Tarikatların, Din İstismarı Üzerine

Medyaya yapmış olduğu; “Hele İslamî devlet olsun, en güzel sarığı biz saracağız, en güzel cübbeleri biz giyeceğiz… O kisveyi taşıyacağım diye devletten, hizmetten, ticaretten kopmak yok… Biz devleti, makamları bıraktığımız zaman oraya ne idüğü belirsizler geliyor… Ne idüğü belirsizler karar mekanizmalarına geçince Müslümanlar sıkıntı çekiyor… Devletin kontrol mekanizmalarında olmamız lazım… Başörtü meselesi çözüldü değil mi? Ayasofya için Tayyip Bey (Cumhurbaşkanı) bekleyin dedi, Ayasofya açıldı… Sarık ve cübbenin de vakti gelecek…” mealindeki cümleleriyle meşhur Sakarya, Akyazı ilçesinde faaliyetlerini sürdüren Uşşakî Tarikatı’nın şeyhi, on iki yaşındaki bir kız çocuğunu tacizden tutuklanınca din istismarı mevzusu Türkiye’de bir kez daha gündeme geldi… Azimetle amel iddiasındaki insanların ahlak yerine sarıktan, cüppeden, kisveden, ticaretten, devletin kontrol mekanizmalarına geçmekten bahsediyor olması çok hazin değil mi? Oysaki İslam’ın peygamberi; “Ben ahlak-ı haseneyi tekmil için gönderildim.” diyerek, İslam’ın özünde ahlak; ahlakın da kendiniz için istediğiniz şeyleri başkaları için de istemek olduğunu anlatıyordu… Ahlakın dejenere olduğu yerde taciz, hırsızlık, rüşvet, irtikâp, vs. vs. gibi, suiistimaller maalesef kaçınılmaz bir durumdur… Bu türlü suiistimallerin yalnızca dejenere şahıslardan kaynaklanmadığı ne kadar açıksa yalnızca onların cezalandırılmasıyla önlenemeyeceği de o kadar açıktır… Sorun hem tarikat denilen teşekküllerin gayrı meşru yapılarıyla hem de siyasî iktidarlarla kurulan hukuk dışı ilişkilerle alakalıdır…  Gayrı meşru yapılar ve hukuk dışı ilişkiler sürdürüldüğü taktirde istismarların da aynen devam edeceği izahtan varestedir…

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ne bakılırsa: Tarikat; İslâm’ın zahir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzı tasavvufta, hakikate ulaşmak için benimsenen usûl, tutulan yol, azimetle amel demektir… Dinin zahirî kısmını şeriat, batınî kısmını da tarikat oluşturur… Tarikatın varlık nedeni; ilahî teklifin letafetini kalbî tenvirle hissetmek, takdir etmek ve o sayede de ubudiyeti zoraki değil, belki iştiyakla ifadır… Binaenaleyh herhangi bir tarikata girmek, mürid olmak isteyen kişinin mutlaka o tarikatın şeyhine biat etme mecburiyeti vardır… Biat; hem şeyhe ve onun emirlerine tam anlamıyla bağlı kalınacağına dair söz vermeyi, ahdi ifade eder hem de müridin, mânevî bağlılığını ve teslimiyetini simgeler… Mürid; biatın ardından, intisap ettiği tarikatın âdâb, erkân ve usullerini şeyhinin rehberliğinde gerçekleştirir… Eğitimin vicahiliği zorunlu değildir elbette; şeyhi hiç görmeden, onun ruhaniyeti vasıtasıyla da mümkündür… Tüm bu yollarla müridin; şeyhin feyzinden, himmetinden istifadesi umulur… Tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere tarikatlardaki yapısal sorun iki noktada düğümlenmektedir. Birincisi, İslam’ın hükümlerinin zahir ve bâtın diye temel ayrıma tabi tutulup, zahirî ve batınî bilgi ayrımının yapılması; ikincisi de hakikate ulaşabilmek için şeyh denilen kişiye biat mecburiyetinin mutlaklaştırılmasıdır…

