Türkiye’de Siyasetin Temel Hedefi Nedir?

Sosyal ilişkilerin tanzimi açısından değerlendirildiğinde; siyasetin, toplumsal düzen ve kollektif sorumluluklar hususundaki tabi olunması gereken kurallar bütünü yani barışı sağlamak ve hukuku tahakkuk ettirmek üzere yürütülen kural koyma (yasama), kuralları uygulama (yürütme) ve ihtilafa düşüldüğü taktirde de kuralların resmî yorumunu yapma (yargı) şeklindeki faaliyetlerden ibaret olduğunu söylemek pekâlâ mümkün ise de tüm bu faaliyetlerin temel hedefinin şu ya da bu olduğunu söylemek çok da kolay değildir. Zira temel hedefin kim ya da kimler tarafından belirleneceği de kim ya da kimler için belirleneceği de büyük bir muammâ olarak karşımızda durmaktadır. Şahsî menfaatlerini her şeyin üstünde tutan birilerinin belirleyeceği hedef, başkalarının hedefiyle örtüştürülebilir mi? Muayyen bir azınlığın faydası gözetilerek belirlenen hedef, umumun selameti ile telif edilebilir mi? Herkesi tek tek saray kabilinden mekânlarda yaşatmak maddeten imkânsız olduğuna göre, kamu kaynakları ile “itibardan tasarruf edilmez” deyip, kendilerine saray inşa ettiren birilerinin hedefi ile diğerlerinin hedefi bağdaştırılabilir mi? Kamu görevi yürüten herkese tek tek üç-beş maaş verilemeyeceğine göre, üç-beş maaş verilip semirtilen kapı kulu zevatla diğerlerinin hedefi uzlaştırılabilir mi? Bir avuç faiz zengini haraminin daha da zengin olmasını sağlamaya matuf kur korumalı mevduat hesabı yaftalı ekonomik hedef, emeğiyle kıt-kanaat yaşamaya çalışan insanların hedefi ile aynileştirilebilir mi? Milyar dolarlara baliğ devlet garantisi ve adrese teslim kamu ihaleleri tarzında inşa ettirilen; geçilmeyen köprüler, inilmeyen havalimanları, gidilmeyen şehir hastaneleri vs. formatındaki birilerine yönelik servet aktarımı hedefi, umumun selameti hedefi ile birleştirilebilir mi? Bu sualler zaviyesinden bakıldığında; acaba siyasetin temel hedefi, kollektif iyiliği sağlamak mıdır yoksa şu ya da bu dinin emirlerini yerine getirmek midir yoksa güçlü olanın keyfî iradesine uymak mıdır yoksa bireysel özgürlük, eşitlik ve ekonomik refahı temin etmek midir? Açıktır ki bu nevi sualler; Platon’dan (MÖ. 427-347) beri, rasyonel düşünebilen insanlar için daima cevabı aranan sualler olmuşlardır. Bu suallerden hareketle cevaplandırılmak istenen asıl şeyse şüphesiz “Nasıl yaşamak gerekir?”“Ne tür bir hayat insanı mutlu eder?” sualleridir.

Suallerin ilk rasyonel cevabını Platon; “Siyasetin temel hedefi, kollektif iyiliği gözetmektir.” biçiminde vermektedir. Ona göre; evrende var olan her şeyin doğal bir fonksiyonu vardır ve doğallığın dışına çıkmak asla doğru diye nitelendirilemez. Mesela; çobanın, köpeğin ve koyunların doğası ve fonksiyonları dikkate alındığında, bunlardan birinin, diğerinin yerini alması mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Koyundan köpek, köpekten çoban olması istenebilir mi? Hepsinin niteliğinin farklı olduğu apaçıktır. Öte yandan insan bedeni göz önünde tutulursa aklın, ellerin ve ayakların fonksiyonları elbette aynileştirilemez. Ayakların ya da ellerin aklın fonksiyonunu icra etmesi mümkün müdür? Binaenaleyh; aklın fonksiyonunu icra eden insanın yönetici, ellerin fonksiyonunu icra eden insanın koruyucu, ayakların fonksiyonunu icra eden insanın da işçi-emekçi olması doğasının gereğidir. Nitelikleri doğuştan farklı olan insanlardan, iyi bir kafanın toplumu yönetmesi iyi; kötü bir kafanın yönetmesiyse behemehal kötü olacaktır. Doğal-fonksiyonel yaklaşımı benimseyen Platonsürüköpek ve çoban benzetmesiyle toplumu, üç kategoriye ayırmaktadır. Halk, sürü; koruyucular (asker-polis) köpek ve filozof-bilge yönetici de çoban fonksiyonunu icra ederler. Yani herkes her türlü fonksiyonu gerçekleştiremez zira insanlar yaratılıştan birbirlerinden farklıdırlar ve kimi şu işe kimi de bu işe daha yatkındır. Doğal yetenek, toplumsal iş bölümünde de hiyerarşik yapıda nerede yer alınacağını da belirleyen temel faktördür. Platon’un; çoban, köpek ve sürü metaforu Kur’an eksenli olmasa da Geleneksel İslam kaynaklarında da mevcuttur. Buhârî (Vesâyâ 9) ve Müslim (İmâre 20) gibi Hadis kitaplarında Peygamber’e izafeten nakledilen rivayete göre; Hazreti Muhammed şöyle demiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi bir çobandır ve güttüğü sürüsünden sorumludur.” İslam dünyasındaki totaliter-hiyerarşik rejimlerin tarihsel meşruiyet argümanı işte bu rivayettir. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, otokratik yönetim anlayışını meşrulaştırırken kullandığı ana argüman da yine bu rivayettir. Platon; öngördüğü bu totaliter-hiyerarşik toplumsal-siyasal sistemin varlığını ve sürekliliğini de a priori doğru  diye kabullendiği “güzel  yalan” eksenli eğitim-öğretim sistemine dayandırır. Eğitim-öğretim; esas itibarıyla, devleti dışarıdan düşmanlara, içeriden de dostlara karşı koruyacak ve önderlerin koyduğu kuralları ödev olarak benimseyecek insanları yetiştirmekten ibarettir. Çocuklara öğretilecek olan her türlü masalın, trajedinin, komedinin, şiirin, müziğin, jimnastiğin ve bütün sanatların fonksiyonu ödev şuurunda gizlidir. İnsanları ödevin zorunluluğuna inandırmak için evvela bir “güzel  yalan” bulunacak, ilkin kapı kulu idareciler ve yardımcıları sonra da yurttaşlar buna iknâ edilecektir. Platon’un söz konusu “güzel yalan”ı şudur: “Tanrı, toplumun baş tacı etmesi gereken insanlardan, önder olarak yarattıklarının mayasına altın; önderlere yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş; üretici olarak yarattığı çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu vaki ise de daha çok ‘benzer benzerini doğurur’. Tanrı, önderlere, çocuklara iyi hamilik etmelerini, onların mayalarında ne olduğunu dikkatle araştırmalarını ve herkesi hamuruna göre işe koşmalarını buyurmuştur. Mayası karışık olanların önderlik etmeye başladıkları gün şüphesiz devlet yıkılacak, toplum yok olacaktır”.[1] Eğitim-öğretim, işte bu türden yalanların insanlara benimsetilmesinin yegâne vasıtasıdır. Totaliter-hiyerarşik siyasal sistemlerin resmi eğitim-öğretimi mecburi tutmaları, şüphesiz boşuna değildir. Tüm bu mecburiyetlerin arka planında, devletin determine ettiği insan profili yatmaktadır. Elbette ki öncelikle hedeflenen şey, fertlerin kendi iyilikleri için gerekli şeyleri öğrenmelerini sağlamak değil, devletin (egemenlerin) çıkarlarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan günümüze, her dönemde bu anlayışın izlerini görmek pekâlâ mümkündür. Tekparti dönemi CHP’sinin “din dışı (din karşıtı) nesil” yetiştirme anlayışının da tek-adam dönemi AKP’sinin “dindar nesil” yetiştirme anlayışının da ilham kaynağı besbelli ki Platoncu zihniyettir. Otokratik rejimlerin şüphe yok ki böylesi “güzel yalan”lara ihtiyacı vardır. Elbette ki insanların doğal yetenekleri farklıdır. Ancak bu farklılıklar; siyasal zeminde, hukuk zemininde niçin eşitsizliği gerekli kılsın? Neyin haklı neyin haksız olduğuna karar verebilmenin, resim veya müzik gibi doğal bir yeteneği gerektirdiği iddiası, nasıl rasyonel bir iddia olabilir? Yeteneği, emeği veya şansına bağlı olarak insanların farklı ekonomik ya da sosyal statü edinmeleri doğal karşılanabilir ise de hukuk karşısında farklı, imtiyazlı muamele görmeleri asla doğal karşılanamaz. Rasyonel ve empatik bir fırsat eşitliği ilkesi kabullenildiği taktirde, köylü ya da işçi çocukları niçin yetenekleri veya emekleri yahut da şanslarına aykırı olarak sınırlı statü ve rollere mahkum edilsin? “Benzer benzerini doğurur.”diyerek, aksini istisna kılmak ve insanlara nesne-hayvan muamelesi yapmak nasıl rasyonel ve adil olabilir? Bazı insanların, insan-üstü diye benimsetilmeye çalışılması, onların gerçekte insan-üstü olduklarından değil, yalnızca Platon’un “güzel yalan” dediği şeyle kabil olmaktadır. Bir insan kendisi gibi insan olduğu halde başka birilerini “insan-üstü” olarak görüyorsa şüphe yok ki o kişi “güzel yalan”a inandırılmış yani insanlıktan çıkarılıp nesne-hayvan derekesine düşürülmüş biridir. Platon’un hatası; siyaseti, muayyen doğal yeteneklere mahsus a priori bir bilgi, (yalnızca yeteneği olanın ressam, şarkıcı olması gibi) bir sanat olarak görmesidir. Acaba hırsızlığın hırsızlık olduğuna karar verebilmek için yalnızca insan olmak yeterli değil midir? Açıktır ki siyasetin temel hedefinin Platon vâri belirlenmesi “kollektif iyilik” adına uydurulmuş bir “güzel yalan”dan ibarettir.

