John Locke’un Siyaset Felsefesi

Liberal demokrasinin en önemli temsilcilerinden John Locke (1632–1704); I. Charles’ın İngiltere’de tahta çıktığı ve parlamento desteği olmaksızın ülkeyi yönetmeye teşebbüs ettiği günlerde, 1632’de Wrington-Somerset’te dünyaya geldi. İngiltere için bu dönem, aynı zamanda hem dinî tolerasyon hem politik ve ekonomik güçlenme hem de ulus-devlet transformasyonlarının yaşandığı dönemdir. Locke’un babası; Calvinist Presbiteryen eğilimleri olan, belli oranda toprak mülkiyetine sahip, kısmeti sekreterlikten öteye gitmeyen bir avukattı. Eğitim için Londra’ya giden Locke, Westminster School’da geçirdiği dört yıl süresince, Richard Busby’nin nezaretinde eğitim gördü. Bu yıllar, aynı zamanda, İngiltere tarihinde geleneksel monarşik yönetimin kırılma noktası olup, uzun süre devam eden Sivil Savaşın (1642-1648), katedralleri ahır yapan Oliver Cromwell’in ordusunun zaferiyle sonuçlandığı dönemdir.[1] Kral I. Charles’ın  1649’daki idamı ve sonraki on bir yıllık cumhuriyet tecrübesi, siyasî ve dinî çatışmalara karşı önlemleri yaygınlaştırmıştı. Locke’un genel ve üniversite eğitimi bu yıllarda şekillendi. Richard Busby’nin kralcı ve kilise taraftarı duyguları, on beş yaşındaki Locke’u az da olsa etkiliyordu. O dönemde, Westminster’da Reformasyon karşıtı olan klasik metinler öğretiliyordu. Locke, kamusal okul eğitimini ve klasik müfredatı, hayatının oldukça ileri dönemlerinde sorgulayacaktır. Westminster’daki çalışkanlığı ve başarısı, 1652’de yirmi yaşındayken Oxford-Christ Church’e öğrenciliğe seçilmesine vesile olmuştur. Locke’un mensubu olduğu tabakadan gelenler için bu seçim pek de muhtemel görülmezdi. Locke’a bunu sağlayan, onun müstesna entelektüel kabiliyetidir. Locke, üniversitede ilkin, geleneksel mezuniyet kurslarını takip etti (Aristotelyen mantık, metafizik, klasik diller). 1656 Şubat ayında BA (bachelor), 1658’de MA (master) derecesi aldı.

Bir filozof olarak Locke’un, ölümünden itibaren asırlarca en ehemmiyetli görülen politika, ahlak ve din hakkındaki düşünceleri, otuz beş yaşına kadar kendisi için, ilgi alanına giren  oldukça sınırlı konulardı. Bunların yerine tercih ettiği alan, doğanın pragmatik kontrolü gibi konular olmuştur. Locke’un öğrencilik yıllarında Oxford’daki dinî atmosfer, Püriten otoritelerin damgasını taşıyordu. Püritenler, İngiliz Kilisesi’nin Katolikliğin kalıntılarından arındırılmasını istediklerinden, I. Charles’ın 1642-1646 yılları arasında, bu yönde yapmak istediği reformlar için oldukça gönüllü olmuş, fakat I. Charles’ın baskıları onlara da yönelince, İç Savaşta parlamento safında yer almışlardır. Yaklaşık on bir yıl süren cumhuriyet döneminde, Oliver Cromwell’den de pek fazla itibar göremediklerinden, Cromwell’in ölümünden sonra II. Charles’ın tahta çıkışını desteklemişlerse de onlar için,  II. Charles’ın saltanat süresi de bir kıyım dönemi olmuştur. Püriten doktrininin ve pratiğinin esnek olmayışı, Locke’un üniversite şehrinde geçirmiş olduğu on beş yıl zarfında, onun dinî duygularının, katı entelektüel temellerin onaylanmaması ve sistemlerin eşit ölçülerde şüphe edilebilirliği yönünde şekillenmesine vesile olmuştur.

Locke’un politika ve din üzerine ilk yazıları (1660-62) her türlü ihtilafa karşı, İngiliz Kilisesinin yeniden kuruluşu lehinedir. Devletin bu husustaki girişimlerini de hoş karşılıyordu. Çünkü farklı inançlar ve pratikler üzerine Avrupa ve İngiliz tarihinin kötü tarihî tecrübesi, politik kargaşalara ve nihayetinde de askerî çatışmalara yol açmıştı. Bu yüzdendir ki, Cromwell’in ölümünden sonraki ara dönemde, Locke’un ailesine ve arkadaşlarına mektupları, gelecekle ilgili derin endişelerini açığa vuruyordu. Tek kaygısı İngiltere’nin politik geleceği değildi. Ona göre, böylesi bir iklimde farklı dinî inançlar, dinî radikalizme yol açtığı gibi siyasî otoriteyi tanımamazlığa da sebep oluyordu. Bu zamandaki tek rahatlığının, ilahi taktir inancı ve ebedi hayat ümidi olduğunu söylerken vurgulamak istediği, kaos ortamından duyduğu hoşnutsuzluktan başkası değildi. Bu dönemde, başta Londra olmak üzere diğer şehirlerde de yaşanan ekonomi kaynaklı transformasyonlar, Hıristiyan değerleri olan itaat ve erdemin ekonomik iş ve girişimcilikle eşitlenmesini yaygınlaştırmış, neticede de bir değer dejenerasyonuna yol açmıştı.

Locke’un Oxford Üniversitesi’nde, ilave program olarak takip ettiği branş, deneysel tıptı. Hekimliği profesyonel bir meslek olarak düşünmüyor idiyse de hekimlik onun kariyerine hayatındaki en önemli katkıyı sağlayacaktır. 1666 yazında Locke, Baron Anthony Ashley Cooper ile bu sayede tanışır. Lord, onu Londra’ya, özel hekimi olmak üzere davet eder. Locke’un bu teklifi kabulünden sonra aralarındaki ilişkiler, politik ve dinî meseleleri de kapsamak üzere oldukça ilerlemiştir. Londra’ya gelişinden kısa bir süre sonra Locke, Lord’un tehlikeli bir karaciğer operasyonuna nezaret etmiş ve hayatını kurtardığı için de onun büyük ölçüde minnettarlığını ve güvenini kazanmıştır. Bu sayede, Restorasyon döneminin en önemli figürlerinden biri olan Lord’a özel sekreter ve danışman olarak atanır. Bu görevi 1675 sonlarına kadar yürüten Locke, bugün en çok tanınan politik eserlerini, politik aktivitenin oldukça şiddetli olduğu bu dönemde tamamlamıştır. Shafsterbury, hem hükümetin mutlakiyetçi ve keyfi uygulamalarının en güçlü muhalifiydi ve hem de Roma Katolisizmiyle dünyevi iktidarın birleştirilmesini istiyordu. Buna rağmen, bütün kariyeri süresince Protestanlara yönelik hep tolerasyon çağrısında bulunmuş, parlâmentonun haklarını desteklemiş, politik danışmanı Locke’un da zengin ve verimli biri olmasını sağlamıştır. Yine, Locke’un,  Shafsterbury’nin etkileriyle Lords Proprietors of Carolina’ya (1668-75) ve Council of Trade’e (1673-75) sekreter olarak tayini, ona kolonilerin ve İngiltere’nin ekonomik ve politik çehresinin değişimine ve piyasa ekonomisinin formasyonuna ilk elden tanık olma imkânı vermiştir. Şüphesiz bu deneyimler, onun siyasî düşüncelerinin formülasyonuna azami katkıyı temin edecektir.

Restorasyon anlaşması sonrası birkaç yıl içerisinde, Locke’un, kilise ve devlet arasındaki ilişkiler üzerine kanaatleri dramatik bir biçimde değişmeye başlar. Üstelik, bu temel değişim Christ Church’teki ikametinde ortaya çıkmıştır. Öncelikle Lord Ashley’nin ekonomik alanlardaki tolerasyon savunusuna Locke’un muhatap olması, Brandenburg’a kısa süreli diplomatik seyahatleri ve oradaki dinî farklılıklara rağmen politik birliğin mevcudiyetini gözlemlemesi, temel tecrübi bilimlerle olan yakınlığının gelişmesi ve Londra’daki serbest fikirli dindarlarla dostluğu, düşüncelerinin bu yönde gelişmesine vesile olmuştur. Bu dönemde de Locke için hayattaki en önemli şey yine, önceki kanaatlerindeki gibi ebedi hayatın temini için gerekli olan vasıtaların değerlendirilmesidir. Gerçekten de onun en önemli eseri, Essay Concerning Human Understanding, kaynağını bu döneme borçludur. Samuel Parker’ın, dinî ortodoksiye ihtiyaç olduğunu güçlü bir biçimde savunduğu A Discourse of Ecclesiastical Polity  adlı eseri 1670’te piyasaya çıktığında, Locke, dinin epistemolojik temellerinin incelemesine girişmeye karar verir. Locke için epistemolojik problemler, meşru devlet otoritesinin potansiyel alanıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu noktadan hareketle Locke, ileri sürülen bilgilerin kökenlerini sorgulamaya başlamıştır ve bu çabası yirmi yılı aşkın bir süre devam edecektir.

Lord Ashley’nin malikânesindeki dokuz yıllık ikametinden sonra Locke, Kıta-Avrupasına ilk kapsamlı gezisini gerçekleştirir. İlk gittiği yer Fransa’dır. Seyahatinin üç yılı, XIV. Louis’nin krallığı döneminde geçmiştir. Bu süre zarfında birçok yeni dost edinmiş ve çok sayıda bilim adamı ve düşünürle karşılaşmıştır. Bu döneme ait notları, hem Fransız yönetiminin Protestanlara yönelik baskılarına hem de XIV. Louis’nin mutlakiyetçi anlayışına karşı duyduğu tiksintiyi ifade eder. 1679 baharında İngiltere’ye döndüğünde, patronu Lord Shaftesbury, 1685-1688 yılları arasında saltanat sürecek olan, York Dükü Katolik James’e karşı parlamentoda yürütülen bir mücadelenin başında bulunuyordu. Locke, Shafsterbury’ye hizmete yeniden başlamıştı ve Katolik-Mutlakiyetçi Fransa ile ilgili tecrübeleri henüz tazeydi. 1670’li yıllarda, özellikle James’in 1673’ten itibaren kamusal alanda geçerli dinî anlayış olarak Roma Katolisizmini yaygınlaştırmaya yönelişinden sonra, Katolik komploların etrafa saldığı korkular ve onun mutlakiyetçi politik karakteri, politik söylemlere egemen olmaya başlamıştı.

 1678’de Katolik Kilisesinin entrikalarının yarattığı panik atmosferine rağmen, Şubat 1679’da yapılan parlamento seçimleriyle geri dönen üyeler, öncelikle mahkemelerdeki rüşvetçiliği yok etmeğe girişirler ve James’in uygulamalarını sürdürmeye hakkı olmadığına karar verirler. II. Charles tarafından meclis başkanı olarak Shafsterbury’nin yeni hükümeti kurması istenir ise de parlâmento ile uzlaşma sağlanamayınca Ekim 1679’da parlamento feshedilmiş olur. 1679 sonrası iki yıl boyunca, Katolik entrikalarına ve James’e karşı mücadele, basın-yayın yoluyla ve Londra sokaklarında yürütülür. 1689’da yayınlanacak olan Two Treatises of Government adlı eserini Locke, Shafsterbury ile birlikte çalıştığı bu dönemde tamamlamıştır. Kitap, fanatik kralcı olan Sir Robert Filmer’in düşüncelerinin reddine vakfedilmiştir. Two Treatises, kralın yönetimini Katolik inançları temelinde meşrulaştıran Filmer anlayışını reddettiği ve siyasî yönetimin meşruiyetinin ilahi olmadığını savunduğu için o dönem itibariyle oldukça radikal bir yapıya sahiptir. Locke’un patronu Shafsterbury, Katolik meşruiyet anlayışını reddedenlerin en çok göze batan liderlerinden biriydi. 1681 baharında, kralcılar ve muhalifleri arasında yaşanan bir başka çatışmanın ardından Torylerin eline geçen hükümet, James’in muhalifi parlamenterlere karşı oldukça etkili olan bir propaganda başlatır ve Kasım 1682’de Shafsterbury hasta olmasına rağmen, Hollanda’ya sürgüne gönderilir. Whiglerin başarısız olduğu bu konjonktürde Locke’un geleceği de kritiktir ve Locke, İngiltere’den sessizce ayrılmaya ve Hollanda’ya gitmeye karar verir. Hollanda’da geçen altı yıl, Locke’a temel felsefî meseleler ve dinler hakkında düşünme ve yazma işini sürdürme imkânını temin etmiştir. Geri kalan ömründe de daha çok bu işe angaje olacaktır. Bu dönem, Locke’un aynı zamanda birçok Hollandalı liberal düşünür ve Üniteryen teologla yakın dostluklar kurduğu dönemdir. Locke’un çoğulcu bir toplumda tolerasyonun değeri hakkındaki açıklamaları, 1610’lu yıllarda yaşamış olan dini rasyonalist bir grubun entelektüel varisleri, Hollandalı düşünürlerden mülhemdir. Tolerasyon ruhu, Locke’un öğrencilik yıllarını geçirdiği Christ Church’te 1684’e kadar bulunan bir şey olmadığından oradan ilham alması zaten mümkün değildi.

II. Charles 1685 Şubat’ında öldüğünde Utrecht’te bulunan Locke, yoğun bir şekilde Essay Concerning Human Understanding adlı eserinin yazımıyla uğraşıyordu. Yine bu dönemde, 1684–1688 yılları arasında, arkadaşı Edwards Clark ile Clark’ın çocuklarının eğitimi konusunda mektuplaşmaları olmuştur ki daha sonra  Some Thoughts Concerning Education adıyla 1693’te yayınlanacak olan eserinin temelini bu mektuplar teşkil etmiştir. Bunlara ilaveten Le Clerc’ın Le Bibliotheque Universelle adlı dergisine, teolojik kitaplarla ilgili eleştiri yazılarıyla katkıda da bulunuyordu. Bu yazılarında Locke’un tartıştığı şey, insanlara zorlamalarla herhangi bir inanç dayatmanın, ruhları kurtarmak açısından asla meşru bir yöntem olmadığı ve yönetimin tek sorumluluğunun insanların can ve mal emniyetini sağlamak olduğuydu. 1687–1689 yıllarında İngiltere’de, hem uysal bir parlamento isteyen Kral ve Parlamento arasındaki ihtilaflar hem de Katolik ve Protestan anlayışlar çerçevesinde cereyan eden problemler iyice artmış ve bir kriz haline ulaşmıştı. Bu kriz döneminde LockeRotterdam’da Quaker, Benjamin Furly’nin misafiri olarak oldukça sessiz bir hayat geçiriyordu. FurlyGeorge Fox’un bir takipçisiydi ve davranışları, Queakerların oldukça negatif olan imajlarının aksine, çok olumluydu ve Locke, dinî tolerasyon konusunda ondan çok etkilenmişti. Locke’un, 1688’de oluşturulan Pasifik Hıristiyanları Derneği için hazırlamış olduğu metinler, Furly açısından oldukça memnuniyet verici ve rehber prensipler niteliğinde olmuştur. Bu metinler, “herkesi aydınlatan ışık” lehinde konuşuyordu ki o, Locke’a göre gerekli olan dindi ve din herhangi bir toplumda yalnızca, iyi bir hayat için lazım olan vazifeleri emrederdi. Bilahare bu metinler hem İngiltere’de hem de Fransa’da bireysel vicdanın saygınlığı için bir model olarak takdim edilecektir.

II. Charles sonrası iktidara geçen II. James’in, Kraliyet Kararnamesi ile Katolisizmi yürütme çabaları, oldukça yoğun tepkilerle karşılanmıştı. Özellikle, Monmouth Asilerinin bozgunu sonrası 20 bin kişilik ordusunun muhafazasını parlamentodan istemesi tepkiyi artırmıştı. Askeri komisyonların Katoliklere devredilmesi, üniversitelerde kolej yöneticilerinin işten çıkarılması ve kralın destekçisi Katoliklerin diğerlerinin yerlerine atanması, lokal bölge ayrıcalıklarının fesihle tehdidi ve buralara resmi görevliler atanma çabaları ve İngiltere Kilisesi piskoposlarının keyfi davranışlarını sürdürmeleri, Mayıs 1688’de Whighleri (Liberaller) ve Toryleri (Muhafazakârlar) bütün bunlara karşı birleşmeye sevk etmiştir. Kral ve Kraliçe Mary Haziran’da erkek varislerinin doğumunu kutlarlarken, Katolik ekstremismi, kraliyet tacının II. James’in Protestan kızı Prenses Mary ve onun kocası William Orange’e barışçı yollarla geçeceği ümitlerini de artık yok etmişti. Locke’un devrim ya da “direnme hakkı” (right to revolution)düşüncesi, II. James’ten kurtulmak için tek isabetli yol olarak bu ortamda oluşmuştur. Wighler, ilk zamanlar II. James’inkilerden daha ekstrem gördükleri bu düşünceyi, İngiltere’de Protestan inançlarının kurtuluşu adına artık, William’ı kışkırtmak amacıyla kullanıyorlardı. II. James’in bütün bu işleri yaparken, Fransa Kralı XIV. Louis tarafından desteklendiği ve II. Charles ve birçok İngiliz politikacısının yaptığı gibi ondan para aldığının ortaya çıkması, halkın gözünde hain damgası yemesine vesile oldu. Daha önce II. James’e karşı birleşmiş olan Wighler ve Toryler, Hollanda’daki William’ı İngiltere’ye gelip, ülkeyi yönetmeye davet ettiler. William, 1688 Kasımında İngiltere’ye geldiğinde hiçbir direnişle karşılaşmadı. Ordu ve Kilise tarafından terk edilen ve parlamentoda da desteği kalmayan II. James, 22 Aralık 1688’de bir daha dönmemek üzere gizlice Fransa’ya kaçtı. Artık, İngiltere’de mutlakıyet, sona ermişti.