Tarikat ehlinin akla ziyan işlerinde, batınî bilgiye dair Kur’an’ı referans göstererek, kendisine meşruiyet kazandırmaya çalıştığı iki temel kıssa vardır… Birincisi; Kehf Suresinde anlatılan, Musa’nın genç arkadaşıyla birlikte iki denizin birleştiği yerde karşılaştığı “kullardan bir kul” ile seyahatleri esnasında gerçekleşen olaylardır… Kur’an’daki ifadelerle: “Derken kullarımızdan bir kulla karşılaştılar ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Mûsâ, “Sana öğretilen bilgilerden, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için benimle yoldaşlık eder misin.”, diye sordu. O da şöyle dedi: Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin. İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?”, (Kehf Suresi 65-68)… Mûsâ’nın ısrarı üzerine seyahate başlarlar… O kul önce bindikleri bir geminin batması için gemiyi deler; arkasından rastladıkları bir çocuğu öldürür; daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmeyi reddettiği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı onarır. Bu üç olayın her birinde Mûsâ o kula davranışının sebebini sorar; o da “Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye mukabelede bulunur. Mûsâ özür dileyip seyahate devam etmelerini ister. O kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ’nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler. Ayrılırken de söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının kendince sebeplerini anlatır ve bunları Allah’ın emriyle yaptığını belirtir… Kıssada o kulun insan mı melek mi cin mi olduğuna dair herhangi bir izahat yoktur… Geleneksel ulemadan bazı müfessirler ve özellikle mutasavvıflar bahsedilen o kulun Hızır tesmiye edilen batınî ilim verilmiş zat olduğunu söyleseler de onun insan olduğuna dair herhangi bir delil de yoktur… O kul; eylemlerini Allah’ın emriyle yaptığını belirttiğine göre, vazifeli bir melek olması kuvvetle muhtemeldir… Zira onun, Musa gibi esbaba riayet ile mükellef olmadığı nettir… Dolayısıyla Musa’ya verilmeyen bir bilginin şeyh denilen kişilere verildiğine dair bu kıssadan hüküm çıkarmak mümkün değildir…

İkinci kıssa; Kur’an’da, Neml Suresinde anlatılan Süleyman ve Sebe Melikesi kıssasıdır. Kıssadaki ifadelerle; Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları vardır. Teftiş esnasında kuşlara göz atıp, hüdhüdü niçin göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı, diye sorar. Mazeretini gösterecek apaçık bir delili yoksa onu cezalandıracağını, kafasını keseceğini söyler… Hüdhüd çok geçmeden çıkagelir ve Süleyman’a, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim; Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim; Sebe halkına hükümdarlık eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve çok büyük tahtı olan bir kadın gördüm; o ve kavmi, Allah’a değil, güneşe tapıyorlar; şeytan, onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları yoldan çıkarmış, der…  Bunun üzerine Süleyman; hüdhüdle Sebe melikesine bir mektup gönderip, onları tevhid dine davet eder… Mektubu alan melike kavminin ileri gelenlerini toplayarak, Süleyman’dan ‘bismillâhirrahmânirrahîm’ cümlesiyle başlayan ve kendilerini tevhid dinine davet eden bir mektup aldığını ve kanaatlerini belirtmelerini söyler. Onlar da güçlü ve kuvvetli olduklarını, melike ne isterse ona uyacaklarını ifade ederler. Melike; Süleyman’a açık ve olumlu bir cevap yerine elçileriyle bazı hediyeler gönderir… Süleyman; melikenin hediyelerini elçileriyle birlikte iade ederek, Sebe üzerine yürümekle onları tehdit eder… Tehdide maruz kalan melike, Süleyman’ı bizzat kendisinin ziyarete gideceğini bildirir… Süleyman; maiyetindekilere; onlar gelmeden önce hanginiz bana melikenin tahtını getirebilirsiniz, der… Orda bulunanlardan biri; cin (ifrit), sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm, cevabını verir; bir başkası da (kendisinde kitaptan bir bilgi bulunan kimse) ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce getiririm, der ve Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görür… Süleyman; tahtın birazcık tanınmaz hale getirilmesini ister… Melike gelince de ona senin tahtın böyle miydi, diye sorar… O da “Sanki o.”, cevabını verir… Süleyman’ın cismanî ve ruhanî gücü karşısında etkilenen melike, onun gerçek bir peygamber olduğunu anlar ve neticede de tevhid dinini kabul eder… Tahtın, Sebe’den alınıp, Süleyman’ın yanına getiriliş olayı, ilgili ayetlerde şöyle ifade edilmektedir: “Cinlerden bir ifrit, ‘Sen daha yerinden kalkmadan onu (tahtı) sana getirebilirim. Bunu becerebilecek güce sahibim.’ dedi… Kendisinde kitaptan (vahiyden) bir bilgi bulunan kimse de ‘Ben onu gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm.’ dedi; (Süleyman) onu önünde kurulu bir biçimde görünce de ‘Rabbimin mahza bir lütfu bu, şükür mü nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor.’ dedi…”, (Neml 39-40)… Yukarda, Musa kıssasında bahsedilen “kullardan bir kul”un kimliği nasıl bilinmiyorsa Süleyman kıssasında bahsedilen kendisinde kitaptan bir bilgi bulunan kimse”nin kimliği de bilinmemektedir… Burada da geleneksel ulemadan bazı müfessirler ve mutasavvıflar bahsedilen o kimsenin kimliği meçhul Hızır tesmiye edilen zat olduğunu yine söylerken, bazıları Süleyman’dan başka bir peygamber olabileceğini, Tefsir-i Kebir’in yazarı Fahreddîn Razî ise bizzat Süleyman’ın kendisi olduğunu söylemektedir… Esasen o kimsenin vahye, kitaba muhatap olduğu belirtildiğine göre, melek ya da peygamber olması çok daha muhtemeldir… Dolayısıyla bahis mevzuu batınî bilginin şeyh denilen kişilere verildiğine dair bu kıssadan hüküm çıkarmak da yine mümkün görünmemektedir…

Açıktır ki doğrudan doğruya vahye muhatap olmayan hiçbir varlık (melek, insan) için mucize-keramet kabilinden fevkalade fiiller sergilemek nasıl Kur’an ölçüleriyle izah edilemez ise biat denilen mutlak itaat anlayışı da o kadar izah edilemez… Binaenaleyh; şeyhlik makamı atfedilen kişilere batınî bilgi isnatlarının akla aykırı sonuçlara kapı aralaması gibi, itaatin mutlaklaştırılması da akla aykırı sonuçlara kapı aralar… Akla aykırılıksa tabiatıyla insanları, Allah’ın; “O, akıllarını kullanmayanları murdar (müptezel, müflis, münkir) kılar.”, (Yunus 100); ayetine muhatap eder… Tarikatta temel şiar olan “Mürit, şeyhin elinde; gassalın elindeki meyyit gibi olmalıdır.” vecizesi tam da bu akla aykırı, irrasyonel durumu anlatmaktadır… Halbuki Kur’an’da “Ey Peygamber… iyilik ve doğrulukta (mârufta) isyan etmemek kaydıyla seninle bey’atleşmek isterlerse, onlarla bey’atleş…” (ve lâ ya’sîneke fî ma’rûfin febâyi’hunne / Mümtehine 12); buyrularak, peygambere itaat dahi mâruf şartına bağlanmıştır… Yirminci yüzyılın en önemli İslam alimlerinden, Tefhim’ul Kur’an tefsirinin yazarı Mevdudî, ayetle ilgili şu yorumu yapmaktadır: Peygambere itaat konusunda ilk prensip, ona maruf üzere biat edilmesidir. Oysa peygamberin münkeri emretmesi gibi ufak bir şüphe bile söz konusu değildir. Demek ki hiçbir mahluka, Allah’a itaatin dışında itaat caiz değildir. Çünkü Allah, peygamberine itaati dahi, maruf şartına bağlı kılmıştır. O halde peygambere itaat bile, maruf şartına bağlı kılınmışken, başkasına, Allah’ın kanunları dışındaki örflere, geleneğe kayıtsız şartsız itaat beklemeye kimsenin hakkı yoktur… Peygambere bile mutlak itaat imtiyazı vermeyen İslam, şeyh denilen kişilere böyle bir imtiyaz vermiş olabilir mi? Elbette HAYIR… Her ne kadar tasavvuf kitaplarında dinin zahirî ve şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan tarikatla hakikate ulaşılamayacağı yazılır ise de fiilî durum tam aksidir… Öyle olmasa mahremi olmayan kız çocuklarıyla halvete giren şeyhlerden bahsedilir miydi? Öyle olmasa dergâhta hizmet eden mürit oğlunun kuru-yavan ekmek, şeyhinin ise kızarmış tavuk yemesine itiraz eden kadını susturmak için; kemikleri bir araya toplayarak “kum biiznillah” komutuyla güya