Siyasetin temel hedefinin dinî emirleri yerine getirmek” olduğu iddiası teolojik düşünen insanlara aittir. İddianın tarihî tecrübe itibarıyla evvela Ortaçağ Hıristiyan dünyasında zuhur ettiği söylenebilir ise de bu tasavvurun, tüm dinler, dolayısıyla da İslam dini için de bahis mevzuu olduğuna kuşku yoktur. İddianın esas ayırt edici özelliği, dinî ve siyasî otoritenin tek elde, dinî önderin etrafında toplanmasını öngörmesi değil, toplumsal ve siyasal düzenin din ekseninde tanzim edilmesini benimsemesidir. Bu çerçeveden bakıldığında din, toplumsal düzenin omurgasını teşkil eder ve siyasî iktidarın da nihaî meşruiyet kaynağıdır. Beşinci yüzyılın sonlarına doğru, Papa Gelasius (492-496 Roma Piskoposu) tarafından ileri sürülen bu yoruma göre; Mesih, hem rahip hem de kraldı ama insan doğasının kötülüğünü ve zayıflığını bildiği için iki görevi birbirinden ayırdı. Dinî iktidara insanların dinî ve ruhanî selametini; siyasî iktidara da dünyevî ve maddî idaresini bıraktı. Dinî iktidarın da siyasî iktidarın da nihaî kaynağı Tanrı’dır. Dinî ve dünyevî otoriteyi dengede tutmak isteyen Gelasiusçu “iki erk” doktrini, Kilise ve İmparatorluk arasındaki rekabet on ikinci yüzyıla doğru iyice keskinleşince, terk edilmiştir. Kilisenin üstünlüğünü savunan Papistler tek bir otoritenin var olduğunu, bunun da Kilise olduğunu ileri sürmeye; Anti-Papistler de yine tek bir otorite olduğunu ancak bunun da kral ya da imparator olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Papist öğretinin en önemli temsilciliğini Batı’da, Salisburyli John (1120-1180) yapmıştır. Siyasî görüşlerini aktardığı “Policraticus” (Devlet Adamının Kitabı) adlı eser, SaintAugustinus’un (354-430) “Tanrı Devleti” adlı eserinden sonra kapsamlı siyasal incelemelerin yapıldığı ilk eser olarak kabul edilir. Policraticus’ta Salisburyli John, her hususta Kilisenin mutlak üstünlüğünü ileri sürmüş ve dünyevî iktidarın, dinî otoriteye tabi olması gerektiğini savunmuştur. Salisburyli John’a göre; ruh, insan bedeni üzerinde nasıl egemense, dinî otorite de bir organizma olan toplumun bütünü üzerinde öyle egemen olmalıdır. Organizmadaki başın devletteki karşılığı, hükümdardır. Toplumun başı olan hükümdar, aynı zamanda Tanrı’nın uyruğu olarak, onun dünyadaki temsilciliğini de yapan kişidir. İdarî ve siyasî işleri yürüten senato/meclis ya da şura ise bu yapı içerisinde kalbin yerini tutar. Valiler ve yargıçlar gözler, kulaklar ve dilin; memurlar ve askerler ise ellerin görevini yerine getirir. Nihayet ayaklar, daima toprağa bağlı olan çiftçilerdir. En güçlü gövde bile ayakların desteğinden yoksun kaldığında yürüyemeyeceğinden, ayaklar ya da diğer bir ifadeyle çiftçiler, bütün gövdenin ağırlığını taşımaları hasebiyle korunmaları gereken en önemli unsurdur. Toplumu yönetmesi için kutsal irade tarafından iktidara getirilmiş olan hükümdar; bazen ilahî takdirin görünmeyen yardımlarıyla, bazen Tanrı’nın yani Kilisesinin kararıyla bazen de mutabakata varan halkın oylarıyla iktidarını icra eder. Dinî iktidar gibi dünyevî iktidarın da sahibi olan Kilise, dünyevî iktidarı sadece hükümdarın eliyle kullanır. Bunun tek anlamı, hükümdarın, Kilisenin sahip olduğu gücü kullanan bir temsilci ve rahipler tarafından yürütülmesine gerek olmayan işleri idare eden kişi olduğudur. Tanrı’nın ve Kilisenin buyruklarına uymayan hükümdarın iktidarı meşru olamaz. Böyle bir hükümdar, sadece bir tiran demektir ve iktidardan düşürülmesinde başka bir yol bulunamadığı taktirde kılıçtan geçirilerek katledilmesi dinî bir vecibedir.