Kutsal Metinlerin Eleştirilemezliği Üzerine

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü ARSLAN; AKP iktidarının meclisteki çoğunluğuna dayanarak yasalaştırdığı 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na dair, bazı hususları iptal eden Anayasa Mahkemesi kararından ötürü, İçişleri Bakanı Süleyman SOYLU’nun kast-ı mahsusa ile (maksadını aşarak değil) kendisine yönelttiği eleştirilere cevap sadedinden yazdığı metinde şöyle bir cümle de kullanmış: “Yargı kararları, özellikle AYM kararları kutsal metinler değildir, eleştirilebilir…” Yani, AYM kararları eleştirilebilir ama kutsal metinler eleştirilemez…Merakı mucip bir ifade değil mi? Halihazırdaki kararla belki doğrudan alakası yok ama Zühtü ARSLAN’ın zihin dünyasını yansıtması açısından ilginç bir cümle… Kutsal metinlerin eleştirilemezliğinin delili nedir? Başka türlü de düşünülebileceği aklından geçmediğine göre, imam-hatip lisesinde aldığı skolastik eğitim iliklerine kadar işlemiş olmalı?! Yoksa hukuk fakültelerinde de mi böyle öğretiliyor?! Başkanın liberallik iddiaları da dikkate alınırsa, herhalde liberal öğretinin gereğini söylüyordur, denecek?! Kutsal metinlerin eleştirisiyle ilgili bir dava Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelirse ne olacak?! Karar şimdiden belli?! Gel de Hristiyan Ortaçağının engizisyon mahkemelerine laf et?!

Kutsal metinlerin eleştirilip eleştirilemeyeceği hususunu değerlendirmeden önce, Süleyman SOYLU ve Zühtü ARSLAN polemiğinin safahatına bakmak yerinde olacaktır: Mayıs 2014‘te Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen ve üç yüzü aşkın insanın hayatını kaybettiği maden faciasının ardından, işlerini kaybeden ve beş yıl geçmesine rağmen tazminatlarını alamayan maden işçileri, durumu protesto etmek ve seslerini iktidara (saraydaki muktedire) duyurarak haklarını alabilmek için 2019 yılının Ekim ayında Soma’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlatmış fakat İçişleri Bakanlığı’nın 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda yer alan ‘Şehirlerarası kara yollarında gösteri yürüyüşleri düzenlenemez.’, hükmünü gerekçe gösteren polis engeliyle karşılaşmıştı… İçişleri Bakanlığı’nın bu uygulamasının Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri süren Bağımsız Maden-İş Sendikası’nın açmış olduğu dava, nihai karar mercii Anayasa Mahkemesi tarafından İçişleri Bakanlığı’nın uygulamasının aleyhine ve ilgili kanun maddesinin iptali yönünde hükme bağlanınca, polemik başladı… Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti devletinin, hukuk devleti olup olmadığı tartışmaları bir kez daha gündeme geldi… Gündemin belirleyicisi her ne kadar İçişleri Bakanı Süleyman SOYLU gibi görünüyorsa da “Recep Tayyip Erdoğan’ın bir neferiyim.” (https://www.youtube.com/watch?v=q2JjKo-HHDI), diyen Süleyman SOYLU’nun, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’dan bağımsız hareket edemeyeceği düşünülürse arka planda asıl belirleyici olan Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’dır ve asıl konu da Türkiye’de “kuvvetler birliği”nin mi yoksa “kuvvetler ayrımı”nın mı; denetlenebilir bir yönetimin mi keyfi bir yönetimin mi hüküm süreceğidir… Tartışmanın cevabı, iki sualde gizli: 1- Süleyman SOYLU’nun, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’a rağmen Anayasa Mahkemesi Başkanı üzerinden, Anayasa Mahkemesi ile kavgaya tutuşması mümkün müdür? 2- Bir hukuk devletinde “kutsal metinler” eleştirilemez mi?