Locke, İngiltere’ye 1689 Ocak ayında, yeni Kraliçe Mary’yi Hollanda’dan İngiltere’ye getiren gemiyle döner. Hollanda’da sürgün hayatı yaşadığı yıllarda yazmış olduğu eserlerin hiçbirisi, tabiatıyla o dönemde yayınlanamamıştı. Locke’un en önemli üç eseri; An Essay Concerning Human Understanding, Two Treatises of Government ve A Letter Concerning Toleration kaynağını bu döneme borçludur. Bu eserler aynı zamanda Locke’un entelektüel kariyerinin final devresini yansıtırlar. İngiltere’ye döndüğünde Locke’a yeni hükümette diplomatik bir görev teklif edilirse de o daha mütevazı bir görev üstlenmeyi tercih eder. İki yıllık politik aktivitelerden sonra, 1691’de entelektüel hayata geri dönmeye karar vererek Essex’e yerleşir ve hayatının son on iki yılını burada, sadece entelektüel faaliyetlerle geçirir. Bu yıllarda Locke’un bir hayli ziyaretçisi de olmuştur. Bunların en ünlüsü Isaac Newton’dur. Müşterek en önemli ilgileri özellikle İncil tefsirleri olmak üzere teolojidir ve her ikisi de kendilerini bu işe adamışlardır. Newton, Locke’u St. Paul’un Mektupları ile ilgili çalışmalarını yayınlamaya teşvik eder. Locke, bu çalışmasını Paraphrase and Notes on the Epistles of St. Paul adıyla yayınlanmak üzere hazırlamış ise de kitap ancak o öldükten sonra yayınlanabilmiştir. Newton, Locke’a Third Letter for Toleration adlı çalışması için de yardımcı olmuştur. 1693’te Locke, Some Consideration of the Lowering of Interest and Raising the Value of Money adlı çalışmasını ve yine aynı yıl Some Thoughts Concerning Education adlı bir başka çalışmasını daha yayınlar. 1695’te de The Reasonableness of Christianity yayına ulaşır. Hemen hemen Locke’un bütün çalışmaları artık kendini göstermeye başlamıştır. Eserlerine yönelik eleştirilere ise Locke ya hiç cevap vermez ya da çok kısa cevaplarla yetinir. Locke’un eleştirileri görmezden gelme tavrının bir istisnası olmuştur. The Reasonableness of Christianity 1695’te yayınlandığında, Rahip John Edwards Locke’u Socinianism taraftarlığıyla suçlar. Ona göre, Socinianism (Üniteryen-Hümanistik Hıristiyanlık), Tanrının birliğine ve Hıristiyan inancının tamamen rasyonel olduğuna vurgu yapan Kıta-Avrupası’ndan (özellikle İtalya) İngiltere’ye ithal edilmiş, sapkın bir mezheptir. Locke, kendisini bu iddiaya cevap vermek zorunda hisseder ve din hakkında yazmış olduğu kitabını savunmak için iki yazı yayınlar (Vindicatons). Bu yazılarıyla Socinianism iddialarını yalanlar ise de Middlesex Büyük Jürisi 1697’de kamuoyunun tepkisi gerekçesiyle The Reasonableness’i yasaklar. Locke’un, John Edwards ile tartışması daha büyük düşmanlar edinmesine sebep olur. Worcester Piskoposu Edwards Stillingfleet, Locke’un An Essay concerning Human Understanding adlı eserinin de ortodoksluğa aykırı olduğunu ileri sürer. StillingfleetLocke’u açıkça socinianism ile suçlamaz ise de (çünkü bu kelime on yedinci yüzyıl sonlarında ateizm anlamında kullanılıyordu) Discourse in Vindicatons of the Doctrine Trinity adlı eserinde Locke’un An Essay concerning Human Understanding kitabındaki epistemolojik anlayışın, Anti-Trinitarian harekete katkıda bulunduğunu ileri sürer. Daha sonra da şu iddiada bulunur: Locke’un yeni düşünce yolu, Hıristiyan geleneğine ait bilginin doğası tanımını kökten yok etmekte ve özellikle ruh gibi maddi olmayan cevherlerin bilgisini inkâr etmektedir. Locke, 1698-1699 yılları arasında Stillingfleet’e cevaben üç mektup yazar. Mektuplarda kendi Hıristiyan akidesini savunur. Bu yazılar sonraki yıllarda  Scriptural (Tevrat ve İncil’le ilgili) olmayan bir dinin yani deizmin savunusu haline gelecektir. 17. yüzyıl sonlarında en çok göze batan öğreti, deistler tarafından savunulan rasyonel din anlayışıydı. Bu tür iddialar kilise mensuplarını oldukça kaygılandırmış ise de 1689’da benimsenen resmi Tolerasyon Aktıİngiliz Kilisesinin dinî meselelerdeki monopolünü sona erdirince deistler, geleneksel dinî otoritelere karşı, mihenk taşının akıl olduğu şeklindeki inançlarını daha rahat savunur hale gelmişlerdir. Newton fiziğinin, kozmik düzlemde, basitliği ve armoniyi teklif ettiği gibi, deizmde spiritüal alanda aynı şeyleri öneriyordu. Onlara göre Tanrı, sadece ilk muharrikti ve o yaratmasına insanı müdahale ettirmeyeceği gibi mesajını da asla insana (cahil insana) emanet etmezdi. Deistler ve karşıtları arasındaki çatışmalar, izleyen yıllarda şiddetini hep hissettirecektir. Öyle ki bu yıllarda ortodoksiden kısmi ayrışmalar bile artık, deistik “serbest düşünce” ile birleştirilmeye başlanmıştır. Neticede de deistlerin önerdikleri bu akıl dini konsepti, sivil düzenin temeli olarak benimsenecektir. Bu münakaşalardan ötürüdür ki Locke’un teolojik düşünceleri, dönemi itibarıyla hep heterodoks deizm olarak değerlendirilmiştir. Mesela, İrlandalı John Toland’ın 1696’da yayınlanan Christianity Not Mysterious adlı eserinde, Locke’un maksadının “revelation (ilahi iradenin insanla iletişimi-nübüvvet) ihtiyacını ortadan kaldırmak olduğu ve hem bilgi tanımının hem de Essay’in epistemolojik şemasının buna yol açtığı ileri sürülmüştür. Locke’un The Reasonableness of Christianity’deki tolerasyon savunuları, inancın temellerine yönelik indirgemeci yaklaşımları, An Essay Concerning Human Understanding’deki düşüncenin orijini ve insan bilgisinin doğası hakkında ortodoks anlayıştan ayrıştığı noktalar ve Anti-Trinitarienlerle görüş birliği, deistik tartışmaların en önemli öncülerinden biri olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.

Siyaset felsefesine yönelik düşüncelerine gelince: Locke, devletin kökeni ve meşruiyeti meselesine, öncelikle Two Treatises of Government adlı eserinde temas etmektedir.  Buradaki temellendirmelerine Locke, 1588-1653 yılları arasında yaşayan ve kendisine I. Charles tarafından “Sir” ünvanı verilmiş olan Robert Filmer’in, 1680 yılında yayınlanan Patriarcha adlı incelemesindeki, “gücünü ve yetkilerini Tanrı’dan alan mutlak-monarşi teorisi” eleştirisiyle başlar. Devleti bir aile ve kralı da ailenin babası olarak gören Filmer, baba otoritesine boyun eğmenin siyasal yükümlülüğün gereği olduğunu ileri sürüyordu. Zamanının birçok düşünürü gibi Filmer de görüşlerini Kitabı Mukaddese dayandırma çabasındaydı. Kitabı Mukaddesin zorlama bir yorumuyla Adem’in ilk kral olduğunu ve I. Charles’ın da ülkeyi onun İngiltere’deki en büyük mirasçısı sıfatıyla yönettiğini öne sürüyordu. Toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahısların, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark olan Adem’in varisleri olduklarını, mutlak otoritenin ilahi ve doğal bir hak olarak Tanrı tarafından onlara bahşedildiğini, buna karşılık yöneticiler haricindeki insanların ise özgür doğmadıklarını, onlar için hayatın ve köleliğin birlikte başladığını ve bu durumun da değiştirilemeyeceğini yani yöneticilerin doğal hakları haricinde, insanların doğal haklarından bahsedilemeyeceğini, bir anlamda insanların doğal olarak kralların ya da padişahların köleleri olduklarını, bütün devletlerin de bu nedenle mutlak-monarşik bir form taşıdıklarını savunuyordu.[2] Locke’a göre bu tür ifadeler, içi boş kelimelerden ibarettir. Çünkü ne kutsal kitaplar ne de akıl böyle bir şey söylemekte, aksine ilahi otorite olarak hakkın sesi, diğer insanların da haklarından ve iradelerinden bahsetmektedir. Dolayısıyla Filmer’in, mutlak monarşiyi temellendirmek üzere ileri sürdüğü, “insanlar doğal olarak özgür değildir” argümanı yanlışlandığı taktirde buna dayanan düşünceler de tabiatıyla yanlışlanacak ve devlet ya da yönetim de ilahi olmaktan çıkarak toplum halinde, bir arada yaşayan insanların rızası, iradesi ve akıllarını kullanmaları sonucu kurulan bir aygıta dönüşecektir. Yine, Filmer, insanların özgür olmadıkları argümanını, anne-babaya bağımlı olarak dünyaya gelmeleriyle ispatlamaya çalışıyordu. Onun bakış açısıyla, babanın otoritesi babalık hakkından kaynaklanıyordu. Kralın otoritesi de ebeveynin otoritesiyle aynıydı. Uyrukların krala itaati, babanın otoritesine itaat gibiydi. Babalık otoritesi ilkin Adem’e verildi, Adem yalnızca baba değildi, aynı zamanda babalık hakkından ötürü çocukları üzerinde kraliyet otoritesine de sahipti. Dolayısıyla Adem’e ait bu egemenlik hakkı (lordship) bütün dünyayı kapsamaktadır. Adem ve onun “patriyarşi”si hayatın ve ölümün mutlak otoritesidir (power). Onun varisleri olan kralların bu yüzden mutlak yargı hakları vardır. Kralın gücü, Tanrı’nın kanunudur. Bu kanun ikinci dereceden bir kanun değildir. Ailenin babası aileyi ikinci dereceden kanunlarla yönetmez, onun iradesi Tanrı’dan kaynaklanır. Bu nedenle, krallar her türlü dünyevî kanunun üstündedir. Locke’un buna cevabı da şöyledir: Filmer temel argüman olarak “Adem’in mutlak otoritesi” prensibini ileri sürüp, mutlak monarşiyi de bu çerçevede ispatlamaya (demonstration) ve meşrulaştırmaya çalışmakta ise de bu doktrinin doğruluğu Kitab-ı Mukaddesin hiçbir yerinde, hiçbir sayfasında gösterilemez.[3] Sir Robert FilmerAristoteles’in Politika adlı eseri üzerine yapmış olduğu incelemenin önsözünde de şunları söylemektedir: Adem’in yaratılışı inkar edilmeksizin, insanoğlunun doğal olarak özgür olduğu varsayılamaz. Locke açısından ise doğal özgürlüğün varsayılmasıyla Adem’in yaratılışının inkârı arasında hiç bir bağ yoktur. Adem’in yaratılışına inanmakla birlikte, insanoğlunun doğal olarak özgür olduğu da pekala kabul edilebilir. Bir insanın kendi çocuklarının doğal yöneticisi olarak kabul edilmesi, Adem’in babalığından ötürü yaratılıştan monark olduğunu göstermez. Baba olmak, doğal olarak sadece baba olmaktır aksine, monark olmak değildir. Aynı yerde Filmer, dünyadaki ilk devletin (government) monarşik devlet olduğunu, Adem’in de tüm varlığın babalığı anlamında, yeryüzündeki her şeye ve tüm insanlara kumanda ettiğini ve tüm yaratıkların hükümranlığının ona verildiğini ve dolayısıyla da onun tüm dünyanın monarkı olduğunu, gelecek nesillerin de hiçbir şey üzerinde herhangi bir haklarının olmadığını, sadece onun bahşetmesi veya izin vermesi ya da onun varisleri olmaları durumunda böyle bir şeyin mümkün olacağını, bunun da babalıktan (fatherhood) ötürü, ilahi bir takdir olduğunu söylemektedir. Locke açısından,  bu iddiaların ispatı da mümkün olmadığı gibi aksini kabul etmek de mümkündür. Şöyle ki  Tanrı, Adem’e kendi soyu, çocukları ya da insanlar üzerine tahakküm kurmak üzere doğrudan doğruya bir yetki vermemiştir. Dolayısıyla ilk yaratılan olmasından kaynaklanan bir imtiyazla monarklık ya da hükümdarlık yapamaz. Egemenlik hakkı, tüm insanoğlunun müşterek hakkıdır. Bu iddialar Kitabı Mukaddes’e de akla da aykırıdır. Tanrı, hiçbir insanı bir diğerinin merhametine bırakmaz. Mümkündür ki insan, merhametine bağımlı olan bir diğer insanı, kendisini memnun etmediği taktirde açlığa mahkum etsin. Tanrı, her şeyin efendisi ve maliki ise de hiç kimseye diğerlerinin aleyhine olacak şekilde dünyanın efendiliğini veya sahipliğini vermez. Fakat bir insana ihtiyaçlarından çok daha fazlasına karşılık gelebilecek miktarda, mesela toprak mülkiyeti lütfedebilir. Ancak yine de hiçbir insan, toprak mülkiyetine benzer şekilde ya da toprak mülkiyetine sahip olduğu için başkalarının hayatı üzerinde otorite olma veya tasarruf hakkına sahip değildir. Egemenlik hakkı, Locke için, yalnızca insanların kendi aralarında yapacakları anlaşmayla, sözleşmeyle (compact) mümkündür. Zengin toprak sahibinin otoritesi ve muhtaç insanları emri altına alması, efendinin (Lord) tasarruf hakkı olarak değil, fakir insanların ona anlaşma teklif etmeleriyle başlar ki onlar açlık yerine bunu tercih ederler. Ancak toprak sahibi, kendisiyle anlaşma yapan insanlar üzerinde, anlaşma hükümleri dışında herhangi bir otoriteye sahip değildir. Sözleşmeyle tespit edilen kurallar, insanın özgürlüğü oranında, hayatın muhafazası ve insanların ihtiyaçlarının temini yönünde çalışmanın bir vesilesi olacağı gibi egemenliğin temelini (foundation of sovereignity) de teşkil edebilir.

Sir Robert Filmer’in, Adem’in mutlak monarklığına ve egemenliğine yönelik bir diğer argümanı da Kitab-ı Mukaddes’te geçen, Adem’in Havva’ya hem koca hem de yönetici olduğu şeklindeki ifadedir. Bu ifade açısından, güya Adem’in Havva’ya yönetici olması, aynı zamanda ilk itaatsizliği ve ilk günaha teşviki gerçekleştirmiş olan Havva’dan ötürü, Tanrı’nın kadın üzerine olan lanetidir. Filmer’e göre bu ifadeler, devletin (government) kökeninin tanrısal bir bağış olduğunun da anlatımıdır. İlahi otorite, devleti babalık çerçevesine oturtmakla onun şeklini de mutlak monarşiyle sınırlandırmış olmaktadır. Locke, Kitab-ı Mukaddeste geçen bu ifadelerin, hukukî bir durumu değil, kadın cinsiyetinin daha zayıf olduğunu anlatmak için olduğu kanaatindedirOna göre, Kraliçe Mary’nin ya da Kraliçe Elizabeth’in kendi tebaalarından birileriyle evlenmiş olmaları da göstermektedir ki durum, politik anlamda bağımlılığı, uyruk olmayı (subjection) değil, cinsiyet olarak bağımlılığı anlatmaktadır. Kutsal metinlerden Tanrı’nın, Adem’e Havva üzerine ya da erkeklere karıları üzerine bir otorite kurma hakkı verdiği çıkarılamaz. Olsa olsa evlilikle ilgili bir güç (conjugal power) verdiği söylenebilir ki bu da politik anlamda egemenlik olarak değerlendirilemez.[4]