[2] Siyasetin temel hedefinin dinî emirleri yerine getirmek” olduğu iddiasının İslam dünyasındaki en önemli temsilcisi de Ali el Maverdî’dir (974-1058)Maverdî’ye göre; adalet, meşru siyasetin yegâne kriteridir. Halkına adil davranmayıp zulmeden bir devletin uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Zira “Mülk, küfür (İslam’ı red) ile devam edebilir ama zulüm ile devam edemez”. Devlet; adalete riayet ettiği taktirde ancak toplumsal istikrar muhafaza edilebilir. Aksi haldeyse dejenerasyon kaçınılmaz olacak ve yıkım gerçekleşecektir. Öte yandan, devlet idaresinde bulunmak, bir imtiyaz değil, bir görevdir. Yöneticiler de dâhil, hiç kimse hukukî anlamda imtiyazlı olmamalıdır. Kamu işlerinin yürütülmesinin bir sorumluluk olduğunun en açık delili, Peygamberin “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” hadisiyle Kur’an’da zikredilen “Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife / devlet başkanı yaptık, o halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Heva ve hevesine tabi olma…” (Kur’an 38/26) ayettir. Toplumu adil bir biçimde yöneten devlet başkanı / halife hem kendi hem de onunla birlikte amel edenlerin mükâfatını kazanır. İçinde bulunduğu toplumu kötü bir şekilde yöneten devlet başkanı, halife ise hem kendi günahlarını hem de onunla birlikte hareket edenlerin günahlarını üstlenir. Allah, toplumda işlerin düzelmesini yöneticilerin doğru olmalarına bağladığı gibi, bozulmasını da yöneticilerin bozulmalarına bağlamıştır. Çünkü bir toplumda yöneticiler, bedendeki kalbe, yönetilenler de diğer organlara benzerler. Kalbin tefessühü, tüm bedenin tefessühüne yol açar.[3] Meşru siyasetin başlıca vazifeleri de şunlardır:

  • Kur’an’da bildirilen emir ve yasakları aynen uygulamak.
  • İnsanların can, mal ve yol emniyetini sağlamak suretiyle, geçimlerini temin etmek.
  • Zulmü engellemek, mazlumları korumak ve insanlar arasında cereyan eden ihtilafları çözmek.
  • Müslüman olmayanlara İslam’ı tebliğ ve ya Müslüman ya da zimmi olmalarını sağlamak.
  • Müslümanların, zimmilerin ve anlaşmalı olan toplumların mallarına ve canlarına kastetmeye kalkışabilecek düşmanlara karşı savaş hazırlığı yapmak.
  • Baskıya yol açmadan zekât ve diğer vergileri toplamak.
  • Devlet hazinesinden, muhtaçlara yeterli ölçüde yardımda bulunmak.
  • Kamu işlerini yürütecek, ehil görevlileri tayin etmek ve onları denetlemek.
  • Kamu görevlerinin, ibadet bahanesiyle aksatılmasına engel olmak.[4]

Maverdî; aslî vazifelerini ifa etmeyen devlet başkanı / halifenin görevden uzaklaştırılabileceğini yani azlinin mümkün olduğunu da söyler. Devlet başkanı / halife; dinî vecibeleri yerine getirip, meşru dairede kamu görevini yürüttüğü takdirde ona itaat bir zorunluluktur ancak meşru dairenin dışına çıktığı takdirde görevden uzaklaştırılmalıdır. Azli gerektiren şartlar şu şekildedir:

  • Adaleti terk etmek. Devlet başkanı / halife, gayrimeşru arzularına kapılmak suretiyle, kötü fiiller işlemeye ve dinen yasak olan şeyleri yapmaya başlarsa görevini ihlal etmiş ve icra makamından düşmüş sayılır. Yaptıklarından pişman olup düzelse dahi artık muteber addedilemez.
  • Zihinsel ya da bedensel fonksiyonlarından bazılarını yerine getiremez duruma düşmek.
  • Savaş veya isyan durumlarında esir düşmek ve kurtuluş imkânı bulamamak.