Anayasa Mahkemesi’nin kararı üzerine İçişleri Bakanı Süleyman SOYLU şöyle diyor: “Anayasa Mahkemesi Başkanı’na buradan söylüyorum. Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmamasını onayladınız. Polis koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylüyorum; kendi arabamla tek başıma gitmeye ben varım sen var mısın? Henüz daha gerekçe yazılma aşamasında olan bu kararın uygulamada ne gibi sorunlara yol açacağını en iyi burası biliyor. Enteresan bir işle karşı karşıyayız. Yani anlamıyorum, hakikaten anlamıyorum, bu ülkeyi nereye götürmek istiyor Anayasa Mahkemesi? Güvenlik soruşturmasını da kaldıralım, ne olacak… FETÖ’cüler girsin, PKK’cılar girsin. Bu ülke büyük bir mücadeleden geçiyor, bizi zorluk içinde bırakmayın, bizi naçar bırakmayın. Yapmayın, etmeyin bu ülkeye. Son aldığınız karar, şehirler arası yollar her türlü eylem ve etkinliğe açıktır. İyi açarız, dertlerini Anayasa Mahkemesi Başkanı’na anlatsınlar. Güvenlik soruşturmaları iptal, bu devirde kim girerse girsin. Bu ülkede PKK yok, bu ülkede FETÖ de yok, bu ülkede DEAŞ da yok… Ne olacak; beyefendiler sırça köşklerinde oturacaklar, her türlü işi yapacaklar, evlatlar şehit olacak, şehit cenazelerinde de üzülecekler…” İçişleri Bakanı’nın yapmaya çalıştığı; “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” dedikleri şeyden çok farklı değil açıkçası… Anayasa Mahkemesi, kararında terörörgütlerine engel olmayın demiyor… Terör örgütleriyle mücadele içişleri bakanlığının asli vazifesi zaten…  Anayasa Mahkemesi“silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü” anayasal haktır, diyor ve dayanağı da Anayasa’nın 34. Maddesidir: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.” Silahsız ve saldırısız başlayan bir yürüyüşün bilahare silahlı çatışmaya ve birilerine saldırıya dönüşme ihtimali varsa o ihtimale karşı tedbir almak da elbette içişleri bakanlığının vazifesidir… Cumhurbaşkanı ERDOĞAN, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.”, diye buyurmamış mıydı? Öte yandan “silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü” düzenlemenin, güvenlik soruşturmalarıyla da alakası yoktur… Mesele Anayasa Mahkemesi’nin o konuyla ilgili aylar önce vermiş olduğu kararı da eleştirmekse o eleştiri de “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” dedikleri kabilden… AKP iktidarının çıraklık ve kalfalık dönemlerinde dilinden düşürmediği evrensel hukukun temel prensipleri; “masumiyet karinesi”, “suç ve cezanın şahsiliği”, “beraat-i zimmet asıldır”, “müddeiiddiasını ispatla mükelleftir”, gibi ilkeler hafızalardan mı silindi? Müslüman kimliğinden ötürü birilerinin “irtica” yaftalarıyla güvenlik soruşturması gerekçe gösterilerek mağdur edildiği ne çabuk unutuldu? Hani unutmak ihanetti?

Anayasa Mahkemesi Başkanı eleştirilere cevap vermekten aciz değil elbette ve cevabını da verdi zaten: “Yargı kararları, özellikle AYM kararları kutsal metinler değildir. Eleştirilebilir, dahası eleştirilmelidir. Bundan en fazla kurumsal olarak kararları eleştirilen yargı kurumu faydalanır. Bununla birlikte yargı kararlarına yönelik eleştirilerin faydalı olabilmesi için asgari iki hususun önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi herhangi bir metni eleştirmek için öncelikle onu okuyup anlamak gerekir. Bazı eleştirilerden görüyoruz ki, kararlarımız okunmadan, bazen de okunduğu halde yeterince anlaşılmadan eleştirilmektedir. Halbuki sağlıklı bir eleştiri, okumayı ve okunanı doğru anlamayı gerektirmektedir. İkinci olarak eleştirinin eleştirilenler bakımından etkili ve faydalı olabilmesi büyük ölçüde kullanılan üslûba bağlıdır. Çoğu kez ‘nasıl’ söylediğiniz, ‘ne’ söylediğinizin önüne geçer. Hiç şüphesiz üslûp ya da ifade tarzı da ifade özgürlüğünün güvencesi altındadır. Elbette herkes dilediği üslûbu tercih etmekte serbesttir. Esasen kullandığımız dil kimliğimizi ve kişiliğimizi yansıtır. İnsan, dilinin altında gizlidir. İfadeye ve tarzına yönelik tüm bu söylenenlerin internet ortamında yapılan açıklamalar, paylaşımlar ve kullanılan dil bakımından öncelikle ve özellikle geçerli olduğunu da vurgulamak isterim. Sonuç olarak AYM, Anayasa´nın ve kanunların kendisine verdiği görev ve yetkiler kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti´nin temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan demokratik hukuk devleti niteliğini korumaya çalışıyor. Görevini en iyi şekilde yerine getirmek için de çaba gösteriyor…” Türkiye Cumhuriyeti gerçekten bir hukuk devleti olsaydı; Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, “Kutsal metinler eleştirilemez.”, manasındaki cümlesi hariç, beyanatı haklı görülebilirdi… Mukayeseyi şu şekilde yapmak mümkündür: Mesela; bir hukuk devleti olan Amerika’da, Yüksek Mahkeme’nin (Supreme Court) herhangi bir kararını eleştirmeyi, bırakın içişleri bakanını, başkan dahi aklından geçiremez… Oysaki Türkiye’de; “Anayasa Mahkemesi, bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben, Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim. Bunu da çok açık, net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum.” demek, AKP iktidarı için pekâlâ mümkündür (https://www.youtube.com/watch?v=fCSUsEQjAmk). Hatırlatmak gerekirse; hukuk devleti; bütün güçlerin, yürütmenin de yasamanın da yargının da hukuka tabi olduğu devlet demektir. Hukuk devletinin formel ölçütü; halk tarafından görevlendirilen bir kamu gücü olarak devletin, kanunlarla sınırlandırılmış, kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olması; muhteva bakımından ölçütüyse adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devleti, pozitif hukuku olan devlet demek değildir. Bir devletin pozitif hukuk sistemindeki kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Tekparti diktatörlükleri; Nazizm, Faşizm, Sosyalizm, Kemalizm, gibi devletlerin her hususta ve hayli ayrıntılı yasal düzenlemeleri mevcut idiyse de hiçbirisi hukuk devleti değildi… Zira temel ve doğal insan haklarını tanımayan bir devlet, asla hukuk devleti olamaz…