Filmer’in, başka bir argümanı da Adem’in babalığından (fatherhood) ötürü yalnızca ailenin reisi (patriarch) değil, aynı zamanda çocukları üzerinde krallık otoritesine (royal authority) de sahip olduğudur. Filmer, çocukların babaya itaat etmek zorunda olmaları, krallık otoritesinin kaynağını da teşkil etmektedir, der. Bu açıdan hiçbir insan özgür olarak doğmaz. Çünkü onlar babalarına bağımlı olarak doğarlar. Adem, yaratılan ilk insan ve tüm insanlığın babası olduğu içindir ki herkes ona bağımlı olarak doğmuştur. Dolayısıyla bu da onun doğal olarak egemenlik hakkına sahip olduğunu göstermektedir. LockeAdem’in çocuklarının babası olmasının, onları babalarına köle yapmayacağı düşüncesindedir. Onun bakış açısıyla, babaya itaat, krala itaat anlamına gelmez. Zaten Kitab-ı Mukaddes’te geçen “çocuklar ebeveynlerine itaat ederler” ifadesi, anne-baba (parents) şeklinde olup, “çocuklar babalarına itaat ederler” şeklinde de değildir. Bu ifadelerden anlaşılması gereken, siyasî itaat (political obedience) değil, hürmet-saygı (homage) anlamındaki itaattir. Tabiatıyla buradan, aynı zamanda insanların özgür olarak doğdukları sonucu da çıkmaktadır. Varsayalım ki Sir Robert Filmer’in iddia ettiği gibi, Adem’e babalığından ötürü çocukları üzerine mutlak yönetici olma hakkı tanrısal bir bağış olarak verilmiş olsun, böylesi bir durumda şu sualin sorulması da kaçınılmazdır: Adem öldüğü taktirde, yönetimin temelini teşkil eden doğal ve kişisel hakimiyet hakkı (natural and private dominion)kime intikal edecektir? Cevap her ne kadar Adem’in torunlarına, gelecek kuşaklara intikal edecektir, şeklinde ise de “doğal ve kişisel hakimiyet hakkı”nın birlikte aynı şahısa intikal etmesi nasıl mümkün olacak? Yine varsayalım ki Sir Robert Filmer’in dediği gibi babanın mevkii ve mülkiyeti en büyük oğula intikal etsin fakat yine de babaya ait doğal egemenlik hakkı (natural dominion) ve babalık otoritesi (paternal power) miras yoluyla (inheritance) ona intikal edemez. Çünkü hiçbir insan doğuştan, kardeşinin otoritesine tabi değildir. Babalık ayrı kardeşlik ayrı şeylerdir. Locke’a göre; bir insana, yöneticiliği ve egemenliği, babalık hakkı (paternal right) ya da baba olma aktı (act of begetting) sağlıyor denilse bile, veraset ya da en büyük erkek çocuk olmak (inheritance or primogeniture)egemenlik hakkı sağlıyor denilemez. Ebeveynin mallarının, bütün çocuklara miras kalması doğal bir hak olarak görülmek zorundadır. Ancak yöneticilik ve hükümranlık doğal bir hak olarak kabul edilemeyeceği için, sadece en büyük erkek kardeşe değil, hiçbir çocuğa miras olarak intikal edemez. Yöneticiliğin ve egemenliğin tevarüsüyle ilgili şöyle bir soru da gayet makuldür: Şayet Adem, Havva’dan önce ölürse çocuklara tevarüs edecek olan bu hak anneleri üzerine, yani Havva üzerine de teşmil edilebilir mi? Bir çocuk kendi annesi üzerinde nasıl mutlak tasarruf hakkına sahip olabilir? Sir Robert Filmer’in bakış açısıyla hareket edildiği taktirde, bu soruların makul bir cevabı yoktur. Kısacası Locke, Adem’e yaratılıştan ne herhangi bir mülkiyet hakkı ne babaya ait otorite (paternal power) hakkı ne de insanlar üzerinde mutlak yargı (sovereign jurisdiction) hakkı verildiği inancındadır. Dolayısıyla Adem’in varislerinin de tevarüs edebilecekleri böylesi hakları yoktur. Ne Adem’in mutlak monarklığından söz edilebilir ne de şu an için yeryüzünde, ondan tevarüs edilmiş bir monarşinin varlığından.[5] Bunun anlamı, Filmer’in kraliyet otoritesini temellendirmek üzere ileri sürdüğü, Adem’in babalığından ve mülkiyetinden (fatherhood – property) kaynaklanan doğal ve kişisel egemenlik hakkı (natural and private dominion) iddiasının, temellendirilebilir bir argüman olmadığıdır. Paternal otorite, belli bir çağa kadar ebeveynin çocukları üzerindeki otoritesi olarak kabul edilebilir. Ancak böyle bir otorite, Tanrı’nın, ebeveynin kalbine yerleştirmiş olduğu şefkatten kaynaklanıp, çocukların bakımını ve yetiştirilmesini sağlamaya yöneliktir. Fakat bu otoriteyi, çocukların hayatları ya da ölümlerine karar verme şeklinde genişletmenin hiçbir makul tarafı yoktur. Paternal otorite, elbette doğal bir yönetimdir ama onu politik yargılama ya da hedefler şeklinde genişletmenin rasyonel bir temeli yoktur. Paternal otorite, çocukların temel ve doğal hakları üzerinde (lives, liberties, estates : property) tasarrufta bulunmaya kadar genişletilemez. Temel ve doğal haklar üzerinde yalnızca insanların kendileri tasarrufta bulunabilirler. Filmer’in, monarşinin tanrısal bir bağış olduğuna yönelik diğer bir argümanı da şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun, büyük ya da küçük topluluklar halinde, bir arada yaşayan insanlar içerisinde, diğerlerinin doğal olarak kralı olma hakkına sahip bir insan vardır. İşte bu insan, diğerlerinin itaat etmek zorunda oldukları Adem’in varisidir. Herhangi bir toplumun kralı ya da tebaası olmak, tanrısal bir taktirdir. Yeryüzündeki bütün krallar, birlikte yaşadıkları insanların, içlerinden biri olarak kral olma hakkına, doğal olarak sahiptirler. İşte bu hak, aynı zamanda Adem’in varisi olmasından da kaynaklanır. Locke için bu yaklaşım, yeryüzünde mevcut olan çok sayıdaki hanedanlığın varlığını açıklamak için yeterliymiş gibi gözükse de bu hanedanlıklardan hangisinin gerçek ve meşru varis olduğu sorusu yine de cevapsızdır.

Filmerin savunduğu patrimonyalizmin Locke’çu eleştirisi, kralların iktidarının dizginlenebileceği anlamını taşıyordu. Patrimonyalizm reddedildiği taktirde krallar iktidarlarını, artık aile mirası hakkına dayandıramayacaktı ve siyasal uygulamalarının haklılığını, bunların rasyonel olup olmamasına bağlı olarak kabul ettirebileceklerdi. Aile ve devlet birbirinden ayrıştırılınca, hiçbir kral, halkına, “beni sorgulamayın, sizin babanız olduğumu bilin, yeter” diyemeyecekti. Patrimonyalizmin bu maddi temeli yıkılınca, şüphesiz, aile (kraliyet) dışındaki yetişkinler de daha özgür olacaklardı.[6]Acaba bu krallar, Adem’in varisleri olma hakkı olmaksızın kral ünvanını alabilirler ve diğer insanların kendilerine itaat etmelerini talep edebilirler mi? Mesela, Adem’in varisleri olmaktan kaynaklanan doğal bir hak olmaksızın meşru kral (lawful king) olunamaz mı? Locke’a göre, aslında meşru kral olmak için tevarüs edilmiş böylesi bir hakka ihtiyaç yoktur. Siyasî otoritenin varlığı buna bağlı değildir. Kaldı ki tevarüs edilmiş bir haktan bahsedildiğinde, yeryüzünde var olan çok sayıdaki krallıktan hangisi meşru kabul edilecek? Şayet krallar Adem’in varisleri değillerse doğal bir egemenlik hakları da yok demektir. Dolayısıyla insanlar da Filmer’in iddialarının aksine, doğal olarak özgürdürler.[7]Yönetici ya da iktidar olmak tanrısal ve doğal bir hak değilse ki değildir, çünkü böyle bir şeyin ispatı yapılamaz, o halde sözleşme ya da pozitif hukuk, devletin kökeninin kutsal olduğu iddialarının yerini alacaktır. Haddizatında dünyadaki barış ve düzenin nasıl kurulacağı, herhangi bir tanrısal kural ya da doğal bir plan olmaksızın, yalnızca hali hazırda yaşayan insanların üzerine düşen bir vazifedir. Aksini rasyonel zeminde temellendirmek pek de mümkün gözükmemektedir.

O halde devletin kökenini ve meşruiyetini nerde aramak gerekir? Locke, bu soruyu “doğa durumu” tezinden hareketle cevaplandırmaya çalışmaktadır. Ona göre, siyasî otoritenin ne olduğunu anlamak ve kaynaklandığı kökeni tespit etmek için insanların doğal durumlarını göz önünde tutmak gerekir. Doğa durumu, insanların mülkiyet paylaşımında ve kendi eylemlerinin tanziminde yalnızca doğal hukuka bağlı oldukları ve sadece ona uygun düşündükleri bir özgürlük durumudur. Özgürlük, başkalarının zorbalıklarından ve engellemelerinden uzak olmaktır. Zaten özgürlüğün olmadığı ortamda hukuk da olamaz. Özgürlük, söylenildiği gibi, herkesin her istediği şeyi yapması değildir. Aksine; kişiliğini, eylemlerini, sahip olduğu şeyleri ve bir bütün olarak mülkiyetini, hukukun müsaade ettiği ölçülerde tanzim edebilmesi için, bireyin başkalarının keyfi isteklerinden bağımsız olmasıdır. Bu şekliyle özgürlüğün teminatı doğal hukuktur. Doğa durumu aynı zamanda tüm otorite ve yargılama hakkının karşılıklı olarak herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir eşitlik durumudur. Doğadan kaynaklanan bu eşitlik durumu, karşılıklı sorumluluğun ve adaletin maksimlerinin zeminini de oluşturur.

Bir özgürlük ve eşitlik durumu olan doğa durumu acaba bir kuralsızlık durumu, Hobbes’un bahsettiği şekilde, herkesin bir diğerinin kurdu olduğu, bir savaş durumu mudur? Locke, bir özgürlük durumu olan doğa durumunun, Hobbes’un aksine, bir kuralsızlık durumu olmadığı kanaatindedir. Doğa durumunda insanlar, kendilerine ait hususlarda kontrolsüz bir özgürlüğe sahip iseler de bu, kendi kendilerini ya da başka herhangi birini ve onun sahip olduğu bir şeyi imha özgürlüğünü de içermez. Doğa durumu, herkesin itaat ettiği akıl anlamında, doğal hukukun egemen olduğu durumdur. Doğal hukuk açısından herkes, doğal olarak özgür ve eşittir. Hiç kimse diğerlerinin hayatına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülkiyetine zarar veremez. Doğal hukukun egemenliği, insanların birbirinin kurdu olmalarını engelleyen temel faktördür. Herhangi birinin doğal hukuka aykırı davranması durumundaysa insanların her birinin o kişiyi cezalandırmaya hakkı vardır.

Doğal hukukun egemen olduğu doğa durumunda, doğal hukuku kim uygulayacaktır? Locke, bütün diğer hukuk anlayışları gibi doğal hukuk da bu dünyadaki insanlarla ilgili görür. Ancak doğa durumunda doğal hukukun müşterek, yetkili bir icra makamı yoktur. Başkalarını temsilen hukuku tatbik etme otoritesine kimse sahip olmadığından, masumları koruma ya da suçluları engelleme yahut da cezalandırma işini herkes kendi başına yapmak durumundadır. Yani doğa durumunda herkes herkesin üzerine bir otoritedir. Ancak bu mutlak ya da keyfi (absolute–arbitrary) anlamda değil, doğal hukukun çiğnenmesi durumunda, misillemede bulunma ya da cezalandırma anlamındadır. Acaba doğal hukuk açısından suç nasıl belirlenecektir? Locke’un değerlendirmeleri açısından suç, aklın kuralları dışına çıkmayı içerir. Bir insan bu şekilde dejenere olduğu taktirde, insan doğasının prensiplerini terk ettiğini açıklıyor demektir. Bu taktirde de diğer insanlar için zararlı bir varlık olmakta ve yapılan haksızlığın düzeltilmesi (reparation) için de müşterek bir cezayı hak etmektedir. Esas itibarıyla, suçluyu cezalandırma yönünde iki farklı haktan bahsetmek mümkündür: Birincisi, bireye yönelik işlenen bir suça karşılık yine o bireyin kendisinin ceza vermesi ki bu “ihkak-ı hak” anlamındadır. Diğeri ise cezalandırmanın müşterek bir hak olduğu durumda onları temsilen yargıç (devlet) tarafından ceza verme hakkının kullanılmasıdır. Müşterek bir hakkın ihlali durumunda, işlenen suç özel bir şahıs tarafından bağışlanamaz. Çünkü kamu iyiliği talep edilmekte olan ve kamuyu ilgilendiren hususlara bireyler tek başlarına karar veremezler. Ancak doğa durumunda ne insanları temsil söz konusudur ne de müşterek haklardan ve müşterek kararlardan bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla Locke için, doğa durumunda her bir insan, kendi kararıyla, suçun telafisinden öte (reparation), bedelini ödetmek ve suç işlemesi muhtemel olanları da caydırmak için, doğal hukuku tatbik etme hakkına da otoritesine de sahiptir. İşlenen suçlar ölüm cezasını dahi gerektirse uygulama yetkisi yine doğal hukukun teminatı altında ve bireylere aittir.

Tasvir edilen bu doğa durumuna yönelik olarak elbette şöyle bir soru yöneltilebilir: Herkesin herkesi öldürebildiği bu durumun güvenli bir durum olduğunu söylemek mümkün müdür? Locke, çizilen bu tablonun çok da iç açıcı olduğunu söylemez. Ancak ona göre; doğa durumu, Hobbes’un iddia ettiği şekilde bir kargaşa, bir hukuksuzluk hali de değildir. Doğa durumunda her türlü suç işlenebilir fakat devlet durumunda (civil state) olduğu gibi cezalandırılabilir de. Çünkü devlet durumundaki pozitif hukuka karşılık, doğa durumunda da herkesin tabi olduğu, rasyonel varlıklar için, anlaşılabilir ve açık-seçik, bir doğal hukuk vardır. Bununla birlikte yine de doğa durumunda “herkes doğal hukukun icrasında yetki sahibidir” şeklindeki anlayışa, insanın kendi davasının yargıcı olmasının makul olmadığı noktasından hareketle karşı çıkılabilir. Zaten Locke da bu yüzden, sivil yönetimin (civil government) varlık nedeni olarak, doğa durumunun işte bu rahatsız edici yönlerinin düzeltilmesini  göstermektedir. Onun ifadeleriyle, bu rahatsız edici durumdan ötürüdür ki doğal halde yaşayan insanlar, kendi rızalarıyla ve ahitleşerek, kendilerini politik toplumların üyeleri yaparlar. Şüphesiz bu noktada bilinmesi gereken husus, hangi tür bir yönetimin doğa durumundan daha iyi olacağıdır.

Sivil yönetime geçiş sürecine gelince: Locke bu geçişi, savaş durumuna düşme tehlikesiyle açıklar. Doğa durumunun bir savaş durumundan farklı olduğu açıktır, fakat savaş durumuna dönüşme tehlikesi her zaman vardır. Doğal hukuk açısından insanlar, her ne kadar doğuştan özgür ve kendilerini başkalarından gelebilecek tehlikelere karşı koruma hakkına sahip iseler de içlerinden özgürlüklerini kötüye kullanmak isteyenlerin çıkması da mümkündür. Mesela başkalarının emekleriyle elde ettikleri şeyleri zorla onların ellerinden almaya kalkışanlar çıkabileceği gibi onların doğal özgürlüklerine mani olmaya kalkışanlar da çıkabilir. Oysaki başkalarının özgürlüğünü ortadan kaldırmaya ve onları köleleştirmeye teşebbüs etmek, bir savaş durumuna geçmek demektir. Bu duruma sebep olanların imhası elbette ki doğal bir haktır, ama müşterek bir otoritenin mevcut olmaması nedeniyle, doğa durumunda insanların bunu tek başlarına halletmeleri oldukça zordur. Doğa durumu, yeryüzünde yaşayan insanların, herhangi bir müşterek üst-otorite olmaksızın, akla uygun olarak birlikte yaşadıkları hali, savaş durumu ise insanların, birbirlerine baskı ve şiddet uyguladıkları fakat buna karşılık yardıma çağırabilecekleri müşterek üst bir otoritenin de olmadığı, akla aykırı bir durumu ifade eder. Yani doğa durumunda, tüm insanları bağlayan, akıl gibi bir otorite, bir yargı gücü olmasına karşılık, savaş durumunda akla aykırı olarak haksız baskı ve zorlamalar vardır. Ancak her iki durumda da müşterek üst bir otorite (devlet) yoktur. Doğa durumunda mevcut olan problem, suçlulara karşı koyabilmek için insanların kolaylıkla birleşememeleri halidir. Dolayısıyla doğa durumunun, savaş durumuna dönüşmesinden kaçınmak için, insanların hem doğa durumunu terk etmeleri hem de akla uygun olarak toplum halinde yaşamaları gerekir. Böyle bir durumda da tabiatıyla insanları bağlayan hem müşterek bir otorite hem de kendilerine yönelik haksız eylemlerde ya da ihtilafların çözümünde yardıma çağırabilecekleri müşterek bir güç olacaktır.[8]

Sivil-politik toplumun nelere çare bulduğunu tam olarak anlayabilmek için, Locke’un doğa durumunun rahatsız edici yönleriyle ilgili tespitlerini tekrarlamaktan fazlasını yapmak gerekir. Bu rahatsız edici şeylerin üstesinden gelmek, bunları ortadan kaldırmak veya ortaya çıkma ihtimallerini azaltmak için, doğa durumunda ne gibi düzenlemelerin yapılabileceği de ele alınmalıdır. Ancak doğa durumunun tüm kaynakları, yani tüm gönüllü düzenlemeler ve bireylerin kendi hakları içinde hareket ederek ulaşabildikleri düzenlemeler kullanıldıktan ve bunların etkileri hesap edildikten sonra uygunsuz yönlerin devlet tarafından giderilmesi gerekecek kadar ciddi olduğu görülebilir ve dolayısıyla da devletin olmasının olmamasından daha kötü olup olmadığı hesaplanabilir. Doğa durumunda egemen olan doğal hukuk, bütün ihtimaller için istenildiği şekilde bir düzenleme getirmeyebilir ve kendilerini ilgilendiren konularda yargıda bulunan bireyler, şüpheli durumları her zaman kendi lehlerine göre ve kendilerinin haklı olduklarını varsayarak yapabilirler. Gördükleri zarar ve ziyanın miktarını olduğundan fazla hesap ederek ve öfkeleri yüzünden diğerlerini gereğinden fazla cezalandırmaya ya da aşırı miktarda bedel tazmin etmeye teşebbüs edebilirler. Böylece, hakların kişisel olarak korunması, düşmanlıklara ve sonu gelmeyen misilleme hareketlerine neden olur. Bu türden bir çatışmayı çözmek, sona erdirmek veya her iki tarafın da bunun sona erdiğini bilmelerini sağlamak için kesin bir yol yoktur. Taraflardan biri misillemeye son vereceğini söylese bile diğer taraf, ancak ilk tarafın tazminat alma veya hak ettiği cezayı verme hakkına hala sahip olduğunu ve bundan ötürü menfaatine bir durum ortaya çıktığında bunu yapabileceğini düşünmediğinden emin olursa kendini güvende hisseder. Bir bireyin kendi kendini, geriye dönüşü mümkün olmayan bir şekilde, bir düşmanlığın kendisini ilgilendiren kısmını sona erdirmeye mecbur etmek için kullanacağı herhangi bir metot, diğer taraf için yeterli bir teminat olma özelliği taşımayabilir. Bunu durdurmak için yapılan zımni anlaşmaların da temeli sağlam olmayacaktır. Bu şekilde karşılıklı olarak kusurlu harekete maruz kaldıklarını hissetmeleri her birinin davranışıyla ilgili en açık hak ve ortak anlaşmaya rağmen mümkündür. Haklar ve anlaşmalar nispeten açık olmadığı zaman böylesine bir misilleme savaşının olma ihtimali çok daha artar. Ayrıca doğa durumunda bir birey sahip olduğu hakları tatbik etme gücünden mahrum da olabilir. Haklarını ihlal eden kişi kendisinden daha güçlü ise onu cezalandıramayabilir veya zararını tazmin edemeyebilir.[9] İşte doğa durumundaki bu güçlükler nedeniyledir ki insanlar, kendi rızalarıyla sivil politik duruma geçmeye karar vermişlerdir.