Böylesi durumlar gerçekleştiğinde yapılacak olan şey, yeni bir devlet başkanı / halife seçmektir. Yenisi seçildikten bir süre sonra eskisi esaretten kurtulup dönse dahi görev, artık onun için söz konusu değildir. Maverdî; azil konusunu şu şekilde de değerlendirmektedir: Devlet başkanı / halifenin dinî değerlerden uzaklaşması ve ehil olmayanları kamu makamlarına ataması, dini kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamaya ya da yorumlatmaya çalışması vs. görevine aykırı davrandığını gösterir. Binaenaleyh, bir devletin yönetimi ya ihmal ve acizlikten veya zulüm ve haksızlıktan dolayı çözülmeye mahkûmdur. Kadim düşünürlerden rivayet odur ki devlet bir meyveye benzer. O meyveye dokunmak başlangıçta güzel ve hoştur ancak tadı acıdır. Meyve geliştikçe yumuşar ve tadı güzelleşir. Olgunlaşmanın tamamlanmasıyla da bozulmaya, çürümeye ve yok olmaya yüz tutar. Devletin durumu da böyledir.[5] Açıktır ki siyasetin temel hedefinin “kollektif iyilik” olduğu iddiası gibi dinî emirleri yerine getirmek” olduğu iddiası da problemlidir. Her ne kadar adalet kriteriyle dile getirilse de adaletin hangi din ya da dinî yorum ekseninde tanımlanacağı muammâlığını korumaktadır. Zira bütün dinler kendi doğruluklarını yine kendi içlerinde temellendirirler. Hiçbir din için dışardan bir doğruluk kriteri (aklî kriter) yoktur. Dolayısıyla da uygulamada otoriter ve totaliter olmak zorundadırlar. Şii İran rejimi ve Taliban Afganistan rejiminin de ispat ettiği üzere, otoriter ve totaliter sistemler umumun selametini (genel mutluluğu) temsil etmemektedirler.

Siyasetin temel hedefinin güçlü olanın keyfî iradesine uymak” olduğu iddiası, maatteessüf rasyonelleşmemiş insanlardan müteşekkil tüm toplumların bir gerçeğidir. “İktidarın bekası için tevessül edilen her yol mubahtır.” diyen Machiavelli (1469 – 1527) de “İnsan insanın kurdudur.” diyen Hobbes (1588 – 1679) da “Devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır.” diyen Marks (1818–1883) da bir biçimde bu gerçeğe işaret etmişlerdir. Machiavelli“Hükümdar” adlı eseriyle erdem (fazilet) öğretisini radikal bir biçimde siyasetten dışlayan ilk kişidir. Bu anlamda ilk modernleşme dalgası kendisini Machiavelli ile gösterir. Machiavelli için devlet; klasik siyaset filozoflarının dediği gibi kollektif iyiliği, erdemi (fazileti) gerçekleştirmenin bir aracı değil, aksine her şey devletin, iktidarın bekası için bir araçtır. Devletin yani iktidarın bekası, her türlü erdemsizliği (faziletsizliği) “meşru” kılar. Machiavelli“Hükümdar” (Prens) adlı eserinde güçlü bir siyasal yönetimin tesis edilebilmesi için bir hükümdarda bulunması gereken özellikleri şöyle anlatır: Bir hükümdar; iktidarda kalmak istiyorsa hoşgörülü olmamalı, kaba güç kullanmaktan çekinmemeli, yeri ve zamanı geldiğinde her türlü manipülasyona ve siyasî manevraya başvurmaktan kaçınmamalıdır. Sevilecek biri olmaktansa korkulacak biri olmak yeğdir. İnsanlar nankör, değişken, içten pazarlıklı, riyakâr, korkak ve çıkarcıdırlar; hükümdar, iktidarını insanların sözlerine bağlamamalı kendi hazırlığını kendi yapmalıdır. İnsanlar korkulan bir hükümdardan çok, sevilen bir hükümdara daha kolay zarar verirler. Çünkü sevgi bir duygusal bağdır ve insanlar doğaları gereği çıkarları söz konusu olduğunda o bağı rahatlıkla koparır atarlar. Oysa korku bağı insanın hiç aklından çıkaramadığı ceza ve cezalandırılmak kaygısıyla örülmüştür. Hükümdar korku salmayı öyle ölçüler içinde yapmalı ki sevgi kazanamıyorsa da nefret de kazanmamalıdır. Sevmek insanların iradesine bağlı, korkmak hükümdarın; akıllı bir hükümdar başkalarının değil, kendi elinde olana güvenmeli ancak üzerine kin ve nefret çekmekten de uzak durmalıdır. Büyük işler yapan hükümdarlar başkalarının sözüne güvenen kişiler değil, kurnazlıklarıyla insanların akıllarını çelmeyi beceren kişilerdir. Hükümdar, halka öyle bir izlenim vermeli ki onu duyan, onu gören herkes ne kadar merhametli, sözünde duran, dürüst, insancıl, dindar demeli. Dindar görünmesi hiçbir şeyin gerekli olmadığı kadar gereklidir. Hükümdar; halka erdem sevdalısı olduğunu göstermeli, erdemli ve yetenekli insanları kollayarak uğraşlarında öne çıkanları onurlandırmalı, insanların rahatlıkla işlerini yapabilecekleri konusunda onları yüreklendirmeli, devletini zenginleştirecek