Hukuk devletinin temel niteliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1) “Kuvvetler ayrımı”nın var olması ve devlet aygıtlarının, bağımsız yargı tarafından denetlenebiliyor olması.

2) Devletin görevlerinin bireysel özgürlüklerin ve refahın güvenceye alınmasıyla, yurttaşların hukukî eşitliğiyle ve yetkilerinin de hukukla sınırlandırılması.

3) Devletin rasyonel ilkelere, rasyonel hukuka göre örgütlenmesi. Anayasanın veya genel yasaların bulunması.

4) Bireysel haklarını tahakkukunun, devletin varlık nedeni olarak tanınması ve bireye aşkın devlet tasarımlarının reddedilmesi.

Hukuk devletini gerçekleştirmede en uygun siyasal form, meşruiyetini halktan alan demokrasi ise de evrensel insan hakları öğretisini dikkate almayan salt çoğunluğun egemenliğine dönüşen demokrasinin tek başına hukuk devletine ulaştıracağı da söylenemez. Çünkü demokrasinin halka yönelik manipülasyonlara açık tarafları hayli çoktur. Demokrasi perdesi altında yönetimler pekâlâ oligarşi rejimine evirilebilmekte ve muayyen çıkar gruplarına hizmeti  esas alabilmektedir. Maalesef böylesi durumlarda kuvvetler ayrımı, oligarşi içerisindeki dengeyi ve uzlaşmayı sağlamak için de pekâlâ kullanılabilmektedir. Demokrasi, bilinçli örgütlenmiş sosyolojik gruplara, bilinçli halka dayanmadıkça oligarşik manipülasyonlar kaçınılmazdır. Tam da bu nedenden ötürü, demokrasi ve hukuk devleti ayrımı yapılmaktadır. Demokrasiyle hukuk devleti arasındaki çelişki şu şekilde de izah edilebilir: Demokraside siyasal meşruiyetin kaynağı şüphesiz halktır fakat bunun pratikteki karşılığı parlamento çoğunluğu olmaktadır. Parlamento elbette yasal kuralları belirleme yetkisine sahiptir ancak parlamenter çoğunluk mutlak bir güce de sahip olmamalıdır. Bu gücü sınırlandıran şey, hukukun üstünlüğü ilkesi ve evrensel insan hakları öğretisidir. Hukukun üstünlüğü ve evrensel insan hakları  parlamenter çoğunluğun iradesini sınırlandırarak, azınlıkta kalanların haklarını da korur. Bu noktada siyasal meşruiyetin kaynağı olan halkın, daha doğrusu parlamenter çoğunluğun karşısına yeni bir meşruiyet kaynağı konur ki o da “evrensel insan hakları”dır. İşte bu yeni meşruiyet kaynağıyla birlikte demokrasi, yerini temel haklarla sınırlı hukuk devletine bırakmaktadır. AKP iktidarının sorunu; icraatını yalnızca parlamenter çoğunluğa istinaden gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin hukuk devleti olamamasının önündeki en büyük engel de zaten majoriteryen iktidarın meşruiyet için yeterli görülmesidir. Cumhurbaşkanlığı Sistemi denilen, monokratik yapılanmada, hemen her hususta yegâne belirleyici olan “muhafazakâr demokrat” Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın bakış açısı ne yazık ki böyledir ve şu ya da bu mevkiye onun atadığı “neferler bürokrasisi”nin de ona rağmen başka türlü bir fonksiyon üstlenmesi elbette mümkün değildir… Neferlerin, komutanlarına rağmen kendi akıllarıyla hareket etmeleri hadlerine midir?

