardır ve eninde sonunda yine ortaya çıkar. İktidarlar ona karşı bin bir çeşit tertip kurarak, onun mevkiine geçebilirlerse de uzun vadede yaşama şansı bulunan orijinal bir şeyi ne keşfedebilir ne de icat edebilirler. Zira ikna ve şiddet; doğruluk/hakikati yok edebilir ama asla onun yerini alamaz.[5] Acaba güçsüzlük, doğruluk/hakikatin; aldatmak da iktidarın doğasında mı vardır? Şayet öyleyse doğruluk/hakikate itibar etmeyen bir iktidar kadar; kötülüğü önleyemeyen, güçten yoksun bir doğruluk/hakikat de geçersizliğinden ötürü kötü olmaz mı? Bu pratik meselenin çözümü için her şeyden önce siyasete temel olacak ilkelerin nesnel şartlardan mı yani bireysel iradenin konusu olan gayeden mi yoksa ideal (surî) şartlardan mı yani dış münasebetlerde yalnızca özgürlüğe endeksli olan “Öyle hareket et ki senin iradenin ilkesi,  evrensel-genel bir ilke olabilsin.” şeklinde ifade edilen prensipten mi kaynaklanması gerektiğine karar vermek lazımdır. Politikacı-ahlakçıyı ilgilendiren mesele (kamu hukuku, uluslar arası hukuk ve dünya vatandaşlığı hukuku) yani birinci prensip, tamamen teknik bir meseledir. Ahlakçı-politikacıyı ilgilendiren ikincisi prensip ise ahlakî meseledir. Örneğin, bir halkın ancak özgürlük ve çoğulculuk haklarına dayanarak devlet kurması ahlakî bir prensiptir ve bu prensip heteronom değil, otonom bir mükellefiyet manasını içerir. Erdeme kayıtsız siyasetçilerin manipülasyonlarıyla devlet halkı modeli yaratmaksa otonom değil heteronom bir mükellefiyet yaratır ki o da habis, yalancı, açgözlü ve gayrı adil bir toplumsal ilişkiler ağı demektir. Özgürlüğe ve özgür düşünceye ket vurmak, düşündüğü ile söylediği birbirini tutmayan heteronom insanlar yaratabilir ama ahlakı, dürüstlüğü çürütür. Oysaki “Adalet yerini bulsun da isterse dünya mahvolsun.” (Fiat justitita, et pereat mundus),vecizesiyle ifade edilen keskin hukuk prensibi  tam da otonom mükellefiyet anlamında gayrı meşru şiddetin, aldatmanın ve açgözlülüğün bütün pürüzlü yollarını kapatacak olan ideal (surî) bir hukuk prensibidir. Bu prensibin kabulü hem kamu hukuku hem uluslar arası hukuk hem de dünya vatandaşlığı hukuku ile ilgili tüm anlaşmazlıkların kanunî yollardan çözülmesini sağlayacak evrensel-genel bir ilkedir. Ancak bu çerçeveden bakıldığı taktirde denilebilir ki ahlak ile siyaset arasında tezat yoktur. Sübjektif irade açısından ve realiteden hareket edildiğindeyse böyle bir tezat sürekli gündeme gelecek, insanların haklarıyla ilgili olan ama dayandığı düsturlar itibarıyla aleniyetle uzlaşmayan fiil ve uygulamalar da her daim ahlaka ve adalete aykırılık teşkil edecek ve siyasette de maalesef hep Machiavellizm muktedir olacaktır.[6]

[1] Niccola Machiavelli, Hükümdar, Çev., N. Adabağ, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2008.

[2] Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım (1923-1945), Gündoğan Yay., Ankara, 1992.

[3] Atatürk, Medeni Bilgiler (Hazırlayan N. Uğurlu), Örgün Yay., İstanbul, 2017.

[4] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2018.

[5] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev., B. S. Şener, İletişim Yay., İstanbul, 2004.

[6] Immanuel Kant, Ebedi Barış Üstüne Felsefi Deneme, Çev., Y. Abadan – S. Meray, Ankara Ü. Siyasal B. F. Yay., Ankara, 1960.

Bu yazı Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.