olanlara ödüller dağıtmalı, yılın belirli zamanlarında yurttaşlarını oyalamak için festivaller ve şenlikler düzenlemeli, daima birlik ve beraberliği vurgulamalı, her şeyde öne çıkması gereken konumunun onur ve saygınlığını koruyarak kendisini örnek gösterip insanlık ve soyluluk dersi vermeli ancak iktidarının bekası için gerektiğinde her şeyi yapabilmelidir. Hükümdarın tek gayesi, iktidarını tesis etmesi ve devamını sağlaması olmalıdır. Bu uğurda her türlü aracı kullanması da meşru ve mubahtır. Başarılı olduğu takdirde, kullandığı bütün vasıtalar halk nezdinde makbul ve övülmeye değer bulunacaktır. Halk, daima gördüğüne ve olana bitene nispetle hüküm verir. Esasen halk, avamdan ibarettir. Havas olan azınlığın sözü ancak çoğunluk olan avam ne tarafı tutacağını ya da ne yana göre hüküm vereceğini bilmediği zaman dinlenir. İktidarı kazanmanın ve iktidarda kalmanın aslında hükümdarın çıkarına değil, daha ziyade devletin bekası ve ülke için zaruret, halkın menfaati için gerekli olduğu avamı ikna edebilecek tarzda anlatılırsa  avamdan ibaret olan halk mutlaka buna inanacaktır. Halk bir defa gayenin meşruiyetine inandırıldı mı geriye kalan sadece “kazanmak” için mücadele etmektir. Mücadelede her türlü yola tevessül etmek de mubahtır.[6] Zira zaruretler haramı helal kılar. Zira siyaset yalnızca “menfaat” üzerine kuruludur ve siyasete talip olanlar için yapılması gereken, iktidarı hangi yolla olursa olsun ele geçirmek ve devamını sağlamaktır. Haddizatında Machiavelli’nin özelde yaptığı şey, reel-politiğin bilinen kirli yüzünün dürüstlükle ifşa edilmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamda aslında yeni bir şey icat etmemiş, yeni bir norm keşfetmemiş, siyasetin  pratikteki halini, her daim gerçek olan yüzünü resmetmiş, iktidarların sırlarını ifşa etmiştir. Herkesin olmasa bile insanlara emretme yetkisini elinde tutan kesimin yani icra makamını işgal edenlerin kahir ekseriyatının “erdem” (fazilet) kisvesi altında sakladıkları gerçek yüzlerini, eylemlerinin arka planındaki esas mantığın şifrelerini bilmemesi gerekenlere açık etmiştir: “Güçlü olan haklıdır ve iktidar uğruna yalan, talan, hıyanet, cinayet kabilinden her türlü sahtekârlık, her zamanda ve her zeminde geçer akçedir.”[7] Machiavelli’in, kaos halindeki dönemin İtalya’sında seslendirdiği düşüncelerin benzerini, yine kaos halinde bulunan dönemin İngiltere’sinde seslendiren bir diğer filozof da Thomas Hobbes’tur. Hobbes’a göre; insanlar doğal olarak özgür ve eşit yaratılmış varlıklardır. Zihinsel yetenekleri bakımından öylesine “eşit” yaratılmışlardır ki iki insan arasında görülen fark, birinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu iddia etmesine yetecek kadar pek de fazla değildir. İnsanlar; yetenek eşitliğinden ötürü, arzularına ulaşma umuduna da eşit ölçüde sahiptirler. Doğal özelliklerinin başında da herkeste var olan ve ancak ölümle sona eren durmak bilmez bir “güç isteği” bulunur. Güç isteğinin sebebi; insanın iyi yaşamak için sahip olduğu imkânların daha fazlasını elde etmeksizin tatmin olamayacağı gerçeğidir. Binaenaleyh insana yönelik, nihaî bir etik gaye (finis ultimus) veya en büyük iyilik (summun bonum) diye bir şey yoktur. Mutluluk, arzuların sürekli tatminidir. Bununla birlikte, insanın eğilimlerinin ya da iradî eylemlerinin hedefi, doyumlu bir hayatın elde edilmesinden öte, güvenli kılınmasına da yöneliktir. Bu da elbette yine güçle mümkündür. Şüphe yok ki bu durum her insan için söz konusudur. Dolayısıyla, arzuların tatmini ve güvenceye alınması, insanlar arasında rekabeti de düşmanlığı da savaşmayı da zorunlu kılar. Bir rakibin arzularına kavuşmasının yolu, diğerlerinin yerinden edilmesinden, kovulmasından, baskı altına alınmasından ya da öldürülmesinden geçer. Tabiatıyla iki insan, aynı anda sahip olamayacakları tek bir şeyi arzu eder ve onu elde etmeyi hedeflerlerse birbirlerine düşman olacak, o uğurda savaşacak, birbirlerini egemenlik altına almaya ya da yok etmeye çalışacaklardır. Varlığını ve sahip olduğu şeyler üzerindeki tasarruf hakkını sürdürebilmek için insanların doğa durumu şartlarında savaşmaktan başka bir alternatifleri yoktur. Çünkü her insanın doğasında rekabet, güvensizlik ve şan-şöhret tutkusu gibi temel savaş nedenleri bulunur ve herkesin