Jean-Jacques Rousseau’nun Siyaset Felsefesi

Jean-Jacques ROUSSEAU (1712-1778), şüphe yok ki on sekizinci yüzyıl Avrupa entelektüel tarihi üzerinde en derin etkiyi yaratan düşünürlerin başında gelmektedir. Başka hiç kimse hem hayatı hem de eserleriyle yaşadığı toplumda onun kadar heyecan uyandırmamış ve yine hiç kimse onun kadar statükoyu rahatsız etmemiştir. Aydınlanmanın sonuçlarına hem o kadar düşman hem de onun kazandırdığı siyasal kimlikten onur duyan Rousseau’dan başka bir düşünür bulunmamaktadır. Fransız Devriminin liderleri hedefledikleri politik teori ve pratiğin birliğini sağlamak üzere miras aldıkları dünyanın başlıca siyasî akımlarından faydalanmak istediklerinde, sadakat ve minnettarlıklarını sundukları asıl doktrin, Aydınlanmayı en ilham verici sorgulamalara tabi tutan Rousseau’nun doktrini olmuştur. Rousseau, etrafı ağırlıklı olarak Katolik ülkeler tarafından çevrili, küçük bir Calvinist ülke, Cenevre’de doğar. O tarihlerdeki Cenevre; yurttaşların siyasal kültürü ve doğal engelleri sayesinde işgallerden korunan ve her şeyden önce de dükalıkların ve monarşilerin tam ortasında cumhuriyetle yönetilen tek ülkedir. Rousseau’nun düşüncelerinin gelişiminde en önemli faktörü, doğum yeri ve çocukluk yıllarında yaşadığı tecrübeler oluşturacaktır. Keyfi yönetime ve asalak aristokrasiye karşı muhalif tavır takınan pek çok philosophes, sözde reformist kralları birer müttefik şeklinde değerlendirirken; RousseauCenevre’deki cumhuriyet deneyimi sayesinde çağdaşlarının krallara yönelik beslediği güveni hiçbir zaman paylaşmamıştır. Aynı şekilde, keyfi yönetim altında yaşadıkları gerekçesiyle, VoltaireDiderot gibi bir çok Aydınlanmacı Philosophes, takibata uğrama korkusuyla çalışmalarını isimsiz yayınlamaya aşırı derecede özen gösterirken, Rousseau, her fırsatta “Cenevre Yurttaşı” imzasını koyabilmiştir. Öyle ki bu tavrından, yurttaşlarının yollarını şaşırdıklarına iknâ olduktan sonra ancak vazgeçebilmiştir. Rousseau, annesinin onu doğurduktan hemen sonra ölmesinden ötürü hayatının talihsizlikle başladığını söyler. Babası, eğlenceye düşkün, gamsız, romantik bir adam olarak tanınan, sıradan bir saat tamircisidir. Fakir bir aileye mensubiyetinden ötürü, hiçbir zaman resmi bir eğitim görmemiş fakat babasının aşılamış olduğu kitap sevgisi sayesinde kendi kendini yetiştirmiştir. Babasının oğluna yaptığı tek babalık da bundan ibarettir. Okuyamayan Rousseau, meslek sahibi olur düşüncesiyle çeşitli işlere verilmiş ise de maalesef herhangi bir meslek de edinememiş, on alt yaşındayken de Cenevre’yi terk etmiştir. Avare delikanlı Rousseau’ya Protestanlığı bırakıp Katolik olması kaydıyla yardım elini uzatan, Confignon Rahibi Pontverre olur.  Rahip Pontverre, Rousseau’yu daha önce kendisi gibi Katolik yaptığı Cenevre’nin batısında bulunan Savoy Dükalığı’ndaki Annecy’de yaşayan Madame de Warens adlı İsviçre’li dul bir baronesin yanına yerleştirir. Madame de Warens, Rousseau’yu birkaç gün evinde misafir ettikten sonra eğitim için İtalya’ya Turino’daki bir Katolik manastırına gönderir. Spirito Santo manastırının papazları genç Rousseau’nun eğitimini dört ayda tamamlarlar. Rousseau, manastırdan üzgün bir biçimde ayrılır. Çünkü, Protestan inançları hiçbir zaman değişmemiş, işsiz-güçsüz avareliğinden ötürü yalan söylemiş ve Katolikliğe geçmiştir. Manastırdan uğurlanan Rousseau, yaşayabilmek için yine iş aramak zorunda kalır. Bulabildiği tek işse Gouvon Kontu’nun yanında uşaklıktır. Ne var ki çalışmak ona pek ağır gelir. Çeşitli bahanelerle kavga çıkarır ve kendisini kovdurtur. Madame de Warens’ten ayrılalı bir yıl olmuştur ve çaresiz, tekrar ona döner. Madame de Warens onu sevgiyle karşılar. Rousseau, sonraki on yıl boyunca önce Annecy’de sonra Chambery’de ve son olarak da Les Charmettes’te Madame de Warens’le birlikte yaşayarak onun hem öğrencisi hem de sevgilisi olur. Bu süre zarfında RousseauMadame de Warens’in kılavuzluğu ve onun tanıdığı papazlar ve müzisyenler sayesinde, özellikle felsefe, edebiyat ve müzik alanlarında bilgi ve görgüsünü ilerletmiş hatta şiirler, denemeler, notalar yazmaya bile başlamıştır.

Rousseau, 1741 yılında Madame de Warens’ ten ayrılıp Paris’e yerleşir. Paris’te de çeşitli işlere girer çıkar ama hiçbirinde başarılı olamaz. Tanıştığı bir Cizvit papazı ona, kendisini kadınlar vasıtasıyla entelektüel çevrelere tanıtmasını tavsiye ederse de yüz gördüğü tek kadın da maalesef kaldığı otelin hizmetçi kızı Therese Le Vasseurolur. Therese ile otuz yıl sürecek bir karı-koca hayatı yaşarlar. Ancak, Rousseau onunla hiçbir zaman evlenmeyi düşünmez. Beraberliklerinden beş de çocukları olur. Ne yazık ki bakabilecek durumda olmadıklarından çocukları yetimhaneye vermek zorunda kalırlar. Aslında bu iki insanın bir tek ortak yanı vardır, o da birisine bağlanma ihtiyacıdır. Therese başkasıyla bağlantı kuramayacak kadar zavallı, Rousseau da ondan daha iyisini bulamayacak kadar başarısız. İşte bu sıralarda Rousseau, zengin konaklarında oynanan ufak tefek komedi oyunları yazarak, nihayet kendini sosyete çevrelerine tanıtmayı başarır. Oyunları sayesinde, bu çevrelerde sevilmeye ve tanınmaya başlayan Rousseau, artık otuz beş yaşındadır ve yavaş yavaş üzerindeki eski sıkılganlığını ve çekingenliğini atmış ve kendine güven duymaya da başlamıştır. Aynı günlerde Encyclopedia’yi hazırlayan yazarlarla tanışmış, özellikle de editörlerden Diderot ve d’Alembert ile yakın dost olmuşlardır. Bu arada Rousseau’ya Encyclopedia için bir takım maddeler yazma görevi de verilir. Fransa bu dönemde bunalımlı günler yaşamaktadır. Kral XV. Louis, isabetsiz yönetimiyle ülkeyi önce Polonya, sonra da Avusturya ile savaşa sürüklemiş, bunun sonucu olarak halk iyice fakirleşip yaşama güçlüğü çekerken, kralın işret hayatı dillere destan olmuştur. 1688 İngiliz Devrimi’nin ve İngiltere kaynaklı liberal düşüncelerin de etkisiyle, tüm bunlara tepki duyan Fransız halkının hoşnutsuzluğu iyice su yüzüne çıkmış ve kraliyete karşı baş kaldırma düşüncesi içten içe yayılmaya yüz tutmuştur. Başta Diderot, d’Alembert, Montesquieu, Voltaire olmak üzere dönemin birçok düşünürü bu iş için halka öncülük edip, onu yönlendirmeye, isyana teşvike de çalışmaktadır. Aslında Encyclopedia’nin hazırlanış gerekçesi de budur. Öte yandan XV. Louis, söz konusu hareketin farkındadır ve tedbir almakta da gecikmez. Hükümet, harekete katılan aydınların peşine düşer ve yakalayabildiklerini de hapse atar. Yakalananlar arasında Diderot da vardır. Diderot, bir yazısından ötürü tutuklanmış ve Vincennes Şatosu’na hapsedilmiştir. 1749 yazında bir gün Rousseau, almış olduğu gazete ve kitaplarla Diderot’yu ziyarete giderken, “Mercure de France”de yayınlanmış bir ilan gözüne ilişir. İlan, Dijon Akademisi’nin “bilimlerin ve sanatların gelişiminin ahlak üzerine etkisi” hakkında bir yazı yarışmasıyla ilgilidir. Yarışmaya katılma hususunda Rousseau çok heveslidir ve Diderot da onun en yakın desteğidir.

Rousseau“Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” adlı çalışmasıyla, 1750’de yarışmada birinci olur ve Dijon Akademisi’nin büyük ödülünü kazanır. Çalışma yayınlanınca da yazarına yıllardan beri peşinde koştuğu şöhret olma zaferini getirir. Paris’te günün adamı artık Rousseau olmuştur. “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev”de ana tema şudur: Aydınlanma çağının yücelttiği, bilimlerin ve sanatların gelişimi, insanların ahlakını bozmuştur. Doğuştan iyi olan insan, Aydınlanmanın beslendiği kaynağı teşkil eden bilimlerin ve sanatların yarattığı aşırı konforun, suni kültürün tuzaklarının esiri haline gelmiş ve bozulmuştur. Doğaya uygun yaşanmadığı taktirde, “sanat, edebiyat ve bilim, insanların boyunduruk altına alınmalarını sağlayan demir zincirleri süsleyen birer çelenk” olacaktır. Rousseau’nun söz konusu eserinin şöhretine kaynaklık eden ana unsurlardan biri de on sekizinci yüzyılın erdem ile kötülük arasındaki epik mücadele perspektifinin, burada tersine çevrilmiş olmasıdır. Dönemin Aydınlanmacı yaklaşımını temsil eden Voltaire; erdemi, bilimlerin ve sanatların gelişimiyle birleştirmiş; batıl inançlar, cehalet ve karanlıkla nitelediği geçmiş Ortaçağa karşılık, modern Avrupa’yı ve insan davranışının ilerici gelişimini tasvir etmişti. Diderot ve d’Alembert deEncyclopedia’yi aynı çizgide hazırlamışlardı. Buna karşılık Rousseau, putperestçe bir modernleşme şehveti yüzünden, insanlığın görkemini yitirdiği doğal bir altın çağın erdemlerini göklere çıkarıyordu. Bunu yapmakla da Aydınlanma ve modernite karşısında doğallığı destekleme izlenimi vermekle kalmıyor, aynı zamanda Aydınlanmacı çağdaşlarına göre modern dünyadaki sıkıntı ve umutsuzluğun başlıca kaynağı olan dinin (Hıristiyan Kilisesinin) de gücünü, aynı doğallıktan aldığını unutuyordu. Voltaire ve diğer Aydınlanmacı düşünürler, bu nedenden ötürü, Rousseau’nun yaklaşımını kınamış ve onu siyasal ve dinî reform davasının bir müttefiki olması gerekirken, görgüsüz ve aptalca bir ilkellik durumuna geri dönebilmek adına, davadan vazgeçmekle suçlamışlardır. Bu türden eleştirilere rağmen, Rousseau’nun doğallığa ve insan doğasına yönelik bu değerlendirmeleri, onun genel felsefesinin temel ilkeleri üzerinde azami ağırlığı oluşturacaktır. İnşa edilen felsefî teorinin ana teması da şudur: Tanrı, her şeyi iyi olarak yaratmışken, insan tarafından yapılan şey, yalnızca onu yozlaştırmaktan ibarettir. Kötülük, her zaman insan tasarımının amacı olmasa bile onun yarattığı kurumların bir sonucudur.