Bir hukuk devletinde kutsal metinlerin eleştirilip eleştirilemeyeceği hususuna tekrar dönersek: Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü ARSLAN; imam-hatip lisesinde aldığı “skolastik eğitim”e istinaden İslam adına “Kutsal metinler eleştirilemez.” diyorsa, bu düşüncesinin Kur’anî bir dayanağı yoktur. Zira Kur’an’da geçen “İşte bu (Kur’an); kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir mesajdır.”, (İbrahim 52); “Allah; akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır.”, (Yunus 100); “Ancak akıl sahipleri öğüt alır.”, (Zümer 9); mealindeki birçok ayet insanları akla, tefekküre, teemmüle yani eleştirel düşünceye çağırmaktadır… Liberal dünya görüşüne istinaden söylüyorsa liberalin kutsalı olmaz zaten… Bir liberal, en iyimser ihtimalle olsa olsa hiçbir kutsal metni dikkate almayan deist olur… Rasyonel bir çıkarım yapıyorsa böyle bir çıkarım en vahim olanı… Doğruyu ve yanlışı ya da iyiyi ve kötüyü ayırt edebilmek için akıl, eleştirel bakmaz da ne yapar? Eleştirel bakan akıl; doğruluğun ve yanlışlığın kriteri olarak kabul edilmediği taktirde hangi inanç kendisinin “hakikati temsil” ettiğini ileri sürebilir? İnançların; kendi doğruluğunun delilinin yine kendisi olduğunu iddia etmesi bir safsata, bir mantık hatası değil midir? Hangi mevzuda olursa olsun, ileri sürülen her iddianın doğruluğu ya da yanlışlığının yegâne kriteri eleştirel düşünen akıldır. Hayatın ya da varlığın izahına dair, doğruluğun ve yanlışlığın yegâne kriterinin eleştirel düşünen akıl olduğu kabul edilmeyip, insan tecrübesine aykırılığına rağmen inanç denilerek, karşıt iddiaların ileri sürülmesi dünyada güvenilirlik ve güvenilmezlik ölçüleri adına ortada hiçbir şey bırakmaz. Böyle bir kabul, insanı hayvanlardan dahi zavallı bir duruma düşürür. Kutsal metinler inanç konusu denilerek eleştirilemezse Tevrat’ın, İncil’in, Zebur’un, vs. vs. tahrife maruz kaldığı iddia edilebilir mi veya fareye ya da ineğe tapınan yahut da mevcut hayat standartlarına şükretmezse reenkarnasyon gereği bir sonraki hayatında daha da kötü şartlarda (belki bir böcek olarak) geri döneceğine  inanan Hindulara yanlış yapıyorsunuz, denilebilir mi? İnsanları dört bir yönden kuşatan, kutsallık adına ileri sürülmüş bilumum saçmalıklar maalesef büyük ölçüde akla aykırı inancın eleştirilemez kabul edilmesiyle alakalıdır. Kutsal metinler eleştirilemezler ve rasyonel olmak zorunda değildirler, diyenler, doğru bilgi hususunda hiç de güvenilir bir temele dayanmamaktadırlar. Şayet kutsal metinlerin şöyle ya da böyle değerlendirilmesinde, kendi doğruluklarının delili olmaktan başka bir kriterleri yoksa, her tuhaf-garip düşünce kendisini kutsal olarak takdim edecektir… Akıl; kutsal metinlerin doğruluğunu, onların dışından bir kriterle irdelemediği taktirde, doğruluk ve yanlışlık aynı değere sahip olacağından muhtelif, bin bir çeşit kutsalı birbirinden ayırt etmenin ve birine doğru diğerine yanlış demenin imkânı da kalmayacaktır. İşte tam da bu sebeple eleştirel düşünen akıl, her hususta en son hüküm mercii olmalıdır… Kutsal metinler eleştirilemez diyerek, insanları irrasyonel inançlara ve eylemlere saygıya davet edenlerin, istismarın yüzlerce türüne kapı araladıkları izahtan varestedir… Hele hele bunu; güya hukuk devletini savunan bir anayasa mahkemesinin başkanının dillendirmesi vahamet ötesi vahamettir…

Bu yazı Güncel Yazılar, İslam Felsefesi, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.