korkup sayacağı müşterek bir otorite (devlet) ve müşterek yasalar da olmadığından herkes herkese karşı savaşmak zorundadır. Yani doğa durumu; insanları bağlayan hiçbir müşterek otoritenin ve müşterek yasanın bulunmadığı, buna karşılık mutlak özgürlüğün ve mutlak eşitliğin geçerli olduğu, “tek yasa”sı “herkesin her şeye hakkı vardır” ilkesi olan bir savaş, bir kaos halidir. Doğa durumunda “İnsan insanın kurdudur.” (homo homini lupus) ve “herkesin herkesle savaşı” (bellum omnium contra omnes) kaçınılmazdır. Öte yandan Hobbes, sahip olma ve sahipliği sürdürebilme arzusunun yanı sıra; insanın rahatlık ve boş zaman isteğinden ve yaralanma ve ölüm korkusundan kaynaklanan müşterek bir güce itaat etme arzusundan da bahseder: Korkuların kaynağı sadece diğer insanlar değildir. Eşyayla ilgili doğal nedenlerin bilinmemesi de doğru ve yanlışın ne olduğunun bilinmemesi de başarıya götüren nedenlerin bilinmemesi de anlayış kıtlığı da birer korku kaynağıdır. Ne zaman ki insanlar doğa durumu şartlarından çıkmaya ve sivil bir hayat inşa etmeye karar verirler, işte o zaman bu doğal nitelikler sivil hayata uyarlanırlar ve kontrol altına alınırlar. Aksi durumda, yani doğa durumunda doğal özellikler ve bunlardan kaynaklanan doğal haklar güç isteğini tatmine devam edecektir. Bu noktadan hareket eden Hobbes; siyaset anlayışını “insan neyse devlet odur” şeklindeki argüman üzerine kurar. Güç peşinde koşan sınırlı kötücül insan doğasını zapturapt altına alabilecek olan yegâne güç; mutlak kötücül doğaya sahip olan Leviathan’dır. Leviathan; “ölümlü tanrı” yani “devlet”tir. Sözleşme ile kurulacak olan devletin temel motivasyonu da yine doğal duygulardır. Ölüm korkusu, rahat bir hayat arzusu, çalışarak elde etme umudu ve benzeri gibi motivasyonlar, doğal olarak insana savaş ve kaos halinden çıkmanın zorunluluğunu gösterecek ve akıl da onların üzerinde anlaşabilecekleri barış şartlarını belirleyecektir. Herkesin her şeye hakkının olduğu doğa durumunda, insanların bütün yolları kullanarak kendilerini korumaları nasıl ki duyguların ve aklın işaret ettiği bir doğa yasası ise barışı aramaları ve izlemeleri de o ölçüde duyguların ve aklın işaret ettiği temel bir doğa yasasıdır. Barışa ulaşmak için çalışmayı emreden temel doğa yasasından şöyle bir yasa daha çıkar: “Diğer insanlar da aynı şekilde düşündükleri taktirde, bir insan barışı ve kendini korumayı istiyorsa her şey üzerindeki mutlak doğal hakkından vazgeçmeli ve başkaları için kabul edebileceği ölçülerde özgürlükle (hakla) yetinmelidir.” Ancak herkes her şey üzerindeki mutlak doğal hakkını bırakmayı kabul eder de başkaları için evet diyebileceği ölçülerde özgürlükle (hakla) yetinirse doğa durumundan çıkış mümkün olacaktır. Bu hususta geçerli olacak temel yasa da “altın kural”dır: “Kendin için istediğin şeyleri başkaları için de iste. Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkalarına da isteme.” Tabiatıyla bu sözleşme; insanların rıza ve iradeleri ile gerçekleşir. Ancak, unutulmamalıdır ki sözleşmelerin gücü kendilerinden kaynaklanmaz. Çünkü hiçbir şey bir insanın vaadinden daha kolay bozulamaz. Onların gücü, ihlal edildiklerinde ortaya çıkacak olan kötülüklerden korkulmasından kaynaklanır. Herkesi sözleşmelerine uymaya zorlayabilecek ve uyulmadığı taktirde de cezalandırabilecek yegâne korku kaynağı ise “devlet”tir. Devletin (kılıcın-silahın) gücü olmadıkça sözleşmeler sözden ibarettir. Kısacası devlet; büyük bir topluluğun üyelerinin güvenlik, ortak savunma, barış ve rahat bir hayat için, birbirleriyle yaptıkları sözleşme sonucu, güç ve imkânlarını içlerinden birine, onun uygun bulacağı şekilde kullanmak üzere devretmeleridir. Sözleşme; devletle değil, insanların kendi aralarında yapılır. İnsanlara, can güvenlikleri haricinde, devletin müdahale edemeyeceği hiçbir husus yoktur. Devletin yönetim tarzı ister despotik olsun ister demokratik, hepsi insanların rıza ve iradesinin eseridir. Dolayısıyla sistemlere şu ya da bu bakış açısından hareketle bir takım kötülükler yüklenmesi anlamsızdır. Yönetim tarzı her ne olursa olsun, devletin gücü mutlaktır ve sözleşmeye dayandığı içi de  meşrudur.