1754 yılında Dijon Akademisi yeni bir yarışma daha düzenler. Konu; “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin sebebi nedir, eşitsizlik, doğal kanunlardan mı kaynaklanır?” şeklindedir. Rousseau cevap olarak muhataplarına şöyle seslenir: “Aptallar, bütün kabahati doğada görüp, ondan yakınıp duruyorsunuz; hayır, bilin ki bütün kötülük sizden, sizin uygarlığınızdan kaynaklanmaktadır.” Ne yazık ki bu sefer yarışmayı Rousseau kazanamaz. Kaybediş gerekçesi ise ona göre, kendisine duyulan kıskançlıktır. Rousseau’nun, Cenevre Cumhuriyeti’ne ithaf ettiği “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev” adlı bu eseri, 1755 yılında yayınlanır. Aydınlanma ve modernleşmenin insan ahlakını bozduğu hakkındaki görüşü gibi, insanların eşit olarak yaratıldıklarını ileri süren bu görüşü de büyük yankılar uyandırır. Hayran kitlesi de iyice artar. Ancak, doğal eşitlik iddiaları, yönetici, aristokrat sınıfın hoşuna gitmez. Öyle ki Cenevre Hükümeti, Rousseau’nun eserini Cenevre Cumhuriyeti’ne ithaf etmesinden gurur duymakla birlikte, kitabındaki düşüncelerine katılmadığından, kendisine nazik ama oldukça soğuk bir tavır takınır. “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev”de Rousseau, “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev”de ortaya koymuş olduğu tarih felsefesinin yeni ve daha ince bir versiyonunu geliştirmeye çalışır. Bu yeni tarih felsefesi yorumunda, bilimlerin ve sanatların doğurduğu suni hayattan, konfordan ziyade, eşitsizlik durumu, ahlakî yozlaşmanın nedeni olarak gösterilir. İnsanlığın düşüşünün asıl sorumlusu olarak da özel mülkiyet etrafında örülen siyaset ilişkilerine işaret edilir. “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev”de açık seçik bir şekilde ortaya konulmayan toplumsal ve siyasal teoriye yönelik varsayımlara “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev”de yer verilir. Buradaki, kültürün ve öğrenmenin izini sürmekten ziyade, ahlakî yozlaşmanın nedenine, yani özel mülkiyete yapılan vurgu; Hugo Grotius’tan Thomas Hobbes’a, Thomas Hobbes’tan John Locke’a kadar, modern hukuk anlayışının kaynağı biçiminde anlaşılan şeye, Rousseau tarafından bir meydan okuma olarak yorumlanır. Kabul etmek gerekir ki hakikaten de o güne dek hiçbir on sekizinci yüzyıl düşünürü, Rousseau’nun yaptığı gibi, Aydınlanmaya meydan okumamış, hiçbir eleştiri, toplumun başkalaşımı hususunda böylesine çarpıcı bir yaklaşım ortaya koymamıştır. Bütün bunlara karşılık “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev”, bilahare modern Avrupa düşüncesinin çeşitli disiplinlerinin gelişimi üzerinde bir hayli etkili olmuşsa da başlangıçta, okurlar üzerinde “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” kadar tesir etmemiştir. Ne var ki Rousseau’nun daha önce müttefik olduğu Philosophes’in, yeni çalışması nedeniyle ona karşı tavrı artık değişmiştir. Philosophes“Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev”i bir inancın açıklaması diye hoş karşılamışsa da “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev”i toplumsal “ilerleme”nin düşmanlığı şeklinde değerlendirerek Rousseau’yu dışlamaya karar verir. Esasen, Rousseau da eski dostlarıyla ilişkilerini koparmak ister. Çünkü o da ateist ve septik Philosophes arasında kendisini hep rahatsız hissetmektedir. Aradaki ipleri koparan son olay, Rousseau’nun, d’Alambert’e karşı yazdığı “Tiyatro Üzerine Mektup” adlı çalışma olur. d’AlambertEncyclopedie’de Cenevre hakkında kapsamlı bir madde yazmış ve Cenevre’de hem kültürü geliştirecek hem de halkın ahlakî seviyesini yükseltecek olan bir tiyatro kurulması teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine, kaleme aldığı çalışmasında Rousseau, d’Alambert’in görüşlerine şiddetle karşı çıkarak, tiyatronun toplum için büyük bir tehlike olduğunu ileri sürer. “Tiyatro Üzerine Mektup” 1758’de yayınlandığında da nerdeyse bütün Paris ayağa kalkar. Çok geçmeden hükümet, Encyclopedie’nin yayınlanmasını yasaklar. Şüphesiz, Philosophes’un nezdinde asıl suçlu, Rousseau’dur. Neticede Rousseau, Aydınlanmacı bütün dostlarını kaybetmiş, fakat Paris’in kibar ve zengin çevrelerinden yeni dostlar edinmiştir. Bu sıralarda tanışmış olduğu Montmorency Şatosu’nun sahibi Luxembourg Dükü ile karısı, onu çalışmalarını rahat bir ortamda sürdürebilmesi için şatolarına davet ederler. Rousseau da bu yeni ortamda canının istediği gibi çalışabileceği düşüncesiyle, yeni dostlarının teklifini kabul eder. Dük’ün dostluğu ona sevdiği iki şeyi temin etmiştir: Doğa ve kitaplar. Bu ortam sayesindedir ki Rousseau, peş peşe yeni çalışmalarını yayınlatır. 1759-1762 yılları arasında “Yeni Heloise” adlı romanı, “Toplum Sözleşmesi” adlı siyaset felsefesi ile alakalı eseri ve “Emile” adlı eğitimle ilgili incelemesi piyasaya çıkar. “Yeni Heloise”, hüsrana uğramış aşk ile görev arasındaki çatışmanın sıkıntılarını anlatan; romantik, hassas cinsellik ve kırsal sadelik hakkında lirik bir hikayedir. Hikaye okuyucu üzerinde o kadar etkili olur ki mesela, hayranlarından Blot Kontesi, “Duygulu bir kadının Rousseau’dan esirgeyebileceği hiçbir şey yoktur.” demekten kendini alamaz. “Toplum Sözleşmesi” de Rousseau’nun toplum ve devlet tasarımını içerir. Burada Rousseau, özgürlük ve eşitliği, her türlü hukuk sisteminin ana öğeleri olarak ilan eder. Bu açıdan bakıldığında; sözleşmeyle kurulan devlet yokken insanlar, doğal eşitsizlikle beraber, başkalarının iradesine tabi olmamak anlamında doğal bir özgürlüğe sahiptirler. Ancak bu özgürlük yalnızca doğal güdülerin tatminine yöneliktir. Oysaki sözleşmeyle inşa edilen siyasal toplumda; doğal özgürlük yerine ahlakî özgürlük ve doğal eşitsizlik yerine de hukukî eşitlik geçerli olacaktır. Bunun anlamı, doğal özgürlüğün ahlakî özgürlük için terk edildiğidir. Dolayısıyla bu çerçevedeki sözleşme, insanların özgürlüğünü ortadan kaldırmak için değil, onları kanun önünde eşit hale getirmek maksadıyla yapılmaktadır. Ahlakî özgürlüğün tam anlamıyla gerçekleşmesinin en önemli şartı da yurttaşların doğrudan doğruya yasama hakkına sahip olmalarıdır. Yasama hakkı asla devredilemez. Rousseau’nun bu yaklaşımı, Montesquieu ve Voltaire gibi çağdaşlarının aksine, onun, İngiliz Parlamentarizmini ve temsili liberalizmi benimsemediği anlamını taşımaktadır. Rousseau’ya göre, halkın egemenliğini onun temsilcilerine devreden yönetim tarzı, yurttaşların özgürlüğü ile bağdaştırılamaz. “Toplum Sözleşmesi” aşktan, meşkten, duygulardan bahseden bir roman değildi ve dolayısıyla hem yönetimin hem de kilisenin tepkisine maruz kalmaması düşünülemezdi. Öyle de oldu. Özellikle hiddete neden olan kısım, kitabın “sivil din” ile ilgili bölümü olur. Rousseau, söz konusu bölümde, yurttaşlık sorumluluğunun aynı zamanda dinsel bir sorumluluk da olduğundan bahisle, sözleşmeyle kurulan devlete, yani yönetime sadakatin Tanrı’ya sadakatle eşdeğer olduğunu belirtiyordu. Machiavelli’den mülhem bu kanaat, Rousseau’yu bir taraftan, Hıristiyanlığı savunan hem siyasal hem de dinsel kurumlarla öte taraftan da her türlü inanca karşı aklı savunan,  Ancien Regime’i reforme etme düşüncesindeki insanlarla karşı karşıya getirir. “Toplum Sözleşmesi” ile aynı günlerde yayınlanan “Emile” ise doğallığı esas alan bir eğitim planı şeklinde tasarlanmıştır.Bu plana göre;  doğal din çerçevesinde yetiştirilecek olan çocukların güdüleri; bastırılmaktan, zamansız biçimlendirilmekten, kurallar veya talimatlarla denetim altına alınmaktan ziyade her birinin uygun zamanda gelişimi sağlanmalıdır. Rousseau burada, doğal durumdan uygar duruma geçişe yönelik olarak “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev”de savunduğu evrimci yaklaşıma paralel, bireyin ruhsal gelişiminin genetik bir değerlendirmesini yapar. Ne var ki bunu, akıl ve otorite yerine duygu ve cinsellik dolayımında ele alır. Bu nedenle, “Toplum Sözleşmesi” gibi, “Emile”in içeriği de büyük bir tepkiyle karşılanır. Öyle ki muhafazakâr çevreler kitabın toplatılmasını ve yakılmasını isterler. Haziran 1762’de parlamento, dine ve ahlaka aykırı olmasından ötürü, kitabın toplatılıp yakılmasına ve yazarının da tutuklanmasına karar verir. Bunun üzerine Rousseau, mecburen Montmorency’den ayrılır. Paris’ten geçip, İsviçre’ye gider. Parlamento, onu mahkum etmiştir fakat kaçmasına da göz yummuştur. Öte yandan, İsviçre’de de kalmasına izin verilmez ve oradan da ayrılmak zorunda bırakılır. İsviçre’deki dostlarının yardımıyla, Prusya Krallığı sınırlarındaki Motiers’te ikametine izin verilir. Rousseau, Motiers’te üç yıl geçirir. Ancak suçlamalar onu burada da takip eder. Sonuçta Motiers’ten de ayrılır. Son çare olarak Strasbourg’a gider. Strasbourg’lular onu iyi karşılasalar da Rousseau yine de endişelidir. Düşmanları onu er ya da geç orada da bulacaklardır. Strasbourg’dayken David Hume ile mektuplaşır. Hume, onu İngiltere’ye davet eder ve Rousseau, Mart 1766’da İngiltere’ye gider. İki yıla yakın kaldığı İngiltere’de, başlangıçta Hume ile çok yakın dost olmuşlardır. Hume ona hükümetin maaş bağlamasını dahi sağlamıştır. Sık sık buluşup görüşmekte ve felsefe konuları üzerinde tartışmaktadırlar. Düşünceleri arasında farklılıklar var ise de birbirlerine karşı oldukça hoşgörülü davranırlar. Ancak, Hume’un başta Voltaire olmak üzere, diğer Fransız filozoflarıyla var olan düşünsel dostluğu Rousseau’nun hoşuna gitmez. Paranoyaya yatkın kafa yapısı, bu kez de Hume ile dostluklarının bitmesine yol açar. Kendisine uluslar arası komplo kurulduğu zehabına kapılınca, İngiltere’yi gizlice terk edip, yeniden Fransa’ya döner. 1770 Haziran’ına kadar, Paris dışında, tanınmadığını düşündüğü farklı kasabalarda kaçak dolaşır. Kaçak günlerinin yalnızlığı Rousseau’yu yine Therese’ye mecbur etmiş ve nihayet bu günlerde Therese ile evlenmiştir. Bu süre zarfında son eseri olarak tasarladığı “İtiraflar”ı da tamamlar. Tutuklanma kararı kaldırılınca da tekrar Paris’e yerleşir. Ömrünün kalan son sekiz yılını Paris’te geçirecek olan Rousseau’nun sağlığı iyice bozulmuştur. Sinir bunalımları, safra kusmaları, paranoyalar, artık peşini hiç bırakmamaktadır. 20 Mayıs 1778’de, hekimi Presle’li Le Begue, hastasını Girardin Markisi’ne ait Ermenoville  Şatosu korusunda bir köşke yerleştirir. Ancak, tedavi maalesef mümkün olmayacaktır. Rousseau, Temmuz 1778’de beyin kanaması sonucu hayata veda eder. Rousseau, vasiyeti üzerine, son günlerini geçirdiği şatonun koruluğundaki Kavak Adasına gömülür. Sonradan oraya Elysee (ulu ruhların cenneti) adı verilecektir. 1789 Fransız Devrimi ertesinde Kurucu Meclis, devrimin teorik önderi olarak gördüğü Rousseau’nun mezarının Paris’e, Fransız büyüklerinin yattığı Pantheon’a nakline karar verir. Rousseau, Ekim 1791’de Pantheon’a gömülür. Ne yazık ki bu muamele de bilahare ona çok görülecek ve 1814’te mezarı tahrip edilecektir.