kemikleri yeniden canlı tavuğa dönüştüren “Gavs-ı Âzam” hikayeleri “mânevî tevatür” denilerek nakledilir miydi? Öyle olmasa “yanmayan kefen, nal-ı şerif” satışları yapılır mıydı? Öyle olmasa beşikteyken oruç tutan şeyh masalları anlatılır mıydı? Öyle olmasa yaşlı şeyhinin genç kadın talebini, kendi genç karısını ikram ederek yerine getirmeye çalışan mürit hikayelerinden (https://www.youtube.com/watch?v=5o_O-B3OCOc) söz edilir miydi? Üstüne üstlük bu şeyhlerin gerçekleştirdikleri fevkalade hadiselerin hiçbirisinin görgü tanığı yok, hepsi sadece rivayet… Sonuç itibarıyla tarikat ehlinin akla ziyan işlerinde kendilerine meşruiyet kazandırmak için Kur’anî referans bulmalarına katiyetle imkân yoktur… Rasyonalite zemininde referansıysa asla olamaz… Ne yazık ki tarikat ehlinin azimetle amel iddiaları, realiteye hiçbir zaman yansımayan boş bir iddiadan ibarettir…

Acaba tarikatların din istismarını önlemenin herhangi bir yolu var mıdır? Elbette vardır… Öncelikle bilinmesi gereken şey, sorunun, yapısal bir sorun olduğu; bu yapısal sorunun da “gaybı bilen, her şeye vakıf, masum, insan-ı kâmil, vs.” şeklindeki sapkın akide ekseninde dizayn edilen tek-adam örgütlenmelerinden ve bu teşekküllerin “azimetle amel” iddialarının aksine, nihaî noktada sosyal ve ekonomik bir güç odağına dönüşmelerinden kaynaklandığıdır… Muhafazakâr siyasî iktidarların, tarikatlarla şeffaf olmayan, netameli, hukuk dışı ilişkilere girmelerinin asıl sebebi de zaten onların birer güç odağına dönüşmüş olmalarıdır… Diğer temel sorunsa hayata ve eşyaya dair doğru bilgi hususunda yegâne kriterin akıl olduğunun idrâk edilememesidir… Hiç şüphe yok ki hayata, varlığa-varoluşa yönelik yapılan tüm değerlendirmelerde; bu değerlendirmelerin kaynağı ister insan tecrübesine dayanan bilgi olsun isterse vahiy diye kabul edilen inanç; her türlü açıklama ve anlamlandırmanın doğruluğu ya da yanlışlığı hakkındaki yegâne kriter akıldır (rasyonalite). Akıl her hususta nihaî karar merciidir. İnsan tecrübesine dayanan bilgi; zihnin algı (beş duyu) ve düşünme (teemmül) gibi, sahip olduğu doğal yetileri vasıtasıyla elde edilen kavramlardan çıkarım yaparak ulaştığı, hükmün ya da hakikatlerin kesin veya ihtimalli oluşlarının keşfedilmesidir. Vahiy diye kabul edilen inanç ise aklın çıkarımları neticesinde değil de bazı olağanüstü iletişim yolları ile Allah’tan mesaj alan iddia sahibinin güvenilirliğine binaen bir hükmü kabul etmektir. Bilginin aksine inanç, kavramlar arasındaki bağlantının doğrudan idrâki yerine bir takım farazî yargıları içerir. İnançta bir hükmün doğruluğunu varsaymak söz konusu iken, bilgide onun doğru olduğunu idrâk etmek söz konusudur. Doğruluğun varsayılmasına sözel doğruluk; idrâkine ise gerçek doğruluk denir. Bilgi bir gerçeğin farkında olmak, inanç ise bir şeyi gerçekmiş gibi kabul etmek anlamına gelir. İnancın doğruluğunun bir varsayıma dayandığını gösteren en önemli kanıt; insanların doğdukları yere bağlı olarak  Türkiye’de Müslüman, Hindistan’da Budist, İtalya’da Katolik, İngiltere’de Anglikan, İsveç’te Lutherian, vs. vs. olmalarıdır. Allah, doğru inancın tercih edilebilmesi için insana akıl (rasyonalite) yetisini vermiştir. Farklı inanç gruplarının, kendi inançlarını herhangi bir hususta akıl desteklediğinde memnuniyet duymaları, aksi durumdaysa “bu bir inanç meselesidir ve aklın üstündedir” şeklinde bir söylem kullanmaları tamamen mütenakızdır. Akıl doğruluğun ve yanlışlığın kriteri olarak kabul edilmediği taktirde hiçbir inanç kendisinin “hakikati temsil” ettiğini ileri süremez. Zira her inancın, kendi doğruluğunun delilinin yine kendisi olduğunu iddia etmesi bir safsata, bir mantık hatasıdır. Dahası