Filmer’in söylediklerinin aksine, insanların doğal olarak özgür olduklarına inanan Lockeözgürlüğü yalnızca doğa durumunda değil, sivil politik durumda da geçerli kabul eder. Hiçbir insan bu dünyaya köle olarak gelmediği gibi, sivil politik duruma geçti diye de köle olmaz.  Doğa durumunda özgür olmak, yeryüzündeki herhangi bir üst-otoriteye veya herhangi bir meşru ya da  keyfi otoriteye bağımlı olmayıp, yalnızca doğal hukuka tabi olmaktır. Toplum içerisinde özgür olmaksa sadece insanların rızaları (sözleşmeleri) ile kurulan devlete (commonwealth), meşru otoriteye tabi olmaktır. Bir insanın hayatını muhafaza edebilmesi için mutlak ya da keyfi otoritelerden bağımsız olması gerekir. Hiç kimse kendisini, kendi rızasıyla ya da herhangi bir anlaşmayla bir diğer insanın kölesi yapamaz. Yahudilerde ve diğer bazı topluluklarda insanların kendi kendilerini sattıkları görülür ise de bu, köle (slavery) olmak için değil, yalnızca satıldıkları insanların ağır ve sıkıcı işlerini yapmak (drudgery) içindir. Satın alan efendi (master), satın aldığı kişiyi herhangi bir zamanda öldürme otoritesine de sahip değildir ve muayyen bir zaman sonunda satın aldığı kişiyi serbest bırakmak da zorundadır. Bu durum, bir hizmetçinin, efendisi olan kişinin, hizmetçinin hayatı üzerinde mutlak efendilik hakkı olmaması gibidir.[10] Kısacası, insanlar sivil politik duruma geçseler bile doğal hakları her zaman bakidir. Zaten sivil politik toplumu oluşturmalarının temel hedefi, sahip olunan bu hakların daha kolay muhafaza edilmesinden başka bir şey değildir. Zaten, akla uygun düşünüldüğünde, insanların doğuştan, kendi kendilerini koruma hakkına da sahip oldukları anlaşılacaktır. Bu sebepten ötürüdür ki doğa, insanların yeme, içme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya ve geçimlerini temin etmeye müsait bir tarzda yaratılmış ve insanların müşterek kullanımları için Tanrı tarafından bahşedilmiştir.

Locke’un bu varsayımının bir takım zorlukları içerdiği söylenebilir: Mesela, böyle bir anlayış çerçevesinde herhangi bir insan kendine ait bir takım özel şeylere nasıl sahip olabilecektir? Bir başka ifadeyle, bu anlayış çerçevesinde insanların özel mülkiyet hakları olabilir mi? Locke’a göre; Tanrı, yeryüzünü insanların müşterek kullanımları için bahşettiği gibi, onlara aynı zamanda dünyayı kendi hayatları için en avantajlı ve uygun şekilde kullanabilsinler diye de akıl vermiştir. Yeryüzü ve yeryüzünde mevcut olan her şey, insanların varlığını desteklemek üzere yaratılmıştır. Doğal olarak yetişen bütün meyveler ve tüm hayvanlar müşterek olarak insanlara aittir. Bunlar, doğanın spontane ürünleri olduğu için, onlar üzerinde hiç kimsenin özel sahipliği, özel tasarrufu söz konusu değildir. Nitekim, doğal hal de zaten budur. Ancak, insanların bir takım şeyleri kendilerine mal etmelerinin, yalnızca kendilerinin tasarrufta bulunabilmelerinin bir vasıtası bir yolu da olmak zorundadır. Locke için bu yol, insanların “emek”lerinden geçmektedir.[11] Mesela, meyveler ve geyik etiyle beslenen bir vahşi Kızılderili, bu yolun başkalarına kapalı olmadığını bilir fakat eğer onları tek başına ve kendi emeğiyle elde etmişse artık onlar üzerinde başkalarının hak iddia etmesini, tabiatıyla kabul etmeyecektir. Yine, herhangi bir pınardan ya da kaynaktan çıkan su herkese aittir, fakat su testisine doldurulan su artık sadece onu dolduranındır. Emek, onu doğaya ait olmaktan çıkarır ve özelleştirir. Yeryüzü ve yeryüzündeki her şey insanların kullanımları için müşterektir. Ancak insanların özel mülkiyet hakları da vardır. Yeryüzü ve yeryüzünde mevcut olan şeyler, tüm insanlar için müşterek kullanıma açık ise de her insan, emeğine bağlı olarak özel mülkiyet hakkına da sahiptir. İnsanların özel mülkiyetleri üzerinde başkalarının tasarruf hakkı olamaz. Bireyin kendi emeği, kendi çabasıyla elde etmiş olduğu şeye onun özel mülkiyeti (property) denir. Emekle elde edilen şeyler üzerinde, doğa durumundaki müşterek kullanım hakları geçerli olmaktan çıkar. Dolayısıyla özel mülkiyetemek ile birlikte var olmaya başlar. Emek, her şeye farklı bir değer yükler. Özel mülkiyetin olduğu gibi, doğanın değişimini sağlayan endüstrileşmenin temelinde de emek vardır. Emek, dünyadaki nesneler üzerine uygulanan herhangi bir enerji değildir fakat doğrudan doğruya insanın muhafazası ve rahatına yönelik aksiyonlardır.[12] Kısacası Locke açısından, doğadaki her şey, insanın müşterek kullanımına verilmiş ise de kendi kendisinin efendisi ve kişiliğinin ve emeğinin sahibi (proprietor) olan insan, kendi özel mülkiyetinin de en büyük kaynağı ve temeli olup, özel mülkiyetinde kimseyle ortak değildir. Lockeözel mülkiyetle birlikte, insanların miras hakkının doğduğunu da belirtir. Her insan doğal olarak ebeveyninin ve kardeşlerinin varisidir.[13]

Ortak mülkiyetin muhafazası gibi bir problem belki yok ise de özel mülkiyetin muhafazası şüphesiz problemlidir. Acaba, özel mülkiyetin muhafazası nasıl sağlanacaktır? Locke, özel mülkiyetin doğuşu sürecinde takas problemini halletmenin bir yolu olarak paranın icat edildiğini belirtir. Paranın icadı özel mülkiyetin muhafazasını, mülkiyetin genişletilmesini ve sahipliğin (possession) sürdürülmesini kolaylaştırır. Devletin (government) ortaya çıkışıyla birlikteyse pozitif temel yasalarla (positve constitutions) hukuk sistemi hem mülkiyet hakkını düzenleyecek hem de mülkiyetin asıl kaynağı olan toprağın sahipliğini (possession) determine edecektir. Toprağın paylaşımı şeklinde ortaya çıkan özel mülkiyet, beraberinde yeryüzünün paylaşımını da getirecektir. Locke, henüz yaşamış olduğu dönemde endüstri gelişmediği için, mülkiyetten ve ekonomiden bahsederken doğal olarak toprağa vurgu yapmaktadır. Çünkü o dönem itibarıyla ekonomi, temelde tarım ekonomisiydi. Adı konulmayan bu özel mülkiyetin temelleri teorisi, Locke’un tezlerinin en yeni ve en orijinal olanlarından biridir.

Locke’un özel mülkiyet teorisi, üç nedenle önemlidir. Birincisi, Locke prepolitik şartlar ya da doğa durumu yahut da doğal toplum ile ekonomik ilişkiler sferini tamamen aynı dönemler olarak değerlendirir. Bu, insanoğlunun doğayla ilişkilerini, kendi emeği sayesinde kendi avantajına dönüştürmek için, geliştirdiği ve kurduğu çevredir (domain). İkincisi ekonomik toplumla aynı ana rastlayan prepolitik şartların öncüsü, izole bireydir. Birey yaygın olarak elde tutulan şeyleri sahiplenme ve hem kendi faydası hem de toplumun faydasına onları değiştirmek için kişisel kapasiteye sahip olmak şeklinde düşünülür. Üçüncüsü, liberal ekonomi kurumunun temeli özel mülkiyet, tam ve kusursuz olarak doğa durumunda hali hazırda mevcuttur, yani devletin doğuşundan önce.[14] Emek-değer teorisi, biriktirme (accumulation) teorisi ve paranın fonksiyonu teorisi ile Locke, bu temayı işleyen ilk politik yazardır. Bu tema daha sonra yeni bir disiplinin, ekonomi-politiğin özel konusu olacaktır. Locke için mülkiyet, her ne kadar emekle elde edilen bir hak ise de acaba bunun bir sınırı da var mıdır? Yani özel mülkiyet sınırlandırılabilir mi? Locke açısından, bir insanın emeğiyle özel mülkiyete sahip olması doğal ise de hayatını kolaylaştırmanın ve ihtiyaçlarını karşılamanın çok çok ötesinde özel mülkiyete sahip olması, doğal değildir. Mesela, bir insanın ekip biçebileceğinden, işleyebileceğinden çok daha fazla toprak parçasına sahip olması veya beslenebileceğinden çok daha fazla sebze, meyve ya da herhangi bir besin maddesine sahip olması doğal hukuka aykırıdır. Böyle bir durumda olan insan, muhtemelen doğal hukuk tarafından da cezalandırılacaktır.

Locke’un mülkiyete yönelik yaklaşımında, kapitalizmi önceleyen anlayışlarla sosyalist bir görünüşün gölgeli tablosunu çizen anlayışlar, yan yana ve birbiriyle uzlaşmaz olarak bulunmaktadır. Onu bu konuda, tek yanlı aktarmalarla yanlış tanıtmak kolaydır. Herkes, kendi emeğinin ürettiği kadar mülkiyete sahip olmalıdır, derken Locke, endüstrileşme öncesi dönemde seslendirilen bir ilkeyi dile getirmektedir. Ekonominin tarıma dayalı olduğu bir dönemde böyle düşünülmesi, ekonomik paylaşımın adil bir noktaya getirilmesini istemek bakımından doğal karşılanabilir. Fakat Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde bu programın devrim yapılmaksızın çok zor gerçekleşeceğini Locke, görememiştir. Oysaki tarım arazilerinin aslan payı, çiftçilerden ya ürünün yarısını ya da zamana göre değişen bir kira bedelini alan aristokrasinin elindeydi. Locke, devrimi gerektiren bu türlü öğretileri ileri sürmüş ise de yaşadığı dönemde var olan sistemin adalet dışı olduğuna ya da o sistemin kendi savunduğu sistemden farklı olduğuna dair hiçbir ifade de kullanmamıştır. Bazılarının Marks’a, bazılarının Ricardo’ya yüklediği değer hakkındaki emek teorisi, yani bir ürünün değerini ona harcanılan emekle ölçen teori, pekala Locke’ta bulunabilir. Değeri emeğe dayandıran teorinin iki görünüşü vardır. Onlardan biri ethik, diğeri de ekonomiktir. Yani bu teori, ürünün değerinin ona verilen emekle orantılı olması ya da gerçekte, fiyatı emeğin ayarlaması gerektiğini ileri sürebilir. Locke’un desteklediği köylü sınıfının toprak mülkiyeti anlayışı endüstriye uygulanamaz. Bir kişinin kendi emeğine tekabül eden miktarda hakka sahip olması ilkesi, endüstri uygarlığında yararsızdır. Otomobil imalatında çalışan bir kişinin payının, emeğine ne oranda bağlı olacağı nasıl belirlenecektir? Ya da yük taşımacılığı şirketinde çalışan bir kişinin hangi payı hak ettiğine nasıl karar verilebilir? Böyle düşünceler, hak ilkesini, üretim ve dağıtımı daha sosyalist yöntemlerle örgütlendirerek emeğin sömürülmesini önlemek isteyenlerce ileri sürülmüştür. Değer konusundaki emek teorisi, sömürücü olarak görülen bir sınıfa karşı duyulan düşmanlıktan ötürü türetilmiştir. Marks, bu teoriyi kapitalistlere karşı, Ricardo da arazi sahiplerine karşı savunmuştur. Ancak, Locke; bu teoriyi herhangi bir sınıfa karşı duymuş olduğu düşmanlıktan ötürü savunmuş değildir. Haddizatında böyle bir düşmanlık, onun ethik konusundaki görüşleriyle de bağdaşmaz.[15]

Buraya kadar anlatılanları özetleyecek olursak; Locke’a göre, bütün insanlar özgür ve rasyonel varlıklar olarak doğarlar. İnsanların kendi iradelerine bağlı olarak özgür ve bağımsız eylemlerde bulunmaları, rasyonaliteleri üzerine temellenir. Rasyonalite, insanı hem hukuk çerçevesinde eylemde bulunmaya muktedir kılar hem de eylemlerinin sınırını gösterir. Doğal özgürlük, ebeveyne itaatle birlikte pekala düşünülebilir. Ancak bir çocuk, babanın ünvanından ve anlayışından, kendisini ilgilendiren şeyler hususunda karar verme noktasında bağımsızdır. Çocukluk süresince ebeveyne itaat edilmesi, olgunluk çağında da itaat edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Monarşiyi babalık hakkıyla temellendirmeye çalışanlar, babalıkla monarklık arasındaki farkı gözden kaçırmaktadırlar. Ebeveynin çocuklar üzerindeki otoritesi, sınırlı bir otoritedir. Tanrı, ebeveynin bu otoriteyi çocukların bakımına ve iyiliğine yönelik kullanmaları için onlara doğal bir eğilim, şefkat vermiştir. Çocukların, ebeveynin otoritesi altında bulunmaları, kendileri için en uygun olan şeydir. Bu şekildeki bir otorite yalnızca babayı değil, anneyi de kapsamaktadır. Dolayısıyla onu, egemenlik anlamındaki mutlak otoriteden ayrı tutmak gerekir. Çocukların ebeveyne itaati tamamen doğalken, monarka itaat doğallıkla açıklanamaz. Monarşik bir otorite babalık hakkından (paternal right) kaynaklanmaz. Dolayısıyla, doğal aile babalarının politik monarklara dönüştüğü düşüncesi anlamsızdır.[16]

Doğa durumunun sakıncalarından ve savaş durumuna düşme tehlikesinden kurtulmak üzere, insanların kendi rızalarıyla yapmış oldukları toplum sözleşmesi ile geçmiş oldukları sivil ya da politik durum, yani devlet altında birleşme hali nasıl bir haldir? Locke’un bu soruya cevabı da şu şekildedir: Tanrı, insanları kendileri için yalnızlığın iyi bir şey olmadığı düşüncesinde varlıklar olarak yaratmıştır. Bu düşünce onları toplumsal hayata doğru yönlendirir. Buna ilaveten, müşterek anlayış birliği ve lisan da onların bu hayatı devam ettirmelerine ve ondan memnun olmalarına vesile olur. İlk toplum (conjugal society), kadın ve erkek arasındaki beraberlikten meydana gelen ve kadın ile erkek arasında, iradi olarak yapılan bir anlaşmanın, sözleşmenin (compact) ürünüdür. Bu oluşum bir aile olduğundan, burada yalnızca karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma ilişkisi geçerlidir. Dolayısıyla bu oluşumda kimsenin mutlak otoritesinden veya egemenliğinden bahsedilemez. Kadın ve erkek arasındaki bu birlikteliğe çocukların da eklenmesiyle, birlikteliğin sürdürülmesine yönelik, haklar ve sorumluluklar şeklinde uygun kurallar (rule) da gelişmeye başlar. İşte bu sürecin genişlemesi, bilahare politik toplumun oluşumunu sağlayacaktır. Locke için, politik otorite, doğa durumundaki herkesin doğal olarak sahip olduğu fakat toplumu oluştururken ona ve onun yöneticilerine, daha doğrusu kurdukları devlete devrettikleri bir otoritedir. Bu devretme işi sözlü ya da fiili bir güveni ifade eder ki herkesin sahip olduğu otoriteyi devlete devretmesi kendi iyilikleri ve kendi emniyetleri içindir. Yani politik otoritenin varlık nedeni, insanların sahip oldukları hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal hakların (lives, liberties, estates: property) muhafazasıdır. Kısacası, politik otoritenin gayesi ve ölçüsü, bir bütün olarak toplumun üyelerinin korunmasıdır. Dolayısıyla, politik bir otorite, insanların özgürlükleri ve kaderleri üzerine mutlak ve keyfi bir otorite olamaz. Zaten, politik otoritenin kaynağı, yalnızca insanların karşılıklı rıza ile gerçekleştirdikleri, anlaşma ve sözleşmeden ibaret olup, sözleşme, politik otorite için de bağlayıcıdır. Kısacası Locke’un bakış açısıyla; insanların rızaları ve sözleşmelerine dayanan devlet, sınırlı bir devlet olup, herkesi temsil eder ve meşruiyetin temeli de budur. Mutlak ya da keyfî yönetimler, meşru devlet formları değildirler. Rıza ve hukukî yönetim, meşruiyetin zorunlu şartlarıdır.[17] Siyasî otorite meşru değilse, siyasî otorite olarak adlandırılmaz, bunun yerine despotik otorite olarak adlandırılır.[18] Despotik olan her türlü otorite ise gayrı meşrudur. Despotik otorite, bir insanın diğerlerinin hayatları üzerine kurduğu, mutlak ve keyfi otoritedir. Böyle bir otorite ne doğaldır ne de insanların anlaşmalarına dayanır. Yalnızca hukukun bir gaspıdır. Hukuku gaspa çalışan, şüphe yok ki diğer insanlarla savaşa girişmiş olmaktadır. Böyle bir işe kalkışan muhtemelen zarar verdiği şahıs ya da diğer insanlar tarafından ortadan kaldırılacaktır. Çünkü insanlar adaleti tatbik etmek üzere ona karşı birleşeceklerdir. Despotik bir otoriteye karşı koymak, adil ve meşru bir savaştır. İnsanların hayatları üzerinde tasarrufta bulunmak üzere hiçbir anlaşma yapılamaz. Kimse bir diğerinin hayatının maliki olamaz. Bu yüzden, mutlak egemenlik anlamındaki despotik bir otorite, bir sivil toplum, bir politik toplum değildir.