RousseauAydınlanma ve modernleşme karşıtlığına rağmen, Avrupa’nın her tarafında tutkulu taraftarları olmuş bir düşünürdür. Aydınlanma ve modernite savunusu yapan hiçbir Fransız düşünürü, devrimin özgürlükeşitlik ve kardeşlik ilkelerine Rousseau kadar bağlı olmamış; yine hiç kimse Ancien Regime’in sonunu ilan eden “halk egemenliği” idealine onun kadar derinden bağlı olmamıştır. Gerçi, Rousseau’nun kendisi hiçbir zaman devrimi savunmamış, siyasal başkaldırıları tasvip etmemişse de ölümünden on yıl sonra Fransız Devrimi patlak verdiğinde, devrimin liderleri siyasî programlarını ve Cumhuriyet özlemlerini yine de Rousseau felsefesi ışığında şekillendirmişlerdir.[1] Burada, Rousseau’nun yalnızca siyaset felsefesine yönelik düşünceleri üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken de sadece siyaset felsefesiyle direkt alakalı olan “Toplum Sözleşmesi” ve “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev” adlı iki eseri dikkate alınacaktır.

Rousseau, devletin kökeni ve meşruiyeti meselesine, özellikle “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde temas etmektedir. Konuya başlamadan önce niyetini; “insanları oldukları gibi, siyasal modeli de olması gerektiği gibi ele alıp, güvenilir ve meşru bir yönetimin kurulup kurulamayacağını araştırmak” diye belirtir. Bu çerçevede cevaplandırılmaya çalışılan sorular şunlardır: Toplumsal ve siyasal hayat, doğal bir durum mudur? Nasıl oluyor da birlikte yaşayan insanlardan bazıları kendilerini diğerlerinin doğal efendisi sanmaktadır? Acaba, insanlardan kimisi doğadan efendi, kimisi de doğadan köle olabilir mi? Bu tür soruları cevaplandırırken Rousseau, toplumsal ve siyasal hayatın doğal bir zorunluluk olmadığı argümanından hareket eder. Ona göre şayet birlikte yaşanılan doğal bir hayattan bahsedilecekse, belki bu sadece aile için geçerli olabilir. Aslında  varlığını sürdürme noktasından bakılırsa aile için bile doğal bir zorunluluk söz konusu değildir. Kadın ve erkeğin bir araya gelmeleri ve çocukların anne babaya büyüyünceye kadar bağımlı kalmaları doğal ise de belli bir aşamadan sonra ailenin devamı mensuplarının rızalarıyla sağlanır. Bir başka ifadeyle aile varlığını sürdürüyorsa bu, aleni ya da zımni bir “sözleşme”nin eseridir. Toplumsal ve siyasal hayata gelince, onun varoluşunun da devamlılığının da doğallıkla hiçbir bağlantısı yoktur. Toplumsal ve siyasal düzen, bütün öbür hakların temeli olan kutsal bir hak ise de hiç de doğadan gelme değildir, sadece ve sadece “sözleşme”lere dayanmaktadır. Mesele, bu “sözleşme”lerin niçin yapıldığını bilmektir.

Rousseau; toplumsal ve siyasal hayatın oluşumuna yönelik ileri sürdüğü “sözleşme” argümanını temellendirmeye geçmeden önce, bu konuyla ilgili karşıt argümanları çürütmeye çalışmaktadır. Bahsi geçen karşıt argümanlar, farklı noktalardan hareket etmekle birlikte benzer sonuçlara ulaşan; Aristoteles’in, İmparator Caligula’nın, Hugo Grotius’un ve Thomas Hobbes’un savundukları, otoriteryen siyasal argümanlardır. Rousseau’ya göre; Grotius’un her türlü yönetimin mutlaka yönetilenlerin yararına olması gerektiğini kabul etmemesi ve buna örnek olarak köleliği göstermesi de Hobbes’un yönetici karşısında yönetilenleri evcil hayvan sürüleri şeklinde değerlendirmesi de İmparator Caligula’nın çoban ve sürü benzetmesinden mülhem, yöneticileri Tanrı, halkı da hayvan sürüsü biçiminde görmesi de Aristoteles’in insanları yaratılıştan eşit kabul etmeyip, kimisini dünyaya köle kimisini de efendi olmak üzere gelir, diye nitelemesi de doğru değildir. Bu tür argümanlar; neticede, gücü hak olarak benimseyen anlayışlar olup, meşrulaştırılmaları imkânsızdır. Aristoteles’in doğal eşitsizlik nitelemesi kısmen doğru ise de yanlışlık, sonucun, neden olarak ifade edilmesindedir. Kölelik ilişkileri  içerisine doğan her insan, maalesef köle olmak üzere dünyaya gelir. Öyle ki köleler, zincirler altında her şeyi, hatta zincirlerden kurtulma isteğini bile yitirip, köleliklerini sevmeye de başlarlar. Ne var ki kölelik doğal bir hale dönüşmüşse bu, doğaya aykırı bir köleliğin sonucudur. Köleleri köle yapan kaba güç, köleliği devam ettiren şeyse korkaklıktır. Aslında güçlü, gücünü hak, itaati de ödev haline sokmadıkça, egemenliğini sürdürecek kadar güçlü değildir. Güçlünün hakkı, işte buradan gelmektedir. Oysaki güce boyun eğmek, bir irade, bir rıza işi değil, yalnızca bir zorunluluk, bir sıkıntı işidir. Dolayısıyla asla meşru itaatin kaynağı olamaz. Şayet güçlü olmak aynı zamanda haklı olmaksa yapılacak şey her zaman güçlü olmaya çalışmaktır. Güçlünün yok olmasıyla ortadan kalkan bir hakka hak denilebilir mi? İnsan itaat etmeye zorlanıyorsa itaat etmek zorunda değil demektir. Zorba bir teröristin silah zoruyla istediğini elde etmesi, yaptığı işin haklı olduğu anlamına gelebilir mi? Eğer cevap hayırsa kabul etmek gerekir ki kaba güç, hak yaratmaz. Bu nedenden ötürü insan, yalnızca haklı güce itaat etmelidir. Madem hiçbir insanın diğerleri üzerinde kaba gücünden kaynaklanan doğal bir egemenliği yoktur ve madem kaba güç bir hak yaratmaz, öyleyse insanlar arasında her çeşit haklı otoritenin temeli olarak sadece “sözleşme”ler geçerlidir.