aynı iddiayı ileri süren ve tanrıyı reddeden (münkir) birinin  yanlışlığı hakkında onu iknâ etmeleri de mümkün değildir. Açıktır ki bir insan; Allah’tan, algı (beş duyu) ve düşünme (teemmül) harici olarak vahiy yoluyla bir takım kavramlar (isimler) alsa bile onları vahiy yoluyla bir başkasına aktaramayacağına göre, mecburen insanın yegâne bilgi edinme yolları olan algı (beş duyu) ve düşünme (teemmül)  aracılığıyla oluşan kavramlar sayesinde aktaracaktır. Bu da gösteriyor ki hangi mevzuda olursa olsun, ona dair ileri sürülen iddianın doğruluğu ya da yanlışlığının yegâne kriteri akıldır. İnsan için; algı (beş duyu) ve düşünme (teemmül) vasıtasıyla edindiği kavramların (ideler) birbirleriyle uyum ya da uyumsuzluklarının idrâkine dayanan bilgi ve değerlendirmelerinin doğrulukları ve kesinlikleri hususunda vahyin yardımı zorunlu değildir. Vahiyle birtakım bilgilerin iletildiği kabul edilse bile onların doğruluğunun ya da yanlışlığının test edileceği alan da yine insanın rasyonel tecrübe alanıdır. Hayatın ya da varlığın izahına dair, doğruluğun ve yanlışlığın yegâne kriterinin akıl olduğu kabul edilmeyip, insan tecrübesine aykırı düşmesine rağmen vahiy denilerek karşıt iddiaların ileri sürülmesi dünyada güvenilirlik ve güvenilmezlik ölçüleri adına ortada hiçbir şey bırakmaz. Dolayısıyla rasyonel tecrübeye aykırı düşen hiçbir inanç insan ilişkilerinde kriter diye onaylanamaz. Böyle bir kabul, insanı hayvanlardan dahi zavallı bir duruma düşürecektir. İnancın, bilgiye hükmetmeye kalkışmadığı ahlakî alanlarda akıl, ilahi bilgi pınarından akıp gelen yeni keşifler yüzünden incinmez ve zarar görmez, aksine onlar sayesinde daha da gelişebilir. Ancak bir iddianın vahiy olup olmadığına karar verecek olan da yine akıldır. İnanç ve bilgi alanları, bu sınırlarla birbirinden ayrı tutulmazsa dünyada birçok dinde görülen tuhaf uygulamalar ve törenlerin kınanması için hiçbir neden kalmaz. Akla aykırılık önemli değilse, fareye ya da ineğe tapınan yahut da mevcut hayat standartlarına şükretmezse reenkarnasyon gereği bir sonraki hayatında daha da kötü şartlarda (belki bir böcek olarak) geri döneceğine  inanan Hindulara yanlış yapıyorsunuz, denilebilir mi? İnsanları her açıdan kuşatan din adına ileri sürülmüş bilumum saçmalıklar büyük ölçüde akla aykırı inancın övülmesiyle alakalıdır. Zira insanların kahir ekseriyatı, akla aykırılığı apaçık da olsa dinî konularda akla danışılmaması gerektiği düşüncesiyle yetiştirildiklerinden bu saçmalıklara kapılmaktadırlar. Halbuki, Kur’an’ın; “Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”, (Nisa 11); tanımlaması hakkıyla anlaşılsa ve hikmet sahibi Allah’ın abes iş yapmayacağı düşünülse bu saçmalıkların olamayacağı da idrâk edilecektir. İnancı “rasyonel olmak zorunda değil” diyerek;  işrak, ilham, sünuhat ya da istiğrak yöntemiyle izah etmeye çalışanlar hiç de güvenilir bir temele dayanmamaktadırlar. Şayet inançların değerlendirilmesinde kendi doğruluklarının delili olmaktan başka bir kriterleri yoksa her tuhaf düşünce kendisini bir vahiy olarak takdim edecektir. Akıl; inançların doğruluğunu, onların dışından bir kriterle irdelemediği taktirde, maalesef doğruluk ve yanlışlık aynı değere sahip olacağından muhtelif bin bir çeşit inancı birbirinden ayırt etmenin ve birine doğru diğerine yanlış demenin imkânı da kalmayacaktır. İşte tam da bu sebeple akıl, her hususta en son hüküm mercii olmalıdır. Aksi durumda aklın rehberliğini reddedip, insanları irrasyonel inanca ve eyleme davet edenlerin istismarından kurtulabilecek hiçbir değer kalmayacaktır…

Bu yazı Ethik, Güncel Yazılar, İslam Felsefesi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.