Acaba insanlar mutlak monarşi ya da başka türlü bir despotik idareye, itaat etmeli midirler? Locke, halkın rızasına dayanmayan bir devletin (government), onların itaat etmelerini talep etmeye hakkı olmadığını söyler. Böyle bir devleti halkın desteklemesi de düşünülemez. İnsanlar ya tamamen özgürce devleti kurarak veya yöneticileri seçerek ya da en azından hukuku oluşturarak, doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla rızalarını beyan ederler. Rızaları olmaksızın, insanların temel ve doğal hakları üzerinde kimse tasarrufta bulunamaz. Herhangi bir devletin yönetimi altında bulunmak, insanları hukuka bağımlı kılıyor ise de insanlara köle muamelesi yapmak, onları savaş durumuna sokmak demektir. Kölelikten ve savaş durumundan kurtulmaya çalışmak da insanlar için elbette ki doğal bir tavırdır. Esas itibarıyla sivil toplum, doğa durumunun kaygı verici yönlerinden sakınmak ve onlara çareler bulabilmek için, -ki bunlar doğa durumundaki herkesin kendi davasının yargıcı olmak gibi zorunluluklardır- herkesçe tanınan bir otorite oluşturarak ve ona itaat ederek kurulur. Halbuki mutlak monarşilerde ve diğer tüm despotik yönetim biçimlerinde, herkes monarkın ya da despotun egemenliği altındadır ve onunla diğer insanlar arasındaki herhangi bir ihtilafı çözümleyecek, her iki tarafı da bağlayan bir otorite (magistracy) yoktur. Dolayısıyla mutlak monarşi ya da despotik yönetim altında olmak, doğa durumunda olmaktan çok daha kötüdür. Çünkü doğa durumunda insanların doğal hakları ve doğal güçleri varken, monarşi ya da despotik yönetim altında monarka ya da despota karşı ne herhangi bir haktan ne de herhangi bir güçten bahsedilebilir. Sivil toplumda kimse hukuktan muaf değilken, monarşilerde ve despotik yönetimlerde, en azından monark ya da despot, hukuktan muaftır. Onu bağlayan ne bir hukuk ne de bir otorite vardır. İşte bu nedenledir ki monarşiler ve diğer despotik yönetimler bir sivil toplum tipi değildir.[19]

Doğa durumundan çıkıp, bir topluma (community) katılmak, otoritenin (power) tamamen topluma (politics society) bırakılması şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durum aynı zamanda pozitif hukukun (positve law) da oluşumunu ifade eder. Ancak Locke’a göre, pozitif hukuku herhangi bir çoğunluk değil, doğal hukuk ve akıl determine eder. Dolayısıyla insanların politik bütünü oluşturmaları, onların doğa durumundayken sahip oldukları doğal haklarından vazgeçtikleri anlamına gelmez. Yapılan iş yalnızca doğa durumunun sakıncalı yönlerine çareler bulmaktan ibarettir. Dolayısıyla, yalnızca bu şekilde kurulan bir politik toplum, meşru bir devlet (lawful government) olarak nitelendirilebilir. Locke’un,“egemen gücün irade bildirimi”[20] şeklindeki pozitif hukuk tanımlamalarına katılmadığı açıktır. Pozitif hukukun niteliğini açıklama yolundaki felsefî çalışmalar, değişik yönlerde gelişmişlerdir. Hukuk teorisi; felsefî düşünce, siyasal şartlar ve ideolojik akımlarla daima iç içe olmuştur. Doğal hukuku reddedip, pozitif hukuku savunanların, hukuk anlayışlarının en belirgin özelliği, hukuk ve ahlak kavramlarını birbirinden ayırması ve hukuk kurallarının ahlaki ilkelerden farklı olduğunu belirtmesidir. Ahlak ve hukuk arasında keskin ayrımlar yapmak, otoriter ve totaliter yönetimlerin işidir. Bu durumdan istifade edenlerse daima iktidarı elinde tutanlar olmaktadır. Kendi keyfi iradelerini ve çıkarlarını yasa haline getirmeyi beceren iktidar sahipleri, uygulamalarını savunurken, yaptıkları işin ahlaka uygun olmasa da hukuka aykırı olmadığını ileri sürerek, ortada gayrı meşru hiçbir şey bulunmadığını da pekala iddia edebilirler. Maalesef bunu yapanlar hiçbir cezai müeyyideyle de karşılaşmazlar. Ahlak ve hukuk arasında yapılan keskin ayrımların başka bir noktaya varması düşünülemez. Oysaki Locke, böyle bir ayrıma taraftar değildir. Politik toplumun oluşmasıyla geçerli olan hukuk, pozitif hukuk olsa bile bir anlamda pozitif hukukun düzeltim ve denetim programı şeklinde, doğal hukukun üst bir ethik ilke olarak her zaman gözetilmesi gerektiğini özellikle vurgular. Böylelikle, bir anlamda pozitif hukukun meşruiyeti, daima doğal hukuka bağlanmaktadır. Locke“sivil-pozitif hukuk, kendi doğası veya gücü sayesinde değil, otoriteye itaati ve toplum barışını korumayı emreden doğal hukuksayesinde bağlayıcıdır” derken, özellikle buna vurgu yapmaktadır.[21] Locke’a göre; doğal hukuk, doğanın ışığıyla öğrenilebilen, rasyonel doğaya neyin uyduğunu neyin uymadığını gösteren ve bu nedenle de emredici veya yasaklayıcı olan, tanrısal iradenin bir buyruğu olarak tanımlanabilir. Doğal hukuku, aklın buyruğu olarak adlandırmak, doğru değildir. Çünkü akıl, doğal hukuku kurgulayıp tesis edemez. Olsa olsa onu, ilahi gücün belirleyip insanların kalplerine yerleştirdiği bir kanun olarak araştırıp, keşfedebilir.

Locke, doğal hukukun varlığının ispatına yönelik bir takım delileri de şu şekilde sıralar: Birinci delil, Aristoteles’in Nicomachean Ethics adlı eserinin I. Kitabının 7. bölümündeki bir pasajdan çıkarılabilir. Aristoteles orada; “insanın hususi görevi zihnin yetilerini rasyonel ilkeye uygun olarak aktif bir şekilde kullanmaktır”, der. O, insanın hayvan ve bitkilerle müştereken sahip olduğu duyusal yetilerin bütün faaliyetlerini ele aldıktan sonra haklı olarak, şu sonuca ulaşır ki insanın gerçek görevi, akla uygun eylemde  bulunmak, aklın emrettiği şeyi gerçekleştirmektir. Aynı şekilde, legal adalet ve doğal adalet arasında bir ayrım yaptığı yer olan V. Kitabın 7. bölümünde de şöyle söylemektedir: “Adaletin doğal kuralı her yerde aynı ölçüde geçerlidir.” Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Madem ki her yerde geçerli olan bir hukuk vardır, o halde  bir doğal hukuk vardır. Locke, bu noktaya yönelik, şöyle bir itirazda bulunulabileceğini belirtir: Her yerde geçerli olan bir hukuk bulunmadığına göre, böyle bir hukuk da mevcut değildir. Zaten, insanların çoğu, hayatın rasyonel bir temeli ve herkesin kabul ettiği bu tür bir hukuk yokmuş gibi hayatlarını sürdürürler. Eğer gerçekten de doğal hukuk akıl ışığıyla biliniyor ise akıl sahibi olan bütün insanlar bu hukukun bilgisine neden sahip değildirler? Locke’un bu soruya dair cevabı şöyledir: Sivil topluma ait işlerde kamuya ait bir yerde ilan edilen yasal haberi okumanın kör biri için imkânsız, görmesi kusurlu biri için de güç olmasından, yasanın mevcut olmadığı ya da duyurulmadığı sonucu nasıl çıkarılamazsa doğal hukukun da herkes tarafından bilineceği sonucu zorunlu olarak çıkarılamaz. Zira bütün insanlar yaratılış olarak akılla donatılmış iseler de bazı insanlar vardır ki aklın ışığını kullanmayıp, karanlığı tercih ederler. İnsan gözlerini açmadığı ve gezinti için tamamen hazır olmadığı taktirde güneş bile ona gideceği yolu gösteremez. Bu nedenle doğal hukukun bilinmesi konusunda insanların çoğunluğuna değil, akıl ve kavrayışı güçlü olanlara başvurulmalıdır. Her ne kadar insanların daha akıllıları bile doğal hukuku ve onun gerekleri hususunda tam bir mutabakata varamamışlarsa da bundan, doğal hukukun var olmadığı sonucu çıkmaz. Aksine ona yönelik tartışmalardan, onun mevcut olduğu sonucu çıkar. Locke, doğal hukukun varlığını gösteren ikinci delilin; insanların vicdanından, yani kötü davranışta bulunan hiç kimsenin vicdanen kendisini temize çıkaramadığı gerçeğinden elde edilebileceğini söyler: Vicdani yargı, doğal hukukun var olduğunu gösterir. Aklın, itaat edilmesini emrettiği doğal hukuk olmasaydı, kanun olmadan herhangi bir yargılama imkânı bulunulamayacağına göre, insanların vicdanlarının onların eylemlerini yargılaması ve neticede suçlu ya da suçsuz bulması nasıl mümkün olurdu? Bu argümandan çıkarılacak sonuç, yazılı olmasa da doğal bir hukukun varlığıdır. Doğal hukukun varlığının üçüncü delili; evrenin kendi yapısından çıkarılabilir. Evrende mevcut olan her şey, doğalarına uygun var oluş tarzını, tabi oldukları doğal kanunlara bağlı olarak gerçekleştirirler. Bütün varlıkların formunu, faaliyet biçimini ve ölçüsünü belirleyen şey tabi olunan doğal kanunlardır. Evrendeki her şeyin böylesi doğal bağımlılıkları varken, insanın olmaması ihtimal dahilinde değildir. Ona diğer varlıkların üstünde ruh, müdrike, akıl ve faaliyette bulunmak için gerekli her şeyi vermek ve bütün bunlara rağmen ona doğal bir sorumluluk yüklememek yaratıcının hikmetine uygun görünmemektedir. Dördüncü delil; Locke’un bakış açısıyla bizatihi toplumsal hayatın kendisidir. Doğal hukuk olmadan insanlar kendi aralarında hiçbir sosyal münasebet ve birlik oluşturamazlar. Gerçekte toplumsal hayatın dayandığı iki temel faktör vardır: İlki, devlet ve yönetim biçimi; ikincisi de sözleşmelerin yerine getirilmesidir. Bu faktörler olmadan toplumdan (community), doğal hukuk olmadan da bu faktörlerden bahsedilemez. Yöneticiler, istedikleri şekilde kanun yapma veya kanunları yenileme ve diğer insanların efendileri olarak, egemenlikleri lehine her şeyi yapabilme gücüne sahip olsalardı ve kendilerini bağlayan üst bir hukuk, doğal bir hukuk da olmasaydı, insanların durumu acaba ne olurdu? Eğer insanlar, sadece başkalarının güçleri için hazır bir av olmak amacıyla bir toplumun üyesi oluyorlarsa böyle bir toplumun üyesi olmak onlara ne sağlayacaktır? Sivil toplumun pozitif kanunları, devlete itaati ve toplum barışını korumayı emreden doğal hukuk dışında başka bir şey sayesinde bağlayıcı değildir. Doğal hukuk olmadan, yöneticiler, güç kullanarak ordular yardımıyla toplumu itaate zorlayabilirler, fakat onları, kontrolü asla mümkün olmayan bir duruma da sokmuş olurlar. Çünkü insanların sözleşmelerini ve ona vefalı bir şekilde uymalarını sağlayan doğal hukuk olup, doğal hukuk yoksa sözleşme de vefa da uyum da yok olacaktır. Zorlamalara maruz kalan insanlar, kendilerini zorla itaate mecbur bırakanlardan elbette kurtulmaya çalışacaklardır. Kanunlara itaat ve sadakat yükümlülüğü doğadan değil de insan iradesinden çıkarılmaya kalkışıldığı taktirde vaatlere sadakat umulmamalıdır. Beşinci delil; böyle bir ilke olmadan ne erdem ve erdemsizliğin ne iyilik ve kötülüğün ne ödüllendirmenin ne de cezalandırmanın imkânının olacağı hakikatidir. Kanunun olmadığı yerde hata ve suç yoktur. Doğal hukuk olmasaydı her şey insan iradesine dayanmak zorunda kalacak ve sorumluluk gereği davranış diye bir şeyden bahsedilemeyeceğinden insan, fayda ya da hazzın emrettiği veya kör ve kanunsuz içgüdünün rast gele sarıldığı eylemden başkasını yapamayacaktı. Dürüst ve erdemli terimleri anlamsız görülecek veya içi boş kelimelerden başka bir şey olmayacaktı. Böylece, disiplinsiz bir varlık haline gelen insan, hayatı için fazla düşünmeyecekti. Oysaki insan, hiçbir şekilde onuru ve vazifeyi ihmal edemez. Çünkü, iyi ve kötünün doğası ezeli ve kesin olup, onların değeri insanların genel düzenleri veya herhangi bir özel kanaat tarafından tayin edilemez.[22]

Locke’un savunduğu doğal hukuk teorisi kavramsal modeli, “doğa durumu–sivil toplum” dikotomisi üzerine kurulur. Bu teorinin karakteristik özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Anti-politik ve non-politik şartlar olarak doğa durumu, devletin orijini ve temelleri analizi için bir başlangıç noktasıdır. 2- Doğa durumu ve sivil toplum birbirinin karşıtıdır. Çünkü sivil toplum, doğa durumuna antitez olarak, onun eksikliğini gidermek ya da düzeltmek için inşa edilir. 3- Doğa durumunun kurucu unsurları, öncelikle ve esas olarak bireylerdir. Bireyler müşterek bir toplumsal hayat içerisinde yaşamasalar bile sosyabıldırlar. Doğa durumunda aileler gibi “doğal topluluklar” vardır. 4- Doğa durumunun kurucu unsurları olan bireyler ya da aileler, kendi kendine var oluşlarını, kendileri için kabul ederler ve hem özgür hem de eşittirler. Bunun içindir ki doğa durumu daima, özgürlük ve eşitlik durumu olarak gösterilir. 5- Doğa durumundan sivil topluma geçiş, doğal bir akış olarak meydana gelmez. Tercihe bağlı olarak ve bir ya da daha çok anlaşma-sözleşme sayesinde gerçekleşir. Bunlar, doğa durumunu terk etmek isteyen bireyler tarafından yerine getirilen, iradi ve kasti hareketlerdir. 6- Sivil toplumu meşrulaştırma prensibi de yalnızca sözleşmelerdir.[23] Bu perspektifte, doğa durumundan, sivil topluma niteliksel bir sıçrama vardır. Bu niteliksel sıçramaya izin veren şey, beşeriyetin doğallıktan sivilizasyona doğru olan rasyonel yürüyüşüdür. Bu nedenle, politik toplum için meşruiyetin prensibi ne domestik ne de despotik otorite kabul edilir. Doğal hukuk teorisinin siyaset felsefesine ait en derin teması budur. Locke, politik sivil toplumda doğal hukukun bağlayıcılığı ortadan kalkarsa da pozitif hukuk ona endeksli olarak oluşturulmak zorundadır, der. Çünkü doğal hukuk, tüm insanlar ve tüm yasama güçleri için ebedi bir kural (eternal rule) olarak varlığını daima sürdürür. Gayesi, insanoğlunun muhafazası olan doğal hukuk, bir anlamda Tanrının isteği ve mesajıdır. Pozitif insani müeyyideler (laws humane), geçerli olabilir fakat doğal hukuka aykırı olamaz. İnsanî-pozitif kuralların ölçüsü, doğal hukuktur. Yasama ya da meşru otorite, keyfi kural koyma yetkisi üstlenemez. Yalnızca, hukuku resmileştirip standardize ederek uyrukların haklarını belirler. Ancak doğal hukuk yazılı bir hukuk olmayıp, sadece insanların zihninde bulunduğundan, insanlar hırsları ya da kişisel arzuları doğrultusunda hareket ederek, onu görmezden gelebilirler. Doğal hukukun resmi bir yargıcı da olmadığından, insanlar yaptıkları hatalar ya da işlemiş oldukları suçlar hususunda zor ikna edilirler. Bu yüzden doğal hukukun icrası zordur. Dolayısıyla doğal hukuk, hakları determine etse de hakların muhafazasında tereddüte yol açar. Hakların ihlali durumunda, suçluların cezalandırılmasında yetersizdir. İşte doğal hukukun bu tür eksikliklerinden sakınmak için insanlar, doğa durumunu terk edip, toplum halinde birleşme (community) ihtiyacı duymuş ve kendilerini standart kurallarla, pozitif hukukla sınırlandırmışlardır. Böylelikle de standart kuralları icra edecek meşru otorite, yani devlet (government) oluşmuştur.