Rousseau; doğal olmayan bir hayat tarzına, insanların niçin kendi rızalarıyla sözleşip karar verdikleri sorusunu, diğer sözleşme teorisyenleri gibi, “doğa durumu” varsayımından hareketle cevaplandırmaktadır. Doğa durumu, bedensel ve zihinsel kabiliyetleri itibarıyla “doğal eşitsizlik”lerine rağmen, her insanın doğadan özgür bulunduğu ve doğayı eşit paylaştıkları, uyulan tek yasanın da “varlığını korumak” olduğu, aralarında barış ya da savaş yapacak kadar yoğun ilişkilerin kurulmadığı bir hayat tarzıdır. Böyle bir hayat tarzı, “özel mülkiyet”in ortaya çıkışıyla birlikte ve insanların tek başlarına varlıklarını koruyamamaları nedeniyle değişmek, dönüşmek zorundadır. İnsanların kendilerini korumak için yapabilecekleri tek şeyse şüphesiz güçlerini birleştirmek olacaktır. Bu güç birliği de elbette ki birçok kimsenin bir araya gelmesiyle mümkündür. Ancak, her insanın gücü ve özgürlüğü, kendini korumadaki yegâne aracı olduğuna göre, kendine zarar vermeden ve nefsine karşı borçlu olduğu bakımı bir yana bırakmadan, onları nasıl başkalarına bağlayabilir? Rousseau, bu sorunu şu şekilde çözümler: Üyelerinden her birinin canını ve malını, ortak güçle savunup koruyacak olan öyle bir toplum biçimi inşa edilecektir ki orada herkes herkesle birleştiği halde yine hem kendi buyruğunda kalacak hem de eskisi kadar özgür olacaktır. Ayrıca bu bağlanmada herkes bütün haklarını kayıtsız şartsız topluma devredeceğinden, kurulan bu birlik olabildiğince tam olacak, herkes her şeye hem birlikte hem ayrı ayrı sahip olacak ve hiçbir üyenin isteyebileceği ilave bir hak da  kalmayacaktır. Öte yandan, toplum sözleşmesinin boş bir laf olarak görülmemesi için bütün öbür bağlantıları pekiştiren şu bağlantıyı kendiliğinden içermesi gerekir: Kim “genel irade”ye itaat etmemeye kalkışırsa bütün topluluk onu genel iradeye saygıya zorlayacaktır. Bunun anlamı, o kimse yalnızca “özgür” olmaya zorlanacak, demektir. Bu şart, her yurttaşı, yurda mal ederek her çeşit bireysel bağlılıktan korumak içindir. Eğer bu şart olmazsa, bütün bağlılıklar anlamsız olurdu. Yani, kamuya devredilmeyen bazı kişisel haklar şayet söz konusu olsaydı bireylerle kamu arasındaki anlaşmazlıkları yargılayacak bir üst makam bulunamayacağından doğal hal devam etmiş olacaktı. Dolayısıyla her halükârda “genel irade”ye itaat bir zorunluluktur. Kısacası sivil-siyasal durumda kendini kamuya bağlayan herkes hem hiç kimseye bağlanmamış olacak hem de kendi üzerinde başkasına tanıdığı hakların aynını elde edecek ve yitirdiğinin karşılığında, elindekini korumak için daha çok güç kazanmış olacaktır. Bir başka ifadeyle toplum sözleşmesi; herkesin bütün varlığını ve bütün gücünü birlikte, “genel irade”nin emrine vermesi ve yine herkesin genel iradenin ayrılmaz bir parçası haline gelmesidir.

Şüphe yok ki Rousseau’nun sözleşmeyle inşa edilecek topluma yönelik söylemiş olduğu şeyler çok tartışmalıdır. Mesela; herkes bütün haklarını kayıtsız şartsız topluma nasıl devredebilir?  Kurulan bu toplumda herkes her şeye hem birlikte hem ayrı ayrı nasıl sahip olabilir? Toplum var diye, hiçbir üyenin isteyebileceği ilave bir hak nasıl kalmaz? Genel irade (milli irade) özgürlükçü bir biçimde nasıl temellendirilebilir? İnsanlar “özgür” olmaya nasıl zorlanabilir? Bu gibi soruların cevabı maalesef, oldukça muğlaktır. Rousseau’ya göre, doğa durumundan toplum düzenine geçiş, şüphesiz insanlarda çok önemli bir değişikliğe yol açacaktır. En önemli değişiklik de şudur: Doğa durumunda doğal içgüdüleriyle hareket eden insan, artık onun yerine hukukî eşitliği, adaleti koyacaktır. O güne kadar yalnızca kendini düşünen insan, artık toplumsal sorumluluk duygusuyla davranacak ve içgüdülerinden önce aklına başvuracaktır. Sonuç itibarıyla, “toplum sözleşmesi” yapan insanların yitirdikleri şey, doğal özgürlükleri, doğal eşitsizlikleri ve bireysel güçleriyle doğadan elde edebilecekleri şeyler üzerindeki sınırsız haktır. Fakat buna karşılık kazandıkları şeyler de vardır: Siyasal özgürlük, hukukî eşitlik ve elindeki şeylerin özel sahipliği yalnızca sözleşme sonrası için geçerlidir. Bir başka ifadeyle; sınırını bireyin gücünde bulan doğal özgürlüğe karşılık, genel iradeyle sınırlandırılan siyasal özgürlük; güvencesi bireysel güç olan sahiplenmeye karşılık, güvencesi genel irade olan özel mülkiyet ve doğal eşitsizlik yerine, hukukî eşitlik. Doğa durumundan toplumsal ve siyasal düzene geçişi gerektiren “özel mülkiyet”le ilgili olarak da Rousseau, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: Doğa durumunda, kendi bireysel gücü nispetinde elbette herkesin her şeye hakkı vardır. Doğadan ve doğanın bütün ürünlerinden herkes istifade etme hakkına sahiptir. Ancak, ilk oturmaya ve bireysel emeğe bağlı olarak sahiplenilen şeylerin doğal halde elde tutulması çok da kolay değildir. Bunun tek güvencesi olan sınırlı bireysel güç, ne yazık ki buna her zaman muvaffak olabilecek ölçülerde değildir. Bu nedenden ötürüdür ki herkes, toplumsal düzen kurulduğunda bütün varlığını ve bütün gücünü kamuya devreder. Fakat bu demek değildir ki bu işlem sonucunda, el değiştirmekle mal sahipliği özünü de değiştirir. Kamu gücü, bireysel güçten büyük olduğundan, değişen sadece mülkiyeti korumaya yönelik olan güçtür. Devlet, toplum sözleşmesiyle bütün üyelerinin mallarına sahiptir. Devlet için de bu sözleşme hakların temelidir ama bu hakları bireylerden alır. Özel mülkiyet hakkı, doğa durumunda oldukça dayanıksız iken, siyasal düzen içerisinde herkesin saygı gösterdiği bir haktır. Ancak, özel mülkiyetin tanınması için; sahipliğin ilk olması, geçinmenin sınırlarını aşmaması ve emekle elde tutulmuş olması gerekir. Kısacası devlet, bireylerin mallarını sahiplenmekle, onları bu mallardan yoksun bırakmaz. Aksine, bireylerin mallarını yasal bir biçimde ellerinde tutmalarını sağlar. Böylece, malları ellerinde bulunduranlara, kamu mallarının mutemedi gözüyle bakıldığından ve haklarına devletin bütün üyelerince saygı gösterildiğinden ve bu haklar devletin bütün gücüyle yabancılara karşı savunulduğundan, insanlar, daha çok kendilerine yararlı bir mal aktarımı şeklinde kamuya verdiklerinin adeta hepsini geri almış olurlar. Bütün bunlara rağmen, herkesin kendi mülkiyeti üzerindeki hakkı, nihai olarak kamunun her şey üzerindeki tasarruf hakkına bağlıdır. Şayet böyle olmasaydı ne toplumdan ne de devletten bahsedilebilirdi. Açıkçası Rousseau’nun “özel mülkiyet” anlayışı da oldukça problemlidir. Şöyle ki “özel mülkiyetin tanınması için; sahipliğin ilk olması, geçinmenin sınırlarını aşmaması ve emekle elde tutulmuş olması gerekir”ifadesi çok müphem bir ifadedir. İlk sahiplik de geçinmenin sınırlarını aşmamak da emekle elde etmek de özel mülkiyetin kabulüyle bağdaştırılabilecek şartlar değildir. Bu sosyalizan ve pozitivist cumhuriyetçi eğilimler, Rousseau için elbette birer çelişkidir.

İnşa edilen toplumda “genel irade” (milli irade) argümanının problem teşkil edebileceğini düşünenlere karşı Rousseauşu açıklamayı yapar: Doğadan özgür olan bireylerin kendi rızalarıyla yaptıkları “ilk toplum sözleşmesi”,“oybirliği” ile gerçekleştirilmiştir. Özü gereği oybirliği ile onanmak isteyen bir tek yasa vardır o da “ilk toplum sözleşmesi”dir. Toplum halinde birleşme isteği, özgürce karar verilen bir iştir. Her insan özgür ve kendi kendisinin efendisi olarak dünyaya geldiği için, hiç kimse onu isteği dışında buyruk altına sokamaz. Bir kölenin oğlu kendisi gibi köle doğar demek, insan olarak doğmadığını ileri sürmektir. Toplum sözleşmesi yapılırken ona karşı çıkanlar bulunursa onların karşı çıkmaları sözleşmeyi geçersiz kılmaz, sözleşmeye katılmalarına engel olur sadece. Bunlar yurttaşlar arasında yabancı durumuna düşerler. Devlet kurulduktan sonra ise onun sınırları içerisinde oturanlar, sözleşmeyi kabul etmiş sayılırlar. Devletin sınırları içerisinde oturmak da tabiatıyla onun yasalarına boyun eğmeği gerektirir. Kısacası ilk sözleşmeyle birlikte çoğunluğun oyu, diğer yurttaşların hepsini her zaman bağlar. Bu durum, sözleşmenin gerektirdiği bir sonuçtur elbette. Gerçi bu, genel iradenin temel özelliği çoğunluk iradesidir demeye geliyor ama çoğunlukta olmadı mı o zaman insan hangi tarafı tutarsa tutsun, artık toplumsal hayat diye bir şey kalmaz olur. Haddizatında, ilk sözleşme oybirliği ile yapılmamış olsaydı, uygulamada azınlık için çoğunluğun seçtiğine katlanmak zorunluluğu söz konusu olamazdı. “Genel irade” netice itibarıyla uygulamada çoğunluk anlamını taşımaktadır ve oylarda çoğunluğa hak tanıyan yasa, hiç değilse bir defa için “oybirliği”ni gerekli kılar. Bu nedenden ötürüdür ki birlik sözleşmesi, bilahare o anda sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi olan tüzel ve kolektif bir kişilik oluşturur. Bu kişilik, ortak benliğini ve ortak iradesini yalnızca ilk sözleşmeden alır. Siyasal birlik ya da cumhuriyet adı verilen bu tüzel kişiliğe, üyeleri ona edilgin olduğu zaman devlet, etkin olduğu zaman da egemen varlık denir. Üyelere gelince, onlar bir birlik olarak halk,egemen gücün birer üyesi olarak yurttaş, devletin yasalarına itaat eden kişiler olarak da uyruk adını alırlar. Bu formül gösteriyor ki birlik sözleşmesinde kamu ile tek tek bireyler arasında bir sözleşme yer almakta ve herkes sanki kendi kendisiyle sözleşme yapıp, iki bakımdan bağlanmış bulunmaktadır. İlkin, egemen varlığın bir üyesi olarak bireylere karşı, sonra da devletin üyesi olarak egemen varlığa karşı. Böyle bir formülasyonda dikkat edilmesi gereken husus da şudur: Uyrukları, egemen varlığa karşı borç altına sokabilen kamu kararı, egemen varlığı kamu kararına karşı borç altına sokmaz. Haddizatında, egemen varlığın, bozamayacağı bir yasanın buyruğu altına girmesi siyasal birliğin özüne aykırı düşer. Bu da gösterir ki “genel irade” (milli irade) için hiçbir zorunlu temel yasa, değiştirilemez hiçbir anayasa maddesi hatta toplum sözleşmesi (anayasa) bile yoktur ve olamaz. Bir başka ifadeyle genel irade yani halk açısından; devlet içinde yürürlükten kaldırılamayacak hiçbir temel yasa bulunamaz. Halk isterse toplum sözleşmesi yani anayasa bile bütünüyle iptal edilebilir. Şüphesiz Rousseau, “hukuk devleti” gibi bir siyasal anlayıştan yoksun olduğu için, hukukî meşruiyeti çoğunluk, yani genel irade bağlamında çözümlemeye çalışmaktadır.Hukuk devleti dikkate alındığında, Rousseau’nun optimist oybirliği görüşü kabul edilemez ise de monarşinin ve aristokrasinin egemen olduğu bir dönemde bu düşüncelerin bir hayli devrimci çizgide seyrettiği de açıktır. Kaldı ki Rousseau’dan iki yüz küsur yıl sonra yaşamalarına rağmen, Türkiye’de, Rousseau ölçülerinde dahi cumhuriyeti kavrayabilmiş insanların sayısı maalesef çok çok sınırlıdır. “İsterseniz parlamentonun bütününü siz teşkil edin, halk isterse sadece sizin partiye oy versin, bütün milletvekilleri sizin partinizden seçilsin, yine de şunları şunları değiştiremezsiniz” diyen bir zihniyet; hele de cumhuriyet ve demokrasi adına konuşuyorsa buna şaşmak gerekir. Böylesi bir zihniyet; cumhuriyetçi ya da demokrat bir zihniyet değil, oligarşik bir zihniyettir.

Sivil-siyasal toplumun inşasıyla birlikte, kurulacak olan müşterek otorite anlamındaki devletin nasıl işleyeceği ve aygıtlarının neler olacağı hususuna gelince: Rousseau, halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmayan ve kayıtsız şartsız halka ait olan egemenliğin, hiç kimseye ve hiçbir kuruma devredilemeyeceği ilkesinden hareketle, “iktidar” ve “irade” ayrımı yaparak, egemenliğe ait bu iki unsurdan sadece iktidarı devletin temsil ettiğini ancak iradeyi hiçbir zaman temsil etmediğini belirtir. Halka ait iktidar, temsilcilere geçebilir ama irade geçemez. Çünkü temsilcilerin özel iradesi değil, yalnızca “genel irade” devletin güçlerini devletin kuruluş amacına yani herkesin müşterek çıkarına ve müşterek iyiliğine  uygun bir biçimde işletebilir. Özel bir iradenin bazı noktalarda genel iradeyle uyum göstermesi mümkün ise de bu uyum hiçbir zaman uzun ömürlü olamaz. Böyle bir uyuşma bir önlemin değil, bir rastlantının sonucu olabilir ancak. Zira genel iradenin eşitlikten yana olması nasıl özünün gereği ise; özel iradenin, özel tercihlere yönelmesi de özünün gereğidir. Egemen varlık, herhangi bir kimsenin istediği herhangi bir şeyi şu anda ben de istiyorum diyebilir ama o kimsenin yarın isteyeceği bir şeyi de isteyeceğim diyemez. Çünkü genel iradenin gelecek için kendisini bağlaması saçma olduğu gibi, özel bir isteğe genel iradenin boyun eğmesi de saçmadır. Şayet genel irade anlamındaki halk, böyle bir özel iradeye boyun eğerse bu davranışıyla şüphesiz genel irade olmaktan çıkacak ve kendini dağıtacaktır. Halka rağmen ortaya bir efendi çıkacak olursa egemen varlık diye bir şey ortada kalamaz ve siyasal birlik de artık yok olup gider. Anlaşılacağı üzere, Rousseau egemenliğin, hiç kimseye ve hiçbir kuruma devredilemeyeceğini savunduğu gibi, aynı nedenden ötürü bölünmezliğini de savunmaktadır. Ona göre irade ya geneldir ya da değildir ya halkın tümünün iradesidir ya da sadece bir kısmının. Birinci durumdaki irade bir egemenlik işidir ve hukukîdir; ikinci durumdaysa sadece bir tagallüp, bir baskı işi söz konusudur ve böyle bir durum da olsa olsa “doğa durumu”na geri dönüştür. Egemenliğin; yürütme, yasama, yargı biçiminde bölünmeye çalışılması; adeta bir insanın, kiminde kafa, kiminde kol, kiminde bacak bulunan bedenlerden müteşekkil sanılmasına benzer. Oysa böyle bir şey gerçekte mümkün değildir. Tüm bu yanlışlıklar, egemen gücün tanımının doğru yapılmamasından kaynaklanmaktadır. Egemen gücünün iradesinin farklı farklı organlar tarafından uygulamaya konulması, egemenliğin bölünmesi olarak değerlendirilemez. Yasa başka, uygulama başkadır. Yasa doğrudan doğruya yasama gücü olan egemen varlık yani halk tarafından belirlenir ise de uygulama temsilciler vasıtasıyla yani yürütme ve yargı organları tarafından gerçekleştirilebilir. Bir başka ifadeyle, egemenlik, nasıl ki doğrudan doğruya halka aittir ve bölünemez, aynen öyle de yasama yetkisi de halkın elindedir ve başkalarına devredilemez. Yürütme ve yargı organlarının işlemleriyse özel konu ve özel davranışlara yönelik olduklarından çoğunluğun, halkın elinde olamaz. Bu gibi işlemlerin de temsilciler yani devlet eliyle gerçekleştirilmesi icap eder. Kısacası devlet; yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini yürütmek amacıyla kurulmuş gerek yasaları yürütmek, gerekse siyasal ve toplumsal hakları korumakla görevli aracı bir kurumdur. Bu kurumun üyelerine yöneticiler ya da görevliler denir. Yani, egemen varlığın birer görevlisi olan yöneticiler, yine onun adına devlet gücünü kullanırlar. Egemen varlık olan halk, bu yetkiyi dilediği taktirde sınırlayabilir, değiştirebilir veya geri alabilir. Halka ait böyle bir hakkın yokluğunu farz etmek, sivil ve siyasal toplumun özüne aykırıdır.

Acaba bir toplumsal ve siyasal düzende; yürütmeyasama ve yargı fonksiyonları icra edilirken, egemenliği elinde tutan halk, her zaman isabetli kararlar verebilir mi? Rousseau, genel iradenin her zaman doğru ve kamusal yarara yönelik olacağını düşünmekle birlikte, halkın kararlarının her zaman isabetli olacağını düşünmez. Mesela, nasıl ki bir insan her zaman kendi iyiliğini istese de iyiliğinin ne olduğunu kestirmesi her zaman mümkün olmaz; aynı durum halk için de geçerlidir. Halkın sağduyusunun varlığı kesin ise de maalesef aldatılması yine de mümkündür. Bu yüzden, genel iradenin kendini net olarak ifade edebilmesi için, yurttaşların düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip olmaları gerekir. Bu türden önlemler, genel iradenin aydınlanması ve halkın aldanmaması açısından lüzumlu önlemlerdir. Egemen varlığa ait iktidarı temsil eden devletin yetkilerinin sınırlı mı sınırsız mı olacağı sorusunu da Rousseau, şöyle cevaplandırır: Devlet, toplumun her unsurunu bütüne en uygun biçimde işletip kullanmak için genel ve zorunlu bir güce sahip olmalıdır. Devlet isteyince, her yurttaş kamu için yapabileceği hizmetleri yapmak zorundadır ama devlet, yurttaşları kamuya yararlı olmayan hiçbir işe de zorlayamaz. Hatta böyle bir şeyi isteyemez bile. Çünkü doğa durumundaki varlığını korumaya yönelik doğa yasası altında olduğu gibi, sivil-siyasal toplumda geçerli olan akıl yasası altında da hiçbir şey nedensiz ve keyfi yapılamaz. Bireyleri genel iradeye bağlayan sözler, karşılıklı olduklarından ötürü zorunludur. Yurttaşlar bu sözleri yerine getirirken hem kendilerinin hem de başkalarının hesabına çalışmış olurlar. Zaten hak eşitliği ve eşitlikten doğan adalet kavramı da herkesin kendini korumaya çalışmasından, yani insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Genel irade, hakikaten genel olacaksa özünde olduğu kadar konusunda da genel olmalı, herkese uygulanmak üzere herkesten çıkmalıdır. Bu nedenden ötürüdür ki genel irade, kişisel ya da muayyen bir konuya yöneldiği taktirde, hak duygusuna bağlı ilkeden uzaklaşacak ve doğruluğunu yitirmeye başlayacaktır. Haddizatında, iradeyi genel yapan, oyların sayısından çok, onları birleştiren ortak çıkardır. Sözleşmeyle birlikte herkes başkalarına kabul ettirdiği şartlara ister istemez kendisi de uyacağından, bu durum, çıkarlarla adaletin bir uyuşması olacaktır. Toplum sözleşmesi, yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki herkes aynı şartlar altında verdiği sözle bağlanır ve herkes aynı haklardan faydalanır. Buna istinaden, her türlü egemenlik işlemi, yani genel iradenin her türlü uygulaması, yurttaşları hem eşit ölçülerde bağlamış hem de eşit ölçülerde kayırmış olur. İşte bu çerçevede hareket eden devlet de yalnızca kamunun bütününü tanır ve bundan ötürü de kamuyu oluşturan yurttaşlar arasında hiçbir ayrım gözetmez. Egemenliğin, üstün astla yaptığı bir sözleşme değil, kamunun kendi üyelerinden her biriyle yaptığı bir sözleşme olmasının anlamı da budur. Yurttaşların kendi yapmış oldukları bu sözleşmeye bağlı kalmaları ise kendi iradelerinden farklı olan herhangi bir buyruğun emrine girmeleri değil, yalnızca kendi iradelerine bağlı kalmaları demektir. Dolayısıyla, egemenliğin kullanımı ne kadar mutlak ne kadar kutsal ne kadar dokunulmaz addedilirse edilsin, hiçbir zaman genel sözleşmenin sınırlarını aşamaz ve her insan bu sözleşme gereğince mallarından, özgürlüğünden kendisine ne kaldıysa, ondan tümüyle ve istediği gibi yaralanabilir. Devletin, yurttaşlardan birini diğerlerinden daha çok yük altına sokmaya yetkili olmaması da bundan kaynaklanmaktadır. Şayet devlet böyle bir şey yaparsa egemen varlığın kendisine tanımış olduğu yetkilerin dışına çıkmış ve meşruiyetine ters düşmüş olacaktır. Kısacası, toplum sözleşmesinde, bireyler açısından bir takım haklardan vazgeçme diye bir şey yoktur. Aksine, toplum sözleşmesi, insanlara, önceki durumlarına nispetle kendileri için daha faydalı bir değiş tokuş imkânı getirmiştir. Kararsız ve iğreti bir doğa durumu yerine, daha güvenli bir sivil durum; doğal bağımsızlık yerine, sivil özgürlük; başkalarının alt edebilecekleri bireysel güç yerine, hiçbir bireysel gücün yenemeyeceği bir kamu gücü seçilmiştir. Bireyler, hayatlarını devlete adadıklarında bile aslında ondan aldıklarını ona vermekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Güvenliklerini sağlayan devlet uğrunda hayatlarını tehlikeye atmaları, şüphe yok ki devlet olmadığında maruz kalacakları tehlikelerin yanında hiç kalacaktır. Toplum sözleşmesinin amacı, elbette ki sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Ancak amacı isteyenler, ona ulaştıracak olan araçları da istemek zorundadır. Maalesef, bu araçlar bir takım tehlikeleri de birlikte getirirler. Başkalarının verebileceği zararlara karşı hayatını korumak isteyen herkes, gerektiğinde hayatını tehlikeye atmak mecburiyetindedir. İşte bu nedenden ötürü yurttaşlar, kendilerini koruyan devlet onlara devletin bekası için şu ya da bu tehlikeye atıl dediğinde atılmak; devletin bekası için tek yol senin ölmendir, dediğinde de ölmek zorundadır. Çünkü o zamana kadar yurttaşlar güvenlik içerisinde yaşadılarsa devletin gölgesinde yaşamışlardır. Sivil siyasal toplumda hayat, artık doğanın ya da Tanrı’nın bir nimeti değil, devletin yurttaşlara şartlı bir armağanıdır. Rousseau, devletin varlığının yurttaşların bireysel varlıklarından niçin önde gelmesi, niçin üstün tutulması gerektiğini; toplum içerisinde işlenen bireysel suçların niçin cezalandırıldığı ve cezalandırmanın niçin meşru görüldüğü argümanından hareketle de temellendirmektedir. Ona göre, bir ceza hukuku tanzim edildiğinde, ölüm cezası konuluyorsa ve icap ettiğinde de uygulanıyorsa bunun nedeni bir katilin kurbanı olmamak içindir. Böyle bir ceza yasasını onaylarken hiç kimse kendisinin ölüm cezasına çarptırılmasını tasarlamaz. Tasarlanan şey, yalnızca hayatın güvenceye alınmasıdır. Zaten suç işleyen her yurttaş, toplumun haklarını çiğnemiş, devletine baş kaldırmış ve ona ihanet etmiş olur. Yasaları tanımadığı için de yurdun bir üyesi olmaktan çıkıp, ona savaş açmış sayılır. Bu gibi bir durumda ya devletin ya da suçlunun yok olması gerekir, dolayısıyla suçlu öldürülüyorsa artık bir yurttaş olduğu için değil, sadece bir düşman olduğu içindir. Yargılama ve karar, onun toplum sözleşmesini çiğnediğini ve devletin üyesi olmaktan çıkarılıp atıldığını gösterir. Rousseau’nun bu yaklaşımının, kendisi onu hedeflemese de bireyi ve özgürlükleri ortadan kaldırmaması asla mümkün değildir. Devletin bu kadar yüceltilmesi, onun suni bir araç olduğu anlamına nasıl gelebilir? Devlet, neticede insanlar tarafından yürütülmeyecek midir? Halkın yanılabileceği söylendiğine göre, yöneticiler halkın dışında ve yanılmaz tanrılar mı olacaklar? Bireylerin kendilerini devlete feda etmeleri, yöneticilere feda etmelerinden başka ne anlama gelebilir? Fertlerin çıkarları, hatta ve hatta yönetilenlerle yöneticilerin çıkarları nasıl aynileştirilebilir? Devletin hukukunu korumak da nedir? Bireysel hukuktan üstün bir devlet hukuku nasıl olabilirmiş? Şüphe yok ki bu soruları Rousseau’nun bakış açısıyla cevaplandırmak, yalnızca otoriter ve totaliter bir devlet anlayışını netice verecektir.