Devletin kuruluşuna yönelik çizilen yukarıdaki  tabloda iki kusurun bulunduğu açıktır. Bunlardan ilki, bağımsız ve eşit insanlar tarafından, bu şekilde kurulmuş bir yönetim örneğinin tarihi olarak bilinmemesi, ikincisi de politik topluma sonradan katılma gibi bir hakkın mümkün olmamasıdır. Çünkü tüm insanlar, bir yönetim (government) altında doğarlar ve onlara yeni bir yönetim oluşturma özgürlüğü zaten teklif de edilmez. Locke’un bunlara yönelik cevabı da şöyledir: İlkin, tarihin hiçbir zaman geçmişteki insani durumlar hakkında, özellikle de yaşanılan doğa durumu hakkında mükemmel bilgi veremeyeceği açıktır. Zira devlet (government), her yerde tutulacak kayıtlarda önceliklidir. İnsanlar, tarihi incelemeye başladıklarında daha çok devletlere ve onların kurucularına bakarlar. En azından ilk adımı hep onlar teşkil eder. Oysaki meselenin arka planına bakılacak olursa istenilen örnekler pekala bulunabilir. Örneğin, Amerika böyledir. Amerika’da herhangi bir devlet yokken, gruplar halinde birlikte yaşayan insanların varlığı, politik toplum öncesi, özgür ve eşit yaşanılan bir durumun mevcudiyeti olarak pekâlâ görülebilir. Dolayısıyla onların politik toplumları, tamamen bir iradi birlik ve özgür insanların karşılıklı anlaşmaları neticesinde, yöneticilerini ve yönetim şekillerini seçmeleriyle başlamıştır denilebilir. Esas itibarıyla, politik toplumun oluşumuna yönelik kusurlar bulunmasının sebebi, meselenin, mevcut (de facto) durumdan hareketle temellendirilmeye çalışılmasıdır. İnsanların doğal olarak özgür olduğu ve devletlerin, onların anlaşmaları sonucu kurulduğuna yönelik tarihten gösterilebilecek örnekler, argümanın doğruluğuyla ilgili pek de şüphe edilemeyeceğinin delilidir. Locke, tarihe bakıldığında, insanların umumiyetle bir yönetim altında bulunduklarının görüleceği gerçeğini inkar etmez. Hatta o politik toplumun oluşumunun, ailenin kuruluşuyla ve çok sayıdaki ailenin birleşmesiyle başladığını ve yine yönetim anlayışının babanın otoritesine bağlı olarak doğduğunu da kabul eder. Ancak bu, yalnızca bir doğal gelişim sürecinden ibaret görülmekte olup, tevarüs edilen baba otoritesine bağlı doğal monarşik bir yönetimin meşrulaştırılabilir olduğu anlamını taşımaz. Netice itibarıyla Locke için,  rasyonel anlamda kesin olan bir şey var ki o da devletin tamamen halkın rızasıyla kurulduğudur.

 İnsanların bir yönetim altında doğdukları ve dolayısıyla da herhangi bir yeni oluşum ve meşru yönetim için bağımsız ve özgür olmalarının imkansız olduğu şeklindeki itiraza gelince; Locke’a göre, eğer bu argüman doğru kabul edilecek olursa dünyadaki mevcut bağımsız monarşilerin çokluğu izah edilemez. Her bir yönetimin meşru ve bağımsız kabul edildiği dikkate alınırsa, hangi ölçüye göre ve hangi yönetime niçin meşru monarşi denilecektir?  Eğer bu itiraz doğru olsaydı, yalnızca evrensel tek bir monarşinin olması gerekirdi. Oysaki real durum hiç de böyle değildir. Dolayısıyla bu itirazın da anlamı yoktur. Kısacası her insan doğal olarak özgür doğmaktadır ve hiçbir şey onu, rızası haricinde herhangi bir dünyevi otoritenin uyruğu altına sokmaya muktedir değildir. Uyruk olmak, yalnızca kişinin kendisinin yapmış olduğu anlaşmayla kendi rızasıyla gerçekleşmektedir. Yani, insanların yaptıkları anlaşmaların deklarasyonu sonucudur ki herhangi bir devletin hukukuna bağımlı olma durumu ortaya çıkmaktadır. Real durumun arka planında da yine insanların aleni ya da zımni rızaları (tacit / exxpress consent) yatmaktadır. Locke için, esasında tartışılan husus, herhangi bir devletin uyruğu olmak üzere bir topluma dahil olup onun bir üyesi olmak üzere yapılan aleni anlaşmalar, aleni rıza bildirimleri değildir. Tartışılan husus daha çok zımni rıza bildirimleri (tacit consent), zımni anlaşmalardır. Oysaki mesela bir ailenin ferdi olarak doğmak ya da herhangi bir devletin sınırları içerisinde yaşayan bir yabancı olmak, o devlete yönelik zımni bir rıza anlamını taşımaktadır.[24]

Doğa durumunda şayet insanlar oldukça özgür ve oldukça eşitseler ve söylenildiği gibi, kendi kişilikleri ve mülkiyetlerinin mutlak efendileriyseler ve hiç kimsenin boyunduruğu altında da değilseler, niçin bu bağımsızlık durumundan vazgeçip, kendilerini herhangi bir otoritenin kontrolüne bırakıyorlar ve onun hakimiyeti altına giriyorlar? Locke için bu tür soruların kesin cevabı da şu şekildedir: Her ne kadar insanlar doğa durumunda bir takım haklara sahip iseler de doğa durumu yine de çok güvenli bir durum değildir. Çünkü insanlar, başkalarından gelebilecek tehlikelere her an maruz kalabilecekleri gibi sahip oldukları hakları da  her an kaybedebilirler. Böylesi bir emniyetsizlik hali, insanları bu durumu terk etmeye istekli kılar. Doğa durumu, bir özgürlük durumu olsa da daima, tehlike ve korkuyla doludur. İşte bu nedenle insanlar, diğerleriyle birleşip bir toplum oluşturmayı ve karşılıklı olarak birbirlerinin hayatlarını, özgürlüklerini ve mallarını (lives, liberties, estates) müşterek olarak korumayı arzularlar. Locke, doğal hak olarak nitelendirdiği bu hakların toplamına mülkiyet (property) adını vermektedir. Dolayısıyla, insanların bir toplum halinde birleşip, kendilerini bir yönetimin (government) kontrolü altına sokmalarının en temel ve en önemli sebebi, mülkiyetlerinin muhafazasıdır (preservation of their property). Devletin kuruluşu için yapılması gereken şeyse öncelikle, herkes tarafından kabul edilen ve tanınan, aralarında çıkabilecek tüm ihtilafları karara bağlayacak olan müşterek bir ölçü olmak üzere, hakları ve haksızlıkları (right–wrong) standardize edecek bir hukuk sistemi, pozitif hukuk (positive law) tanzim etmektir. Tanzim edilen hukukla birlikte onu icra edecek olan otorite/hakim, (power /sentence) icra hakkı ona verilmek üzere desteklenir. Böylelikle de toplum (society) halinde birleşilmiş  ve devlet otoritesi altına girilmiş olur. Bunun anlamı, doğa durumundaki herkesin, kendi doğal hukukunu koruma ve ihlali durumunda da gerekli cezayı tatbik etme yetkisini, iradi olarak topluma (community) devretmesidir. Bir başka ifadeyle yasama yürütme ve yargılama hakkının devlete (government) bırakılmasıdır. İnsanlar bu doğal yetkilerini devrederken elbette şunu düşünürler: Oluşturulan müşterek hukuk, sahip olunan doğal hakları daha iyi muhafaza edecek ve hukukun ihlali durumunda da cezalandırma daha kolay olacaktır. Dolayısıyla da yeni durum çok daha güvenli ve adil bir durum olacaktır. Kısacası, herhangi bir devletin (commonwealth) bir üyesi olunduğunda, artık onun hukukuna göre yönetilmek söz konusudur ve ihtilaflı durumlarda da yalnızca onun yargıçları karar verecektir. Şüphesiz, politik toplum ve yönetimin gayesi yalnızca insanların mülkiyetinin muhafazası değil, aynı zamanda barışı, güvenliği ve tüm bireyleri içeren kamu yararını (peace, safety, publick good) da sağlamaktır.

Locke; insanların rızası ve sözleşmeleri haricinde kurulmuş olan hiçbir yönetim biçimini meşru görmediği gibi, meşru yönetime karşı, iktidarı ele geçirmek üzere girişilen ihtilal ve darbe gibi faaliyetleri de kesinlikle tasvip etmez: Darbe (usurpation), bir devlette (government) kuralları ve formu değiştirmeksizin yalnızca yönetimdeki şahısları değiştirip, yönetime el koymak, iktidarı gasp etmektir. Darbeyi gerçekleştirenlerin, otoritelerini bunun ötesine taşımaları durumundaysa ortaya tiranlık (tyranny) çıkar. Tüm meşru yönetimlerde (government) kamu otoritesi, herkes tarafından paylaşılır ve şahısların görevlendirilmeleri (designation) de kurallara bağlıdır. Bu durum meşru yönetimler için gerekli ve doğaldır. Darbe, tüm kuralları ortadan kaldırıp doğal olmayan yollarla yönetime geçmektir. Dolayısıyla darbe yoluyla yönetimi ele geçirmek asla meşru bir yöntem  olmadığı gibi, darbe yoluyla kurulan bir yönetim de asla meşru bir yönetim değildir.[25] Locke’a göre, darbe sonucu gerçekleşecek olan yönetim, tiranlıktan başka bir şey olmayacaktır. Tiranlık, hukukun olmadığı, yalnızca iktidarı gasp eden kişi ya da kişilerin istekleri ve keyfi kurallarının olduğu, idare tarzının halkın mülkiyetinin korunmasına yönelik değil, iktidarı gasp edenlerin ihtiras, intikam ve açgözlülüklerinin tatminine yönelik olduğu kuraldışı bir idaredir. Tiranlığı yalnızca monarşilere özgü ve yalnızca monarşilerde maruz kalınabilecek bir durum olarak düşünmek kesinlikle hatadır. Diğer yönetim formlarında da pekala tiranlığa maruz kalınabilir. Hukukun bittiği her yerde tiranlık başlar. Hukukun belirlediği yetkilerin aşıldığı, hukuk dışı güçlerin kullanıldığı, hukuka aykırı baskıların uygulandığı her yerde tiranlık başlamış demektir. Şüphesiz, hukukun belirlediği yetkileri aşmak, hiç kimse için bir hak olamaz. Böylesi durumlarda hakları çiğnenen diğer insanların yapacağı şey, elbette ki direnip karşı çıkmak olmalıdır. Locke’un burada bahsettiği hukuk, meşru yönetimi zorla ele geçirenlerin oluşturacakları hukuk değil, doğal hukuka uygun bir biçimde oluşturulmuş olan pozitif hukuktur. Zaten direnme hakkından söz ederken vurgulanan nokta da budur.

Acaba herhangi bir insan, kendisini hukuk harici bir muameleye maruz kalmış hissederse onun, meşru otoriteye de direnme hakkı (right of resistance) var mıdır? Locke, böyle bir hakkın, tüm politik toplumların bozulup devrilmesine ve devletin ve düzenin yerini, anarşi ve karışıklığın (anarchy/confusion) almasına yol açacağı kanaatindedir. Anarşi ifadesini de popüler anlayışta olduğu gibi kargaşayla eş anlamda kullanmaktadır. Oysa ki daha önce de belirtildiği üzere, anarşizm, bir kargaşa hali değildir. Locke’un bu şekilde yaklaşımının nedeni, onun yaşadığı dönemde henüz, anarşizmin bir toplumsal anlayış olarak çerçevesinin çizilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla onun yaklaşımını bu noktada değerlendirmek gerekir. Locke’a göre, adil ve meşru olmayan baskılara elbette karşı çıkılıp direnilebilir. Direnme, bir tehlike ve karışıklık hali yaratmak değildir. Meşru yönetimlere karşı direnmeler ise kendisini hem insanların hem de Tanrı’nın kınamasına sürükler. Bir devlette, ikincil resmi görevlilere veya komisyonların illegal uygulamalarına karşı çıkılması politik toplumun yıkılacağı ya da karışıklığa düşüleceği anlamına gelmez. Devlet, illegal uygulamaları gerçekleştirenleri cezalandırdığı taktirde de muhtemelen bu tür uygulamalar bir daha gerçekleşmeyecektir. Aksi taktirde elbette tehlikeye düşülecektir. Kim, meşru olmayan bir şiddet uygularsa uygulasın, insanların ona karşı hukuki (meşru) bir direnme hakkı (right of resistance) vardır. İnsanların üzerinde, meşruiyetini hukuktan almayan bir otorite kurulamaz. Hukuk harici bir muameleye maruz kalmış olanlar, hukuka başvurarak, yapılan işe engel olabilirler. Böylesi durumlarda direnme meşru bir haktır. Kaldı ki insanların, meşru olmayan şiddet uygulamalarına karşı yalnızca direnme hakları değil, hayatlarını tehdit eden durumlarda nefsi müdafaa, yani saldırganı öldürme hakları da vardır. Çünkü, böyle bir halde insanların, güvenlik için hukuka başvurma vakitleri olamaz ve geç kalınmış olacaktır. Hukuk, ölü cesetleri hayata döndüremez. Doğal hukuk herkese, böyle bir hakkı bahşetmiştir. Hayatın tehlikeye düşmeyeceği diğer durumlarda hukuka başvurmak gerekir, çünkü telafi imkânı vardır. Hukuka aykırı eylemler, meşru otoriteyi bizzat temsil eden devletin başındaki kişi (Magistrate) tarafından sergilenir ve bu eylemler sürdürülürse ki bu tiranlığın ilanıdır ve devletin düzenini bozar, bu durumda topyekun direnme hakkı doğar. Şayet ihlaller yalnızca birkaç kişiyle sınırlı kalırsa ve telafi imkânı varsa, kurulu bir devletin yıkılmasının doğru olmayacağı düşünüleceği için topyekun bir direnme hakkına başvurulmamalıdır. Eğer illegal uygulamalar halkın çoğunluğuna yönelik olursa ve herkesin  hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal hakları (lives, liberties, estates : property) tehlikeye düşecek şekilde tehdit edilirse topyekun direnme kaçınılmaz olacaktır.[26] Zaten böyle bir durum, devletin çözülmeye yüz tuttuğunun ifadesinden başka bir şey de değildir. Kısacası Locke, direnme hakkını doğal bir hak olarak görüyor ise de böyle bir hakkın, meşru devleti ortadan kaldıracak boyutlarda olacağını söylemez. Meşru devlet içerisinde bu hakka insanlar başvurabilir ise de bu, devleti ortadan kaldırmaya çalışmak şeklinde yorumlanamaz.

Siyasal çerçevede Locke, toplum ve devlet arasında bir ayrım yapılması gerektiği kanaatindedir. Toplum ve devlet, totaliter anlayışlarda iddia edildiği şekilde bir ve aynı şey demek değildir. Böyle bir ayrımın yapılması, şüphesiz devletin bireysel özgürlükleri ortadan kaldıracak boyutlarda totalleşmesini engellemeye matuftur. Locke için, devletin (government) çözülmesi ya da yıkılmasından (dissolution) bahsetmek, toplumun çözülmesi ya da yok olması anlamını taşımaz. Toplumun çözülmesi, her ne kadar devletin çöküşü anlamını taşıyor ise de aksi doğru değildir. Herhangi bir devlet, toplum çözülmeksizin, harici nedenlerle, mesela fetih yoluyla yıkılabileceği gibi bir takım dahili nedenlerle de yıkılabilir. Locke,  devletin çözülüşü ve yıkılışı için değişik nedenler olabileceğini ileri sürer:

1- Yasama gücü (legislative power)  değiştirildiğinde. Sivil toplumu barış halinde tutan, yasama gücüdür. Çünkü, toplumun iradesini yasama temsil eder. Yasama feshedildiğinde ya da çözüldüğünde onu devletin çözülüşü ve sona erişi izler. Yasamanın kuruluşu, toplumun ilk ve temel aksiyonudur. Yasama vasıtasıyla insanlar arasında hukuki sözleşme temin edilir. Yasama olmaksızın hukuk oluşturma (making laws) gücüne sahip olunamaz. Bunun anlamı yasamanın olmaması halinde insanların uyruk olmaktan çıkacağıdır. Bu çerçevede Locke, üç tür yasama uygulamasından bahseder: a) Tek bir kişinin en üst otorite, tek icra gücü olarak kabul edildiği ve muayyen zamanlarda onun atayıp tadil ettiği, hanedanlıklarda görülen yasama uygulaması. b) Soylulardan ibaret bir meclis uygulaması. c) Halk tarafından muayyen süreler için seçilen temsilciler meclisi uygulaması.

Birinci durumda; kral ya da sultan, kendi keyfi iradesine göre bir hukuk ve yasama organı oluşturup deklare edebilir. Bu oluşumun yenilenmesi durumunda yasama da değişmiş olur. Her değişiklikte eskinin hükmü kalmaz. İkinci durumda; kral, soyluların teşkil ettiği yasamanın toplanmasını ve icrada bulunmasını engelleyerek yasamanın yeniden şekillenmesini isteyebilir ki bu taktirde de yasama değişmiş olur. Üçüncü durumda; ya halkın rızası olmaksızın veya ona rağmen, seçim şekli veya seçmenler değiştirilir ya da bizzat halk tarafından bu değişiklik yapılır, dolayısıyla da yasama da değişmiş olur. Dördüncü bir durum olarak; halk, kral ya da mevcut yasama tarafından yabancı bir otoritenin buyruğuna sokulmaya ya da terk edilmeye maruz kaldığında da yine yasama değişmiş olacaktır. Böylelikle, diğer durumlarda olduğu gibi bu durumda da devlet çözülmüş ve yıkılmış (dissolution) olacaktır. Sonuç olarak, kendi özgür iradeleriyle kendi kanunlarını oluşturup toplumu meydana getiren insanlar, kendi hukuki otoriteleriyle (government) yönetilirler. Bu otorite kaybolduğunda, şüphesiz bir başka otorite, yani bir başka devlet kurulmuş olacaktır.