Halka ait egemenlikle ilgili olarak, iktidar ve irade ayrımı yapıp, devleti iktidarla yani iradenin uygulamasıyla sınırlandıran Rousseau, devletin işleyişine yönelik farklı farklı sözleşmelerden de bahseder. Ona göre, “ilk sözleşme” yalnızca toplumun kuruluşunu belirleyen “toplum sözleşmesi” ise de o henüz kurulan birliğin kendini koruması için nelerin yapılması nelerin yapılmaması gerektiğini belirtmez. Bunun belirlenmesi için, toplumun üyelerinin haklarını ve vazifelerini uzlaştıracak, yani adaletin ne olduğunu tespit edecek başka sözleşmeler yani yasalar oluşturmak mecburiyeti vardır. Şüphesiz akılla keşfedilen ve Tanrı’dan kaynaklanan bir adalet vardır ama insanlar adaleti bu kadar yüksekten alabilselerdi zaten yasalara da devlete de ihtiyaç olmazdı. Bu nedenle, adalet denilen şeyin insanlar tarafından kabul edilebilmesi için onlar tarafından karşılıklı olarak belirlenmesi lazımdır. Her şeyin müşterek olduğu doğa durumunda, insanlar güçleri yettiği taktirde adil olmak zorunda değil iseler de her şeyin yasalarla belirlendiği sivil-siyasal toplumda şartlar artık değişmiştir. Acaba yasa nedir? Rousseau, devlete dair yasaları, fizik ötesi bir takım düşüncelerle de “doğa yasası” kabulüyle de temellendirmenin mümkün olamayacağı kanaatindedir: Şayet halk tarafından halkın bütünü için bir düzenleme yapılırsa yasa işte odur. Yasa, yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır. Yasa, bir takım ayrıcalıklar kabul edebilir, ama adlarını belirterek kimseye ayrıcalık tanıyamaz. Yasa yurttaşları sınıflara ayırabilir, hatta sınıflardan bazılarına imtiyaz da tanıyabilir ama kimseyi isim vererek herhangi bir sınıfa sokamaz. Yine yasa, bir krallık yönetimi kurabilir ama ne bir kral seçebilir ne de bir kral atayabilir. Genel iradenin işlemleri olan yasalar kesinlikle genel ve soyut düzenlemelerdir ve her türlü özel konu ve görev de yasama yetkisinin dışındadır. Dolayısıyla, ne türden bir yönetim tarzı söz konusu olursa olsun, yasayla yönetilen her devlet, meşrudur ve meşru her yönetim de yasaları hem yapanın hem de itaat edenin halk olduğu bir cumhuriyettir.

Toplumun nasıl tanzim edileceğine, toplum halinde birleşmeye karar veren insanlar yine karar verecekse de acaba bu işlem nasıl gerçekleşecektir? Kendisi için neyin yararlı olduğunu nadiren fark ettiği için çoğunlukla ne istediğini bilmeyen kalabalık kitleler “yasa” koyma gibi zor bir işi nasıl başaracaktır? Daha önce de ifade edildiği üzere, Rousseau açısından bakıldığında, halk, her zaman müşterek iyiliği istese de iyiliğin nerede olduğunu kendi kendine her zaman göremez. Genel irade her zaman doğrudur ama onu yürütenler her zaman doğru yürütmezler. Genel iradeye aradığı doğru yolu gösterecek, onu özel iradelerin aldatıcı etkilerinden koruyacak, kısa vadeli çıkarların arkasındaki uzun vadeli kötülükleri keşfettirecek kılavuzlara ihtiyaç vardır. Şayet halk aydınlatılırsa siyasal birlikte akılla irade birleşecek ve akılla iradenin birleşmesi sonucunda da istikrar hakim olacaktır. Toplum için yasa oluşturacak erdemli kılavuza duyulan ihtiyaç da işte buradan gelmektedir. Topluma uygun düşecek kuralları yani yasaları keşfedebilmek için, bütün tutkulardan arınmış, tutkularla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zeka gereklidir. Öyle bir zeka ki mutluluğu diğer insanlarınkine bağlı olmamakla birlikte onların mutluluğu için çalışır ve yalnızca onur payıyla yetinir. Yasa koyucu, siyasal düzen içerisinde olağan üstü bir insandır. Üstün zekasıyla olduğu kadar, görevi dolayısıyla da öyledir. Bu görev ne yönetim işidir ne de egemenlik; cumhuriyeti kurmakla birlikte, yapısına girmez onun. İnsanlara komuta edenin yasalara etmemesi gerektiğine göre, yasalara komuta edenin de insanlara etmemesi gerekir. Yoksa, yasalar onun sadece tutkularının ve haksızlıklarının bir aracı olacaktır. Kısacası yasaları kaleme alanın, yani halk için hangi yasaların uygun olacağını belirleyen önderin, yasaları onaylama ya da yürütme hakkı yoktur ve olmamalıdır. Yasaları erdemli ve onurlu bir lider keşfetse, belirlese de yasaları onaylama hakkından halk, asla vazgeçemez. Daha önce de belirtildiği gibi, “ilk sözleşme” gereği onay mercii yalnızca halktır ve yalnızca halk, yani genel irade bireyleri herhangi bir şeye zorlayabilir. Özel bir iradenin genel iradeye uygun olup olmadığı ancak halkın oyuna sunularak anlaşılabilir. Halkın onayına başvurmaksızın, devlet gücünü zorla ele geçirip, halkın geçici ürküntüsünden yararlanarak, onun soğuk kanlılıkla hiçbir zaman kabul edemeyeceği yasalar yapıp o yasaları halka dayatmak mümkün ise de şüphesiz bunlar uzun vadede başarısız olacaklardır. Maalesef böylesi zamanlarda, halkın mutluluğunu düşünen erdemli ve onurlu önderlerle diktatörler hep birbirine karıştırılır ve diktatörler toplumsal kahraman zannedilirler.[2] Rousseau’nun bu erdemli, seçkin, zeki, halka yol gösteren önder yaklaşımı da suiistimale çok açıktır. Kendisi de bunun farkında olacak ki bu gibi insanlarla diktatörlerin karıştırılabileceğini belirtmek zorunda kalır. Şayet erdem, bilgi, seçkinlik, önderlik gibi iddialar benimsenecekse niçin klasik düşünürlerin monarşi ya da aristokrasi modelleri benimsenmesin?

Rousseau, yasaların gözetmesi gerektiği amaç olan müşterek yararın ne olduğunu da şu şekilde izah eder: Şüphe yok ki ortak yarardan kasıt, her bireyin özgürlüğü ve eşitliğidir. Özgürlük, insanın kendisi için koymuş olduğu yasaya yine kendisinin uymasıdır. Yani özgürlük, insanın kendi kendini belirlemesidir. Her insan özgür olarak doğar. İnsan, doğa durumunda özgür olduğu gibi sivil-siyasal durumda da özgürdür. Toplum sözleşmesiyle insan, kendi gücüyle sınırlı doğal özgürlüğünü genel iradeyle sınırlı sivil özgürlükle değiştirir sadece. Bu değiştirme bir vazgeçme asla değildir. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. Böyle bir vazgeçme insanın doğasıyla da yaratılışıyla da uzlaşmaz. İnsandan özgürlüğünü almak, eylemlerinden her türlü ahlak düşüncesini kaldırmak demektir. Oysaki sivil-siyasal durum doğallığın, güdüselliğin yerine rasyonelliği ve ahlakîliği geçirmektir. Eşitliğe gelince; bu kavramdan, güç ve zenginlik derecelerinin herkes için aynı olması değil, bu gücün hiçbir zorbalığa kaçmaması ve ancak mevki ve yasalar gerektirdikçe kullanılması, varlık bakımından da hiçbir yurttaşın ne başkasını satın alacak kadar zengin, ne de kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Bu da insanların mal, mülk ve saygınlık bakımından ölçülü olmaları demektir. Yasaların gücü her zaman eşitliği sürdürmeye çalışmalıdır. Cumhuriyetten kasıt da zaten, insanların eşitlik ekseninde örgütlenmelerinden başka bir şey değildir. Bireylerin zenginliğinin ya da yoksulluğunun bile devlet tarafından belirlenmesini istemesi, Rousseau’nun ne tür bir cumhuriyet anlayışına sahip olduğunun tipik bir göstergesidir. Böyle bir cumhuriyet, elbette özgürlük karşıtı, otoriter ve totaliter bir yönetim olacaktır.