2- Devletin çözülüş ve yıkılışı için bir diğer neden; yürütme otoritesinin görevi terk etmesi ya da ihmal etmesidir. Böyle bir durumda hukuk uygulanamaz hale gelir ve açıkçası anarşik bir hale düşülmüş olur. Tabiatıyla bu, aynı zamanda devletin çöküşü demektir. Zaten bir yerde insanların haklarının güvenliği için adil yönetim kalmamışsa orada devlet de arta kalamaz. Çünkü hukuksuz devlet olamaz. Hukuk yoksa devlet de yoktur.

3- Yasama ya da yürütmeden birinin halkın güvenliğine aykırı icraatlarda bulunması durumunda da devlet çöker. Yasama ya da yürütmenin, uyrukların hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal haklarına el koymaya çalışması böyle bir nedendir. Oysaki insanların toplumu ve devleti oluşturmalarının asıl gerekçesi, bu temel ve doğal haklarının, yani mülkiyetlerinin muhafazasıdır. İnsanların mülkiyetlerine el koymaya çalışmak onlarla savaş durumuna geçmek demektir. İnsanların bu gibi bir duruma yönelik baş vuracakları müşterek çare, Tanrının onlara bahşetmiş olduğu “şiddete karşı şiddet” hakkıdır. Güvenin kırılmasının cezası, elbette otorite hakkının kaybedilmesidir. Toplumun kanun koyucularının (law-makers) güveni kötüye kullanmaları, yönetimin (government) devrilmesi ve yeniden dizaynı için bir deklarasyondur. Bu taktirde halk, doğal olarak otorite hakkını, güvenliğini temin etmek için, kendisine yeni temsilciler seçerek bir başka ele verecektir.

Locke’un meseleyi bu şekilde ele alması, yönetimlere (government) karşı isyanın (rebellion) teşvik edildiği şeklinde değerlendirilmemelidir. Çünkü o, isyanların ya da devrimlerin (revolution), kamu yönetimindeki basit, sıradan hatalar nedeniyle gerçekleştiğini kabul etmez. Oldukça büyük hatalar ve sürekli hukuk ihlalleridir ki ancak isyana ve devrime neden olabilir. Kaldı ki halkın emniyetini temin etmek üzere yönetimin inşa edildiği tarzındaki doktrin, esas itibarıyla isyanların ya da devrimlerin gerçekleşmesini engellemeye yönelik bir cevaptır. İsyanlar ya da devrimler, kişilere karşı değil, devlet otoritesine karşı yapılır. Bizatihi devletin kendisi hukuka aykırı uygulamalarda bulunmadığı taktirde böyle bir durum zaten gerçekleşmeyecektir. Aksi durumdaysa insanların direnme hakkı (right of resistance) vardır ve meşru olmayan bir otoriteye direnmek de gayrı meşru isyan değildir. Meşru bir hakkın kullanımına kimse itiraz edemez.

Sonuç olarak; toplumu oluştururken, bireysel otorite haklarını topluma devreden insanların, toplum varlığını sürdürdüğü müddetçe, bu hakları onlara asla iade edilmez. Bunun yerine, onları temsilen daima müşterek otorite var olacaktır. Çünkü müşterek otorite olmaksızın toplum ya da devlet var olamaz. Toplum, idare ve otoriteyle birlikte yasama yetkisini kendi temsilcilerinden oluşan bir meclise verdiği taktirde ve devlet de varlığını sürdürdüğü müddetçe, yasamanın yetkileri asla topluma intikal etmez. Çünkü insanlar, politik güçlerini yasamaya devretmişlerdir. Şayet toplum, yasamanın yetkilerini ve icraatını muayyen bir süreyle sınırlandırırsa o süre bitiminde tüm yetkiler tekrar topluma devrolunur. Bu durumda halkın, yeniden üst bir otorite ve yeni bir yasama organı teşkil etmeye hakkı olduğu gibi, yeni bir yönetim formu oluşturmaya da hakkı vardır.[27]

Kim yönetmeli ya da devletin formu nasıl olmalıdır, sorusuna gelince; Locke, bu soruyu cevaplandırmadan önce, mümkün yönetim formlarının neler olduğunu izah etmektedir. Bahsi geçen formlar sırasıyla şöyledir: Bir politik yapılanmada, hukukun icrası ya da yürütme, halkın atamış olduğu görevliler (officers) tarafından yerine getiriliyorsa bu yönetim formunun adı demokrasidir. Toplumun idaresine yönelik kanun koyma hakkı ya da yetkisi demokraside olduğu gibi herkese değil de yalnızca seçkin birkaç kişiye ve onların varislerine ait olursa bu forma da oligarşi denir. Şayet kanun koyma hakkı ya da yetkisi, tek bir kişinin ve onun varislerinin elinde olursa kalıtsal monarşi (hereditary monarchy), eğer bu hak sadece monark olan kişinin kendi hayatıyla sınırlıysa ve onun ölümünden sonra da bu hak onun halef olarak seçtiği kişiye devrediliyorsa bu forma da seçimli monarşi (elective monarchy) denir.

Esas itibarıyla Locke açısından, sivil bir yönetimin olması gereken formu demokrasidir. Ancak, bu yönetim şeklinin real olarak her zaman gerçekleşmediğini belirtir. Ona göre, politik toplumlarda bu yönetim şekillerinden herhangi biri görülebileceği gibi bunların karışımı olan bir şekil de görülebilir. Eğer meşru otorite ya da yasama gücü (legislative power) halk tarafından bir kişiye veya birçok kişiye kayd-ı hayat şartıyla ya da belli bir süre için verilirse bu süre bitiminde yasama gücü, tekrar üst otorite (supreme power) olan halka intikal eder. Kendisine devrolunan bu gücü halk yani toplum (community) yine birine ya da birilerine bırakırsa bu taktirde yeni bir yönetim formu kurulmuş olacaktır. Dolayısıyla yönetimin formu, hem üst bir otorite olarak halkın determinasyonuna bağlıdır hem de ona nispetle ikinci dereceden (inferior power) bir otoritedir.[28]

Acaba meşru otoritenin yetkileri belli bir çerçeve dahilinde mi olacaktır? Devlet için sınırsız bir yetki alanından bahsedilebilir mi? Daha önce de belirtildiği üzere, Locke’un bakış açısıyla, insanların toplum halinde birleşmelerinin temel gayesi, barış ve emniyet içerisinde mülkiyetlerinin (lives, liberties, estates: property) muhafazasıdır. Bunun temel vasıtası da toplum tarafından resmi olarak kabul edilmiş olan pozitif hukuktur. Tüm devletlerin (commonwealth) ilk ve temel pozitif hukuku, yasal çerçevede toplumu yönetecek ve koruyacak olan meşru otoritenin, yasama gücünün (legislative power) tanınmasıdır. Yasama, yalnızca devletin en üst otoritesi değil, aynı zamanda toplum tarafından atanan ve topluma rağmen değiştirilemez olan bir unsurdur. Kamu–halk (publick) tarafından seçilmiş ve atanmış olan yasamanın (legislative) yetkileri hiçbir surette gayrı meşru yollarla elinden alınamayacağı gibi, otoritenin ve tüm yetkilerin kaynağını teşkil eden pozitif hukuk da mutlak surette toplumun rızasına (consent) dayanmak zorundadır. Haddizatında pozitif hukuka ve ondan kaynaklanan otoriteye itaat edilmesinin gerekçesi de halkın rızasına dayanmasıdır. Meşru otorite (lawful power), tüm yetkilerini politik toplumu kurmaya yönelik olarak insanlar tarafından oluşturulan pozitif hukuktan alır. Yeryüzünde, devlet için başka türlü bir meşruiyet kaynağı bulunmadığı gibi, yetkilerini Tanrı’dan alan herhangi bir meşru otorite de yoktur. Meşru otoritenin tek kaynağı halkın rızasıdır ve her türlü otorite yalnızca halkın rızasından türetilebilir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın yeryüzünde geçerli olan hukuk, insanidir ve bu yüzden de yalnızca insanların rızalarıyla oluşturulur. Dolayısıyla, halkın rızasına dayanmayan bir hukuka ve otoriteye itaate, hiç kimse zorlanamaz. Meşru otorite ya da yasama gücü, halkın kaderi ve hayatı üzerine mutlak, keyfi bir otoriteye sahip değildir. Hukuk, her türlü icraatında, meşru otorite için de bağlayıcıdır. Doğa durumundan politik topluma geçilirken, insanlar hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal hakları üzerinde yönetime asla mutlak ya da keyfi bir tasarruf hakkı vermezler. Nasıl ki doğa durumunda hiç kimsenin diğerleri üzerinde mutlak ve keyfi bir iradesi yoktur ve doğal hukuk herkesi bağlayıcıdır, politik toplumda da aynen öyledir. Politik toplumda yasama gücünün sınırı, toplumun tüm üyeleri, tüm bireyler anlamında kamu yararıyla (publick good) belirlenmiştir. Devlet, elbette itaat edilmesi gereken otoritedir. Ancak, onun nihai gayesi insanların haklarını korumaktır. Hakları ortadan kaldırmak insanları köleleştirmek ya da kasıtlı olarak uyrukları fakirleştirmek devletin varlık nedeni değildir. Locke’un çerçevesini çizmiş olduğu bu yönetim formu, anayasal demokrasi olarak bilinen formdan başkası değildir. Temel sözleşmeden kasıt, anayasa olup, asıl gayesi de şüphe yok ki devletin hareket alanını sınırlandırmaktır. İnsanların temel ve doğal haklarından, hiçbir zaman vazgeçmeyecekleri ve devletin de asla onlar üzerinde mutlak ya da keyfi tasarrufta bulunamayacağı söylenirken, işaret edilen, sınırlı devlettir. Dolayısıyla, yasama ya da meşru otorite, keyfi kural koyma yetkisi üstlenemez. Her türlü insani kuralın ölçüsü, doğal hukuktur. Bu yüzden, pozitif hukuk (laws humane), genel doğal hukuka göre yapılmak zorundadır, aksi taktirde hastalıklı olacak ve icra edilemeyecektir.

Pozitif hukukun niçin geçerli tek hukuk sistemi olması gerektiği sorusuna gelince, Locke’un buna dair cevabı da şu şekildedir: Doğal hukuk yazılı bir hukuk olmayıp, yalnızca insanların zihninde bulunduğundan, insanlar hırsları ya da kişisel arzuları doğrultusunda hareket ederek, onu görmezden gelebilirler. Ayrıca, doğal hukukun resmi bir yargıcı da bulunmadığından, insanlar yaptıkları hatalar ya da işlemiş oldukları suçlar hususunda zor ikna edilirler. Bu yüzden doğal hukukun icrası zordur. Doğal hukuk hakları determine etse de hakların muhafazasında tereddüte yol açar. Hakların ihlali durumunda, suçluların cezalandırılması bakımından yetersizdir. Zaten, doğa durumunun bu tür eksikliklerinden sakınmak için insanlar toplum halinde birleşme ihtiyacı duymuş ve kendilerini standart kurallarla sınırlandırmışlardır. Böylelikle de standart kuralları icra edecek meşru otorite oluşmuştur. Yasama ya da meşru otorite, hukuku resmileştirip standardize ederek uyrukların haklarını belirler. Kısacası pozitif hukuk, doğa durumundaki barış, güven ve emniyetle ilgili tedirginliklerin, deklare edilen kurallarla giderileceği anlamını taşımaktadır.

 Standardize bir hukuka dayanmayan mutlak, keyfi bir otorite ya da yönetim, acaba toplumun kuruluş nedeni olabilir mi? Locke’a göre, bu tür bir otorite altında bulunanlar, ne doğa durumundaki gibi yeterince özgür olabilirler ne de yeterince temel ve doğal haklarını koruyabilirler. Mutlak keyfi bir otorite, doğal haklarını muhafazayı hedefleyerek bir otorite oluşturmayı isteyen insanlar tarafından desteklenemez. Mutlak keyfi otoritenin oluşturacağı şartlar, doğa durumuna nispetle çok daha kötüdür. Doğa durumunda insanlar özgürken ve haklarına yönelik herhangi bir tecavüzde tek başlarına da olsa onları cezalandırma haklarına sahipken, mutlak keyfi otoritenin oluşturacağı şartlarda bunun imkanı yoktur. Zaten hiçbir yönetim, toplumu oluşturan herkesi korumadığı, herkesin mülkiyetini muhafaza etmediği taktirde desteklenemez. Bu yüzden yönetimler, rızaya (consent) dayanmak zorundadır. Herhangi bir yönetimin insanların rızasına dayanıp dayanmadığı nasıl belirlenecektir? Locke açısından yönetime dair rıza, ya doğrudan doğruya insanların kendileri tarafından ya da onların temsilcileri tarafından beyan edilir. Devletin böyle bir devlet olup olmadığı, insanların temel ve doğal haklarının muhafaza mı edildiği, yoksa gasp mı edilmeye çalışıldığı gerçeğinden de çıkarılabilir. İnsanların rızası olmaksızın, herhangi birinin meşru bir otoriteye sahip olduğunu iddia etmesi, insanların hem temel ve doğal haklarına bir saldırı hem de yönetimin gayesini inkardır. Meşru otorite için acaba yetki devri söz konusu olabilir mi? Locke, kaynağını halktan alan meşru bir otoritenin, kanun yapma ve uygulama yetkisini hiçbir kişi veya kuruma devredemeyeceği kanaatindedir. Yalnızca halk tarafından yetki verilmiş olan bir otorite, bu yetkiyi haizdir. Yasama gücü de yürütme gücü de halk tarafından görevlendirilmiştir ve sadece halkı temsil eder. Temsil yetkisini haiz olsalar bile temsile dayanarak yetkilerini başkalarına intikal ettiremezler. Meşru otoritenin yetkilerinin sınırlarını belirleyen hem halktır hem Tanrı’dır hem de doğal hukuktur. Devletlerin yasama gücünü kuran da yönetim formlarını belirleyen de yalnızca bu üç unsurdur. Lockemeşru otorite olarak yasamanın, faaliyetlerinde dikkat etmesi gereken hususları da şu şekilde belirtir: 1- Toplum, ancak resmi olarak belirlenmiş hukukla yönetilebilir. Özel durumlar resmi hukukun değiştirilmesine gerekçe olamaz. 2- Resmi hukuk, özel nedenler için değil, tüm bireyler anlamında, kamu iyiliği için dizayn edilebilir. 3- Yasama, halkın rızası hilafına, insanların mülkiyeti üzerine, keyfi bir biçimde vergiler yükleyemez. Vergilendirme ya halkın kendisi ya da temsilcileri tarafından tespit edilir. Halk, temsilcilerini seçimle muayyen zamanlarda da değiştirebilir. 4- Yasama, kanun yapma yetkisini ne herhangi birine ne de herhangi bir kuruma devredebilir. Devir, yalnızca yetkilerin alındığı halka olabilir.

Yetki alanları ve fonksiyonları çok net çizilmemekle birlikte; Locke, her devlette (commonwealth), toplumun idaresine yönelik üç aygıtın  bulunduğundan bahseder: Yasama, yürütme ve federatif güç. Bunlardan özellikle yasama ve yürütme gücü, birbirinden çok da fazla tefrik edilmemiştir. Ona göre, yasama, toplumun ve üyelerinin muhafazası için kabul edilmiş olan, devletin direkt zorlama gücüne dair yetkilerini haizdir. Ancak bu yetkilerini hukuka bağlı olarak icra eder. Meşru otoriteyi temsil eden yasama gücünün kanun yapma ve uygulama (making/execution) dışında başka bir yetkisi olmamalıdır. Çünkü yasama ve yürütme yetkileri, onu elinde tutanları avantajlı duruma getireceğinden bu yetkileri elinde tutanların, yapılan kanunlardan kendilerini muaf tutmaya kalkışmaları mümkündür. Oysaki toplumun ve devletin oluşturulma gayesi, bütün üyeleri kapsama anlamında, kamu iyiliğidir. Dolayısıyla hukukun birilerine bir takım avantajlar sağlaması kabul edilemez. Bu yüzden, uygulamanın sürekliliği için, zorlama gücünü daima tekelinde bulunduracak olan resmi hukuk, bir defada ve kısa bir süre zarfında oluşturulmalıdır. Kanun yapma yetkisinin kimseye herhangi bir avantaj sağlamaması isteniyorsa bunun yolu, yasama ve yürütme gücünün (legislative / executive power) birbirinden ayrılmasıdır. Federatif güce gelince; Locke bunu da doğa durumundaki insanların haklarını muhafaza ve saldırı durumunda cezalandırma ya da zararın tazminini sağlama şeklindeki bireysel yetkilerine karşılık, yine tüm bunları politik topluma dahil olan insanlara sağlamak üzere, politik toplumda onlar adına savaşa ya da barışa yahut da bu yönde ittifaklar kurmaya karar verecek olan aygıt olarak değerlendirmektedir. Yürütme ve federatif güç, gerçekte birbirlerinden farklı düşünülür ise de esasında biri, toplumdaki meri hukukun dahildeki uygulanımı diğeri de yine meri hukukun, kamu güvenliği ve çıkarlarının dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunmasına yönelik uygulanımıdır. Federatif güç, yürütmeye nispetle ikinci dereceden bir öneme sahip ise de varlığı, devlet için yabancılara karşı elbette bir avantaj sağlayacaktır. Bir devlette bu şekilde kuvvetler ayrımının yapılması toplum için uygun görülmekle birlikte Locke, bazen bu ayrımın düzensizliğe ve felaketlere yol açabileceğini de kabul eder.[29] Bu şekliyle kuvvetler ayrımının, oldukça naif olduğu da açıktır. Locke’ta çok net olmayan kuvvetler ayrımı, Locke’a insanlığın büyük öğretmeni diyen ve ondan büyük ölçüde etkilenmiş olan, Fransız hukukçu ve düşünür Montesquieu tarafından geliştirilecektir.[30]