Siyasî modellerin neler olduğu sorusuna gelince; Rousseau yönetim biçimleri arasındaki ayrımı, yöneticilerin sayısından hareketle yapmaktadır. Ona göre, yöneticiler halkın bütünü içerisinden seçiliyorsa ya da egemen güç yönetme görevini bütün halka tevdi ediyorsa bu çeşit yönetime demokrasi, yöneticiler halkın bir kısmı içerisinden seçiliyorsa ya da egemen güç yönetme görevini halktan bir gruba veriyorsa aristokrasison olarak da egemen varlık yönetimi tek bir kişinin eline bırakıyorsa bu yönetim şekline de monarşi adı verilir. Rousseau, siyasî modellerin bizatihi iyi ya da bizatihi kötü olduğu kanaatinden ziyade, her birinin bazı durumlarda en iyi bazı durumlardaysa en kötü olabileceği kanaatini paylaşır. Demokrasi modeli daha çok küçük ölçekteki devletlere; aristokrasi orta ölçekteki; monarşi de büyük ölçekteki devletlere uygundur, der. Böyle bir değerlendirme yapmasının nedeniyse, iktidarı her halükârda halk tarafından tevdi edilen bir görev diye görmesi, yani siyasetin meşruiyet zemini olarak halka işaret etmesidir. Bu değerlendirme tarihi tecrübelere de yaşadığı dönemin pratikteki siyaset tarzına da uygun düşmüyor ise de Rousseau’nun yapmak istediği, elbette olması gerekeni göstermektir. Bu yaklaşımından ötürüdür ki zaten, bütün yönetim tarzlarını cumhuriyet olarak nitelendirir. Aslında Rousseau’nun, cumhuriyeti diğerlerinden farklı ve olması gereken model olarak gördüğünü söylemek, “bütün yönetimler cumhuriyettir” şeklindeki nitelemesinden hareketle mümkündür. Haddizatında Rousseau, siyasî modellerle ilgili ayrıntılı değerlendirmelerinde bu tavrını oldukça net bir biçimde ortaya koymaktadır. Demokrasinin de aristokrasinin de monarşinin de kötü yanlarından bahseden Rousseau, bir form olarak cumhuriyetin hep iyi yönlerinden bahseder. Onun ifadeleriyle: “Cumhuriyet yönetiminde halk oyu, hemen her zaman yalnız erdemli, bilgili ve yetenekli insanları yüksek görevlere getirir. Bu insanlar görevlerini onurla yaparlar. Oysa diğer modellerde yüksek görevlere erişenler; çoğu kez bir takım insan taslakları, düzenbaz, entrikacı, aşağılık kimselerdir.” Şüphe yok ki Rousseau’nun cumhuriyete bu şekilde bakmasının arka planında hem Cenevre Cumhuriyeti yurttaşı olması ve cumhuriyet uygulamalarıyla, belli süreler zarfında yaşamak zorunda kaldığı aristokrasi ve monarşi yönetimlerini yaşayarak mukayese etme imkânı bulması hem de genel iradeyi, yani halkı zaman zaman da olsa yanılabilir gördüğünden halka yol gösterecek ve halkın mutluluğunu kendi kişisel mutluluğundan önde tutabilecek erdemli ve onurlu önderlere ihtiyaç vardır diye düşünmesinden ve böylesi erdemli ve onurlu önderlerin olabileceğini zannetmesinden  kaynaklanmaktadır.

Rousseau, devletin istikrarına yönelik olarak da şunları söylemektedir: Bir toplumsal düzenin bozulmasına yol açan iki neden vardır. Birincisi, yöneticilerin sayısının sürekli çoğalması ve bunların özel iradelerinin sürekli genel iradeyi, halkı kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışmaları ve sonuçta da buna muvaffak olmalarıdır. Bu öylesine bir kusurdur ki toplum sözleşmesinin feshine kadar gider. İkincisi, yöneticilerin toplumu, herkese eşit muamele etmesi gereken yasalara göre idare etmemeye başlamaları ve neticede de egemenliği zorla kendi inisiyatiflerine almalarıdır. Böyle bir durumda gerçekleşen şey, devletin herkes olmaktan çıkıp, bir zümreye, bir gruba hasredilmesi, daha doğrusu rejimin oligarşiye ve despotluğa dönüşmesidir. Şüphesiz, yönetimin oligarşiye ve despotluğa dönüşmesi, toplum sözleşmesinin bozulduğu ve doğal hale geri dönüldüğü anlamını taşır. Doğal özgürlüklerine dönmüş olan yurttaşlar yine de devlete itaat etmeye zorlanırlarsa da itaat etmek zorunda değildirler. Esasen, sivil-siyasal birlik, tıpkı insan bedeni gibi, daha doğar doğmaz ölüme yüz tutar ve ölüm nedenlerini de kendi içinde taşır. Ancak, az ya da çok sağlam bir yapıya sahip olması ömrünün uzamasını sağlayabilir. İnsan bedeni Tanrının, doğanın eseri, devletinkiyse insan ürünüdür. Kendi ömürlerini uzatmak insanların elinde değildir ama devlete en iyi düzeni vererek devletin ömrünü uzatmak insanların elindedir. En iyi devlet de yıkılıp gidecektir, ama diğerlerinden çok sonra. Siyasal birliğin, devletin varlık nedeni halktır. Yasama gücü, yani genel irade devletin kalbi; uygulama gücü de (yürütme ve yargı) beynidir. Beyin, bütün parçalara canlılık sağlar ama beyin felce uğrasa bile beden yine yaşayabilir. Fakat, kalp görevini icra edemez hale gelirse canlı varlık ölmeye mahkumdur. Devlet, yasalarla değil; yasama gücüyle yaşar. Yasa, genel iradenin kamuya bildirilmesinden başka bir şey olmadığından, yasama yetkisi yalnızca halktadır ve yasama yetkisinde halkın temsil edilemeyeceği açıktır. Yasaların çıkarılması için tek yolsa halkın toplanması, yani referandumdur. Bu açıdan bakıldığında; yasa yapmak üzere seçilen milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar da. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir ve yasa olarak nitelendirilemez. Kendilerini temsilen yasa yapsın ve onaylasın diye bir halk, milletvekilleri seçiyor ve buna rağmen kendisini özgür sanıyorsa aldanıyor demektir. O ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür. Bu üyeler seçilir seçilmez, halk bir hiç derekesine iner ve bir anlamda köleliğe de avdet eder. Yasama gücü yani genel irade, yani halk yoksa devlet de yoktur. Şayet yasamayla ilgili olarak bir halk, kendisine temsilciler seçerse özgürlüğünü de varlığını da yitirmiş olacaktır. Yasaları uygulayan yürütme ve yargı gücünde ise halk, temsil edilebilir ve edilmelidir de. Yürütme ve yargı gücünü elinde tutanlar, bir diğer ifadeyle hükümet edenler, halkın efendileri değil, görevlileridir. Halk, istediği zaman onları iş başına getirir, istediği zaman da işten uzaklaştırır. Onların işi sözleşme ya da yasa yapmak yahut da yasalar üzerinde tartışmak değil, yalnızca yasaları uygulamaktır. Görevlilerin belirlenmesinde tutulacak yol da seçim ve kuradır. Seçim yolu, askerlik görevi gibi özel yetenek isteyen yerlere; kura ise yargı görevi gibi yalnızca sağduyuya, doğruluğa ve dürüstlüğe bağlı yerlere görevli bulmak için elverişlidir. Her gerçek cumhuriyette bu görevleri üstlenecek nitelikler, şüphesiz bütün yurttaşlarda bulunur. Rousseau’nun modern cumhuriyet ve demokrasilerdeki temsil ve seçim sorununu tespiti elbette çok önemlidir. Bu sorunun bugün bile çözülmüş olduğunu söylemek hayli zordur.

 Rousseau; sivil-siyasal sistemin istikrarına yönelik olarak, bir “toplum dini” (sivil din) inşa edilmesi gerektiğini de belirtir. Daha önce de ifade edildiği üzere, “Toplum Sözleşmesi” adlı kitap yayınlandığında, siyasî ve dinî çevrelerin Rousseau’ya tepki göstermesinin ve cezalandırma isteğinin nedeni de “toplum dini” (sivil din) başlığını taşıyan bu düşünceleri olmuştur. Rousseau’nu burada yapmak istediği şey, sivil-siyasal toplumda din ve devlet ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini göstermektir. Bu meseleyle ilgili olarak Rousseau, kendisine Machiavelli ve Thomas Hobbes’u model alır. Ona göre, toplumla ilgisi bakımından din, iki kategoride değerlendirilebilir: Bireye yönelik din ve yurttaşa yönelik din. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam ve sair geleneksel dinlerin hepsi bireye yönelik olup, sivil-siyasal hayata karışmalarından ötürü devlet için zararlıdırlar. Geleneksel dinlerden bir takım unsurları taşımakla birlikte, sivil siyasal düzen içerisinde yalnızca insanların devlet tarafından kendilerine yüklenilen ödevleri canla, başla yapmalarını sağlayacak, devlete bağlılıklarını artıracak dinse yurttaşa yönelik bir dindir ve devlet için iyi olan “toplum dini” (sivil din) de budur. Toplum dininin kuralları yalın, az sayıda, açıklamalara ve yorumlara ihtiyaç duyurmayacak şekilde net olmalıdır. Olumlu dogma olarak; dürüstleri ödüllendiren, suçluları cezalandıran, akıllı ve yardım sever bir Tanrının varlığıyla toplum sözleşmesinin (anayasanın) ve yasaların kutsallığını; olumsuz dogma olarak da sadece toplumsal ve dinsel hoşgörüsüzlüğü içermelidir. Bu çerçevenin dışında kalan dinlere yaşama hakkı vermek, şüphe yok ki sivil-siyasal toplumda  istikrarsızlığa neden olacaktır. Rousseau’nun “toplum dini” (sivil din) anlayışının uygulamalarını Türkiye özelinde görmek, pekâlâ mümkündür. Ancak bu uygulamaları hukuk devleti anlamında özgürlükçü modern cumhuriyet ve modern demokrasilerle bağdaştırmak, imkân dahilinde de değildir.