Devletin aygıtlarını, yasama, yürütme ve federatif güç şeklinde ayırmaya çalışan Locke, yetki üstünlüğünü de şu şekilde değerlendirir: Esas itibarıyla toplumun korunması amacıyla kurulmuş olan bir devlette, bir tek üst otorite (supream power) vardır. O da yasamadır (legislative). Yasamanın dışındaki devletin tüm aygıtları, yasamaya nispetle ikincil otorite olmak zorundadır. Yasama, meşruiyetini doğrudan doğruya halktan aldığı için, politik toplumun kuruluş amacını gerçekleştirme yönünde tek üst otoritedir. Ancak, yasamanın kuruluş amacına aykırı olarak, düzenlemelere kalkışması durumunda tüm otoritesi tekrar asıl üst otorite (supream power) olan halka intikal eder. Mesela, politik toplumda en üst otorite de olsa yasama, insanların nefsi müdafaa (self-preservation) hakkı üzerinde hiçbir düzenleme yapamaz. Bu nedenle, asıl üst otorite toplumun kendisidir. Fakat kuruluş amacına uygun hareket ettiği taktirde, politik toplumdaki en üst otorite yasama organıdır. Locke’un kuvvetler ayrımının naifliği, bu şekilde bir yetki hiyerarşisi yapmaya çalışmasından da anlaşılmaktadır. Ona göre; bazı devletlerde yasama aygıtı (parlamento) daima var olmadığından, yürütme yetkisi yasama payıyla birlikte tek bir kişiye verilmiştir. Bu kişi üst otorite (supream power) olarak da adlandırılabilir ise de böyle bir kişi bizatihi, kanun yapma (law-making) anlamında tüm üst otoriteye sahip değildir. Çünkü halkın rızası olmaksızın hukuk ihdas edilemez. Belki ona, en üst yürütme yetkisini (supream execution) haizdir denilebilir. Hukuk harici bir otoriteye ya da iradeye sahip olunmamalı ise de buna rağmen egemenliklerin kurulduğu görülebilir. Ancak egemenlik (allegiance), hukuka uygun olmaksızın kurulabilir ise de böyle bir egemenliğin meşru olduğu söylenemez. Dolayısıyla hukuka bağlı olarak en üst yürütme yetkisini (supream execution) haiz olmak, olsa olsa ikinci dereceden bir otoriteye sahip olmak anlamındadır. Mesela, bakanlık (ministerial) şeklindeki aygıtların durumu böyledir. Yasama aygıtını devletin en üst organı olarak gören Locke, onun daima var olmasını gerekli görmez. Yasama, tümüyle ya da bir kısmı itibarıyla halk tarafından seçilen ve zaman zaman toplanıp dağılan bir meclis şeklinde olabilir. Yine yasama, birkaç kişiden ibaret olabileceği gibi, daha kapsamlı bir kurul da olabilir. Fakat, yürütme organı mutlak surette daima var olmalıdır. Çünkü, sürekli yeni kanun yapımına ihtiyaç yok ise de hukukun uygulanımına her zaman ihtiyaç vardır. Federatif güç de uygulamaya yönelik olduğu için onun da daima mevcut olması gerekir. Ancak yürütme gibi federatif güç de yasama organına nispetle, ikincildir. Yasamanın teşkiline benzer biçimde, yürütme gücü de federatif güç de halkın seçimiyle teşkil edilebilir.

Devletin bu üç aygıtının yetki alanları birbirinden bu şekilde ayrıştırılmış olmasına rağmen, mümkündür ki devletin zorlama gücünü daima elinde bulunduran yürütme erki, bu gücü yasamanın toplanmasını veya fonksiyonlarını yerine getirmesini engellemeye yönelik olarak, daha doğrusu hukuka aykırı bir şekilde halka karşı kullansın; böyle bir durumda ne yapılacaktır? Locke; böyle bir durum, halka karşı oluşturulan bir savaş halidir, der. Dolayısıyla halkın kendi gücüyle, şartları yeniden eski haline dönüştürme hakkı vardır. Şüphesiz, meşru olmayan baskı, zorlama ya da şiddete karşı haklı ve doğru çare, ona aynı ölçüde şiddetle karşılık vermektir. Meşru olmayan bir şiddete başvurmak, daima savaş haline girmek demektir. Yasamanın zaman zaman toplanıp zaman zaman tadili ya da yürütme otoritesini bir aygıta devri, kesinlikle ona kendi üzerinde bir otorite hakkı vermediği gibi halkın güvenliğini tehlikeye düşürecek hukuk dışı uygulamalar yapma yetkisi de vermez. Yasamanın temelini oluşturan temel sözleşmenin, yani anayasanın (constitution), tüm pozitif yasalara önceliği vardır. Hiçbir ikincil otorite onu değiştiremez. Yürütmenin tüm uygulamalarında, onu dikkate alma zorunluluğu vardır. Locke’a göre; yasama ve yürütme yetkilerinin farklı ellere ya da organlara bırakıldığı devletlerde, toplumun iyiliği için yapılması gereken birkaç şey vardır: Öncelikle yasamanın da yürütmenin de müşterek doğal hukuku dikkate almaları lazımdır. Yürütme gücü, kamu iyiliğine yönelik ve toplumun tüm üyelerini korumak üzere hukuk tarafından  tanzim edilmelidir. Herkes hukuka karşı sorumlu olmalıdır. İcraya dair tüm yetkiler ve yetki sınırları hukuk tarafından determine edilmelidir. Devletin varlık nedeni ve gayesi yalnızca toplumun iyiliği olmalı ve hiçbir şey bunu değiştirememelidir. Yetkiler, halktan alınmalı ve halk tarafından verilmeyen hiçbir yetki kullanılamamalıdır. Belli bir kurala bağlı olmayan ve bütün bireyler anlamında kamu iyiliğine yönelik kullanılmayan, hiçbir yetki ve hiçbir yetkili otorite olmamalıdır. Tüm pozitif kanunları, bir anlamda temel sözleşme olan, anayasa dizayn etmelidir.

İnsanların hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi doğal haklarının muhafazası için oluşturulan, sivil politik toplumda devletin ya da herhangi bir aygıtının, acaba insanların öte dünyaya yönelik inançlarını tanzim etme ya da öte dünyaları için de bir takım şeyleri determine etme şeklinde herhangi bir tasarrufta bulunma yetkisi olacak mıdır? Locke; insanların, cennet/cehennem gibi öte dünyaya yönelik inançları hususunda hiç kimsenin ya da hiçbir kurumun herhangi bir yargılama hakkı olmaması gerektiği kanaatindedir. Onun ifadeleriyle, Tanrı ve doğanın  bir insanın kendi kendini imha etmesine izin vermemesi gibi yönetim de hem buna hem de temel, doğal haklarını başkalarına devretmesine müsaade etmemelidir.[31] Bunun dışındaki bir müdahale yetkisi normal karşılanamaz. Locke’un bu ifadeleri, onun din ve devlet ilişkilerine yani laiklik konusuna nasıl baktığını da yansıtmaktadır. Kısa ve özlü bir anlatımla laiklik, devlet ile dinin karşılıklı olarak birbirinden bağımsızlaşmasını ifade etmektedir. Bu ifade devletin hem din kurallarına dayandırılmamasını hem de dini inançlar karşısında devletin tarafsız olmasını gerektirmektedir. Bu yönüyle laiklik, devleti sınırlayan bir ilke olup, daha barışçıl bir toplumu oluşturmada araç fonksiyonunu görmektedir. Araç konumundaki laiklik, bireyleri ilgilendiren yönüyle oldukça geniş bir dokunulmazlık alanı çizmektedir. Bu alana, bireylerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, dini emirleri yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamaları, ayrım görmemeleri, serbestçe ibadet edebilmeleri ya da ibadete zorlanmamaları konuları girmektedir. Locke’un bu şekildeki laiklik anlayışının bugün dahi geçerli olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini söylemek mümkündür. Bu çerçeveden hareketle, günümüze bir projeksiyon yapılacaksa Türkiye gibi ülkelerde laikliğin, sözü edilen konularda bir bütün olarak ele alınması ve özellikle laikliğin araç niteliğinde algılanması noktasında çözümlenmesi gereken çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunulduğu, şüphesiz kolaylıkla söylenebilir.[32]

Siyasi bakımdan laiklik, devletin meşruiyetinin dinî bir kaynağa değil, dünyevî bir kaynağa, daha somut bir ifadeyle, halka dayandırılmasıdır. Toplum, pratiğin gereklerinin akılcı bir analizinin sonucu olan kurallara göre yönetilebilir. Hukukî laiklik de devletin pozitif hukukunun dinî kurallar yerine rasyonel esaslara dayanmasını ifade eder. Tabiatıyla buradan dinin bütün kurallarının irrasyonel olduğu sonucu çıkarılamaz. Mesela, toplumsal hayatta adaleti emreden bir dinî kuralın sırf dinî bir kural olmasından ötürü mutlaka reddedileceği ve aksinin yapılacağı söylenmemektedir. Kastedilen şey temel kriterin rasyonalite zemini olduğu ve toplumsal problemlere yönelik ileri sürülen çözümlerin, kaynağı ne olursa olsun rasyonel süzgeçten geçirilmesidir. Kısacası laik devlet, sadece dinin etki alanı dışında kalan devlet demek değildir, ayrıca dinin de bir kurum olarak, devletin etkisinden uzak olması gerektiğini kabul eden devlet demektir.[33] Şüphesiz, bu noktada Locke’tan alınabilecek çok önemli bir ders vardır.

Locke’un din ve devlet ilişkilerine yönelik düşüncelerinin arka planında, kendi bireysel tecrübelerinin de etkisi saklıdır. Püriten bir ailede doğan Locke, Püritenler için “büyük kıyım dönemi” olarak adlandırılan 1660-1688 yıllarında devletin baskılarının hem mağduru hem tanığı olmuştur. 1683’ten 1689’a kadar Hollanda’da uzunca bir süre sürgün hayatı yaşamış olmasının nedenleri arasında yalnızca siyasal nedenler değil, aynı zamanda dine yönelik düşünceleri de vardır. Locke, din ve siyaset ilişkileri hakkındaki düşüncelerini ayrıntılı olarak, sürgündeyken yazmış olduğu Hoşgörü Üzerine Mektup adlı eserinde sergilemiştir. Kitabın konusu, daha çok dönemin İngiltere’sinde farklı dinî anlayışlara yönelik önemli bir problem olan hoşgörü hususunda geliştirilmiştir. Gerçekten de Locke, dinsel hoşgörünün, özellikle de Hıristiyanlar arasında, sıkı bir taraftarıdır. Hatta ona göre, “hoşgörü, hakiki dinin temel ölçütü”dür. Dinsel hoşgörü aynı zamanda hem akıl hem de Hıristiyan vahyi adına apaçık bir zarurettir. Ancak Locke, dinsel hoşgörüyü bireysel vicdana değil, din ve siyasetin birbirinden ayrılması üzerine, yani akla dayandırır.[34] Çünkü vicdan, daha çok onaylamayla, ethik, bireysel bir tavırla alakalıdır ve doğrudan doğruya akıldan kaynaklanmaz. Oysaki hoşgörü, özgürlükçü siyasal düzeninin zorunlu bir şartı olup, onaylamaktan ziyade katlanmayla ilgilidir.[35] Dolayısıyla hoşgörü, bireylerin inisiyatifinden değil, siyaseti dizayn eden, bir başka ifadeyle bireyler arası ilişkileri, rasyonel zeminde tanzim eden hukuktan kaynağını almalıdır. Locke’a göre, devlet işlerini din işlerinden ayırt etmek, toplumsal barış için, bütün her şeyin üzerinde zorunludur. Eğer bu yapılmazsa bir tarafta insan ruhunun kurtuluşuyla ilgilenenler ya da en azından ilgilendiğini iddia edenlerle öte tarafta devleti koruyanlar yahut da koruduğunu iddia edenler arasında sürekli ortaya çıkan ihtilaflara son verilemez. Devlet, insanların dünyevî çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için teşkil edilmiş insanî politik bir organizasyondur. Sözü edilen çıkarlar; hayat, özgürlük, sağlık, para, araziler, evler, eşyalar ve benzeri gibi dünyevi hayata yönelik insani mülkiyettir. Dünyevî hayata ait bu şeylere sahip olmayı, uyruklarının her biri için, kanunları bitarafane icra ederek güvence altına almak, devletin vazifesidir. Devletin tüm yetkisi sadece bu tür sivil ve dünyevî vazifeleri kapsamalıdır. Devletin bu türden olması gereken yetkileri hiçbir şekilde, bunun ötesinde, insanların ruhlarının selametini temin etmek üzere genişletilemez. Genişletilmeye kalkışıldığında, tarafsızlığını bırakıp, belli kesimleri kayırmaya ve belli kesimleri de bir takım şeylere mecbur bırakmaya çalışacağı muhakkaktır. Böyle bir devlet, şüphesiz otoriter ve totaliter bir devlet olacaktır. Locke, bunun nedenlerini de şu şekilde sıralamaktadır: Herhangi bir insanın ruhunun iyiliği ve bakımı, diğer insanlara emanet edilemeyeceği gibi, devlete de emanet edilemez. Hiç kimse hangi inancı benimseyeceğini ona emredecek başka herhangi birinin (isterse bu devlet olsun) seçimine öyle körü körüne terk edecek kadar kendi selametiyle ilgisini kesemez. Çünkü kimse, iradi olarak dahi imanını başkalarının emirlerine uyduramaz. Hakiki dinin gücü, tamamen aklın samimi olarak ikna edilmesine bağlıdır. İnsan aklı, dış baskıyla herhangi bir inanca mecbur edilemez. Mülkiyet müsadereleri, hapisler, işkenceler, vs., insanların olaylara bakışını şekillendiren iç yargılarını değiştiremez. Yönetimler, bir takım delillerle, insanları hakikat olarak kabul ettikleri yola çekmeye çalışabilirler, ancak ikna etmek başka şeydir, emretmek başka. Biri tartışmalarla kabul edilir, diğeri cezayla. Devletin yetkileri, kanunların zoruyla insanların inançlarını veya ibadet formlarını belirlemeyi kapsamamalıdır. Kısacası sivil yönetimin tüm yetkisi, insanların yalnızca dünyevî işleriyle ilgilidir. Bu yetkiler, hiçbir şekilde öteki dünyaya yönelik konularda kullanılmamalıdır.[36]

John Locke’un geliştirmiş olduğu politik sözleşme teorisi, müteakip yüzyılda, Atlantik’in her iki tarafında onu benimseyen politikacıların başarılı olmalarına vesile olurken, öncülüğünü yaptığı bilginin sınırları incelemesi, sonraki felsefe araştırmalarına yön verecek, dinle ilgili yorumları da hem dinî yükümlülüklerin sivil haklardan hem de sivil hakların dinî yükümlülüklerden ayrıştırılmasına ve hem de heterodoksi suçlamalarına karşı kişisel hakların savunulmasına ilham kaynağı olacaktır. Bu nedenlerdir ki Locke, kimilerine göre bir bilgi teorisyeni, ampirizmin ve sensüalizmin kurucusu, kimilerine göreyse bir siyaset filozofu, anayasal demokrasi ve liberal devlet öğretisinin ilk temsilcisidir. Aslında o, bunların yanında; diplomat, hekim, eğitimci, din filozofu gibi birçok özelliğe de sahiptir.[37]Hayatı boyunca siyasal, entelektüel ve kişisel alanlarda, insan özgürlüğünün gelişimine, muazzam katkılarda bulunmuş olan Locke, şüphe yok ki öldükten sonra da katkılarına devam etmiştir.[38]

 

[1] Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, Çev., N. Kalaycıoğlu, Kaynak Yay., İstanbul, 1997.

[2] Sir Robert Filmer, Patriarcha and Other Political Works, Ed. Peter Laslet, B. Blackwell, Oxford, 1949.

[3] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[4] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[5] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[6] R. Sennett, Otorite, Çev., K. Durand, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1992.

[7] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[8] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[9] Robert Nozick, Anarşi, Devlet ve Ütopya, Çev., A. Oktay, İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2000.

[10] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[11] Nicholas Jolley, Locke, Oxford Uni., Press, Oxford, 1999.

[12] Stephen Buckle, Natural Law and the Theory of Property, Clarendon Press, Oxford, 1999.

[13] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[14] Norberto Bobbio, Thomas Hobbes And The Natural Law Tradition, Trans., Daniela Gobetti, Chicago Uni., Press, Chicago, 1993.

[15] B. Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Çev., M. Sencer, Say Y., İstanbul, 1983.

[16] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[17] James Tully, An Approach To Political Philosophy : Locke In Contexts, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1993.

[18] Ruth W. Grant, John Locke’s Liberalism, Chicago Uni. Press, Chicago, 1987.

[19] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[20] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, A.Üni. H.F. Yay., Ankara, 1992.

[21] J. Locke, Essays On The Law Of Nature, Ed. W. Von Leyden, Oxford Uni. Press, Oxford, 1958.

[22] J. Locke, Tabiat Kanunu Üzerine Denemeler, Çev., İ. Çetin, Paradigma Yay., İstanbul, 1999.

[23] Norberto Bobbio, Thomas Hobbes And The Natural Law Tradition, Trans., Daniela Gobetti, Chicago Uni., Press, Chicago, 1993.

[24] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[25] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[26] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[27] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[28] John Locke, Two Treatises of Government, Book II., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[29] John Locke, Two Treatises of Government, Book II., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[30] Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, Çev., F. Baldaş, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul, 1998.

[31] John Locke, Two Treatises of Government, Book II., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[32] Reyhan Sunay, İfade Hürriyetinin Muhtevası ve Sınırları, L.D.T., Ankara, 2001.

[33] Mustafa Erdoğan, Liberal Toplum Liberal Siyaset, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993.

[34] Maurice Barbier, Modern Batı Düşüncesinde Din ve Siyaset, Çev., Ö. Gözel, Kaknüs Yay., İstanbul, 1999.

[35] Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Bulut Yay., İstanbul, 2000.

[36] J. Locke, A Letter Concerning Toleration, Hackett Publishing Com., Indiana, 1983.

[37] Hardy Bouillon, John Locke, Çev., A. İ. Savaş, Liberte Yay., Ankara, 1998.

[38] W. M. Spellman, John Locke, Macmillan Press, London, 1997.

Bu yazı Genel Felsefe, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.