Rousseau, siyaset felsefesinin ikinci temel problemini teşkil eden “Kimin neye hakkı olacak?” sorusunu da “Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev” adlı eserinde ele almaktadır. Bu meseleyle ilgili hareket noktası, sivil-siyasal toplumun getirmiş olduğu hak eşitsizliklerinin, insanların doğal yapılarıyla açıklanamayacağı argümanıdır. Rousseau açısından, hak eşitsizliklerinin doğal olduğuna dair değerlendirmeler yapılmasının asıl nedeni, insan doğasının ne olduğunun bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzdendir ki zaten, Sokrates’in ders verdiği mekân, DelphesTapınağı’nın mahyasındaki “kendini bil” vecizesinin, ahlakçıların ve hukukçuların bütün kitaplarından çok daha önemli ve güçlü bir temel kuralı ifade ettiğini söylemek, Rousseau’ya yanlış görünmemektedir. Bu çerçevede Rousseau, insanlar arasında iki tür eşitsizlikten bahseder. Bunlardan ilki, yaratılıştan kaynaklanan veya doğa tarafından meydana getirilmiş olan, bedensel ve zihinsel niteliklerdeki farklılıklar anlamında doğal eşitsizlik; diğeri ise bir çeşit uzlaşmaya dayanan ve insanların kendilerince de onaylanmış ya da en azından kabullenilmiş olan siyasal eşitsizliktir. Doğal eşitsizlik, hakikatte bir eşitsizlik değildir. Rousseau’ya göre; asıl eşitsizlik, siyasal eşitsizlik olup, fertlerden bazılarının diğerlerinin zararı pahasına yararlandığı, örneğin diğerlerinden daha zengin, daha itibarlı veya onlara boyun eğdirmiş olmak gibi bir takım ayrıcalıkları ifade eder. Doğal eşitsizliğin kaynağının ne olduğu sorulamaz çünkü bu sorunun cevabı, kavramın içeriğinde vardır. Doğal eşitsizlikle siyasal eşitsizlik arasında herhangi bir korelasyonun var olup olmadığı da sorulamaz çünkü bu soru, beden ya da akıl gücünün, bilgelik ya da erdemin hep aynı kişilerde hem de iktidarları ve zenginlikleriyle orantılı bir şekilde bulunup bulunmadığını sormaya varacaktır. Böyle bir soru becerikli köleler arasında tartışılabilir ama hakikati arayan akıllı ve özgür insanlarca tartışılamaz. Doğal eşitsizliğin hakikatte bir eşitsizlik olmamasının nedenini Rousseau şöyle açıklar: Doğal halde yaşayan insanların, bedensel ve zihinsel nitelikleri farklı ise de bu farklar onların doğa üzerinde istedikleri şekilde tasarrufta bulunmalarına ya da doğal ürünlere şu veya bu yolla sahip olmalarına engel teşkil etmez. Eğer herhangi bir engelden söz edilecekse bu, dışsal bir engel olmaktan ziyade, kendi yeteneklerinden ve güçlerinin sınırlılığından kaynaklanan bir engeldir. Doğa durumunda, herkes her şeye sahip olma hakkını haizdir, ama elbette ki bu, onların yetenekleri ve güçleriyle orantılı olacaktır. Kaldı ki insanların, akıllarına öncelenen hayatını idame ettirme, varlığını koruma ve hemcinslerinin yok olmalarına ya da acı çekmelerine karşı hoşnutsuz duygular taşıma yani merhamet  gösterme gibi doğal özellikleri, doğal eşitsizliği hiçbir zaman başkalarını açlığa mahkum etme noktalarına kadar vardırmaz. İnsanlar, merhamet duygularına akılla karşı koymadıkça başkalarına, hatta canlı herhangi bir varlığa bile asla fenalık yapamazlar. Şayet bir doğal hukuktan bahsedilecekse, onun bütün kuralları işte bu insanî özelliklerden çıkarılmalıdır. Bu kuralları akıl, bilahare başka temeller üzerine kurmak zorundadır ki onun da zamanı, aklın, birbirini izleyen gelişmelerle doğayı kontrol altına almayı başardığı “sözleşme” vaktidir. İnsanlar; doğa halinde yaşamak için gereken şeylere, güdüleriyle ve duygularıyla sahip olurken, sözleşmeyle kurulan toplum halinde ancak işlenmiş bir akılla sahip olabilirler.  Kısacası, Rousseau için doğal eşitsizlik doğa halinde sadece hissedilebilir bir nitelik olup, şu veya bu hakka sahip olma anlamında hiçbir etkisi yoktur. Hak eşitsizliğini yaratan ve normalleştiren temel unsur, esas itibarıyla akıldır. Bencillik ve çıkarcılık, güdülerin ya da duyguların değil aklın eseridir. İnsanı çevresinden ayırtıp yalnızlaştıran da acı çeken bir insan karşısında ona, gizlice “istersen geber, ben güvenlik içerisindeyim” dedirten de akıldır. Erdemleri akıl ve muhakeme ile edinmek, Sokrates gibi zekalar için mümkün olabilirse de insan türünün varlığını sürdürmesi sadece akıl ve muhakemeye dayansaydı şüphe yok ki çoktan ortadan kalkmış olurdu.

Acaba insanlar arasında hak eşitsizliği nasıl başlamış ve bu durum nasıl kabullenilmiş ve nasıl normalleştirilmiştir? Rousseau’nun bu soruya cevabı da şöyledir: Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “burası bana aittir” diyen ve bu söze inanacak kadar saf insanlar da bulan ilk insan, eşitsizlik ekseninde örgütlenilen toplumun gerçek kurucusudur. İşte bu “özel mülkiyet” düşüncesi, doğa durumundayken gelişmeye başlayan rasyonalitenin bir ürünüdür. İnsanlar, ihtiyaçlarının ötesinde, daha çok mülkiyete sahip olmalarının kendileri için yaralı olduğunu düşünmeye başladıkları andan itibaren eşitlik kaybolmuştur. Bu büyük devrimi meydana getiren ilk uğraş alanları; özel mülkiyeti doğuran tarım ve madenciliktir. Özel mülkiyet kabul edilince herkesi bağlayan pozitif hukuk kuralları da zorunlu olarak konulmaya başlandı. Pozitif hukukun yaratılması, mülkiyetin emeğe dayandığı durumlarda daha da tabiidir. Böylelikle de doğal eşitsizlik, mübadele düzeninden kaynaklanan toplumsal eşitsizlikle yer değiştirmiştir. Artık insanların kaderi, doğal niteliklerine ve yeteneklerine göre değil, mülkiyetlerine ve zekaları sayesinde mülkiyetlerini koruma ve artırma becerilerine göre şekillenecektir. Mülk sahipliği, saygı duyulan yegâne özellik olarak görülmeye başlanacağı için de insanlar çıkarları için daha çok sahip olmaya ya da sahipmiş gibi görünmeye çalışacak ve “olmak ve görünmek” arasında sıkışınca da her türlü ahlakî dejenerasyon ortaya çıkacaktır. Bu sayede, doğa durumunda özgür olan insanlar, toplum durumunda maalesef yeni ama doğal olmayan ihtiyaçların zoruyla hem eşyanın hem de mülkiyet sahibi hemcinslerinin kölesi durumuna düşeceklerdir. En güçlüler ya da en zavallılar kendi güçlerini ya da kendi ihtiyaçlarını başkalarının malları üzerinde bir hak haline getirecekleri için bozulan eşitliği bir kaos izleyecektir. Zenginlerin gaspları ya da yoksulların hırsızlığı doğal merhametin ve adaletin sesini boğarak, çatışmayı sürekli kılacaktır. Kaostan daha fazla zarar görmemek için zenginler; esas maksatları, yoksulları baskı altına almak, muhterisleri durdurmak, kendilerine ait olanın tasarrufunu sağlamak olan, ancak sözde herkesin uymak zorunda olacağı, hiç kimsenin dışında kalmayacağı, zengine ve yoksula karşılıklı ödevler yükleyecek adalet ve barış kuralları önererek toplumsal ve siyasal düzen kurmak isteyeceklerdir. Aldatılmaları kolay olan ve üstelik kendi aralarında çözümlenecek pek çok sorunları da bulunan yoksullar, özgürlüklerini güvence altına alacaklarına inanarak bu teklife gözü kapalı koşacaklardır. Yoksullara daha çok engel, zenginlereyse daha çok güç getiren, doğal özgürlüğü bir daha geri dönmemek üzere yok eden mülkiyete bağlı eşitlik kanununu kuran, ustalıklı bir gaspa hak payesi veren, bazı muhterislerin kârı uğruna bütün insan türünü her türlü zahmete, köleliğe ve sefalete boyun eğdiren, kısacası hak eşitsizliğini yaratan toplumun ve kanunların doğuşu böyle olsa gerektir. Hak eşitsizliğini savunan ve sürdüren, bu yolla kurulmuş bir toplumsal ve siyasal düzenin, hak eşitliğini esas alan bir toplumsal ve siyasal düzene dönüştürülmesi için, şüphesiz yeni devrimlere ihtiyaç vardır, ta ki yeni devrimler devleti meşru devlete yaklaştırsın. Özetle, Rousseau için, doğa durumunda hemen hiç bulunmayan hak eşitsizliği, gücünü ve artışını insanların yeteneklerinden ve aklın gelişmesinden alır. Özel mülkiyetin ve pozitif hukukun yerleşmesiyle de kendisini hem yasallaştırır hem de istikrarlı kılar. Açıktır ki pozitif hukukun izin verdiği maddî eşitsizlik, entelektüel eşitsizlikle aynı orantıda bulunmazsa doğal hukuka aykırı düşer. Sivil-siyasal toplumda egemen olan bu eşitsizlik türü konusunda ne düşünülmesi gerektiği de besbellidir. Böyle bir eşitsizlik, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, pozitif hukuk açısından nasıl yasallaştırılırsa yasallaştırılsın doğal hukuka kesinlikle aykırıdır. Erdemsiz bir budalanın erdemli bir bilgeyi yönetmesini istemek ya da çoğunluğun zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamadığı yerde, bir avuç azınlığın gereksiz ve lüks şeyler bolluğu içerisinde yüzmesini  hoş karşılamak, meşru görülebilir mi?[3]

Şüphe yok ki on sekizinci yüzyılın en derin ve en etkili düşünürlerinden biri Rousseau’dur. Aydınlanmanın başka hiçbir siması, egemen çevreler açısından ondan daha tehlikeli, halk açısından da ondan daha yararlı düşünceler üretmemiştir. Rousseau, modern döneme mensup bir siyasî düşünür olmasına rağmen gerek bireysel hayatından gerekse şahidi olduğu toplumsal ve siyasal tecrübelerden ötürü, neticede modern anlayışa tamamen aykırı, bir erdem savunusu yapmak zorunda kalmıştır. Siyasî düşüncelerinin odak noktası olan “genel irade” (milli irade) deyimi, bir yandan devrim ve romantizm akımlarını, diğer yandan da mülkiyet hakkını tanıyan orta-sınıf ağırlıklı; özgürlükeşitlik ve kardeşlik ideallerine bağlı cumhuriyetçilik akımlarını hazırlamıştır. Dünya tarihine Fransız Devrimi ile damgasını vuran “halk egemenliği” savunusu da elbette Rousseau’ya çok şey borçludur.[4]

 

[1] R. Wokler, Rousseau, Çev., C. Atila, Altın Kitaplar Yay., İstanbul, 2003.  __ V. Gültekin, Rousseau, Kastaş Yay., İstanbul, 2001.

[2] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev., V. Günyol, Adam Yay., İstanbul, 1994.

[3] J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev., R. N. İleri, Say Yay., İstanbul, 1990.

[4] Ed. David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, Çev., S. Taşçı, Metropol Yay., İstanbul, 2002.

Bu yazı Genel Felsefe, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.