[8] İstisnasız, mevcut siyasal sistemlerin hepsinin güçlü olanın keyfî iradesine uymak” olduğu gerçeğine, “Devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır.” diyerek parmak basan en önemli düşünür belki de Karl Marks’tır. Marks’a göre; siyasal ilişkileri ifade eden ideolojik formasyonlar, bir zihin işi değil, mülkiyet ilişkileri ile ilgili tarihsel gelişmenin bir sonucudur. Bu formasyonları oluşturan temel faktör de tarımticaret ya da sanayi biçimindeki üretim tarzları yani somut tarihsel şartlardır. Bu açıdan bakıldığında; ilk tarihsel olay, temel ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan araçların üretimi, yani maddî hayatın kendisinin üretimidir. İnsanların hayatlarını üretirken giriştikleri ilk toplumsal ilişki, aynı zamanda doğal da olan aile ilişkisidir. Başlangıçtaki tek toplumsal ilişki olan aile ilişkileri hem ihtiyaçların hem de nüfusun artmasıyla daha büyük ölçekli ve yeni toplumsal ilişkilere dönüşür. Bilinç denilen şey de esasen insanların birbirleriyle giriştikleri bu maddî alış-verişlerin zorunluluğuyla ortaya çıkar. Dolayısıyla bilinç, toplumsal bir üründür ve her zaman da öyle kalır. İlk evrelerde bilinç, hayatın doğallığından ötürü, basit bir sürü bilincidir. Kabile ya da aşiret bilinci de denilen bu sürü bilinci; nüfusun, ihtiyaçların ve dolayısıyla işbölümünün ve üretkenliğin de artmasıyla gelişir ve olgunlaşır. Öte yandan işbölümü, maddî ve entelektüel bir işbölümüne dönüştüğü andan itibaren gerçek işbölümü haline gelince, bilinç; mevcut pratiğin bilincinden başka bir şey olduğunu, gerçek bir şeyi temsil etmeksizin bir düşünceyi gerçek olarak temsil ettiğini sanmaya başlar. Buna bağlı olarak da ideolojiler üretmek durumunda kalır. Ancak, bilinç tarafından üretilen bu ideolojiler, önünde sonunda mevcut toplumsal ilişkilerin, mevcut üretici güçlerle çelişmesine de neden olur. Bu çelişmenin kaçınılmaz sonucu da tabii ki çatışma ve savaştan başka bir şey değildir. Aile içerisindeki doğal işbölümü, toplumun farklı farklı ve birbirine karşıt ailelere ya da gruplara ayrılışıyla birlikte doğallıktan çıkınca, bütün bu çelişkilere yol açar. Doğal olmaktan çıkan işbölümü, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da hem işin ve ürünlerinin eşit olmayan bir dağılımını, üleştirilmesini, hem de aynı zamanda tek bir ferdin ya da muayyen bir grubun çıkarıyla birbirleriyle ilişkisi bulunan bütün fertlerin (toplumun) kollektif çıkarları arasındaki çelişkiyi içerir. Haddizatında asıl çelişki, özel çıkar ile kollektif çıkar arasındaki çelişki olup; bu çelişki, kollektif çıkarı, devletsıfatıyla ama her zaman aldatıcı bir ortaklık görünümü altında, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. İşbölümü tarafından determine edilen bu cinsten bütün örgütlenmelerin arka planında esasen, diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan sınıfın çıkarları bulunur. Buradan çıkarılması gereken sonuç, bu sınıfın, gerektiğinde kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere, siyasal iktidarı ele geçirmek zorunda olduğudur. Dolayısıyla kollektif ve kollektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çatışan özel çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı kollektif çıkarların devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve frenlemesini zorunlu kılar. Kısacası devlet, kollektif mülkiyetten ayrışan özel çıkarların ve özel mülkiyetin teşekkülü neticesinde, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, diğer sınıfları egemenliği altında tutabilmek maksadıyla, manipülatif kollektivitenin, bir aldatmacadan ibaret olan genel çıkarların muhafazası adı altında örgütlenmesinden ve bu örgütün, güya toplumun dışında muayyen bir varlık kazanmasından başka bir şey değildir.[9] Mevcut üretim şartları ve mülkiyet ilişkileri değiştirilemediği, bir başka ifadeyle üretim araçları kollektif mülkiyet altına alınmadığı, merkezi planlama aracılığıyla herkese iş verilip, yine herkese üretime katkıda bulunduğu oranda pay dağıtılmadığı taktirde egemen sınıfın baskı aracı olan devletten kurtulmanın imkânı yoktur.[10] Açıktır ki siyasetin temel hedefinin güçlü olanın keyfî iradesine uymak” olduğu iddiasını inkâr etmek pek de kolay değildir. Bu gerçeğe işaret edilen; Machiavelli’nin (1469–1527) ya da Hobbes’in (1588–1679) yahut da Marks’ın (1818–1883) yaşadığı günlerden bugüne çok şeyin değiştiğini söylemek de oldukça zordur.

Siyasetin temel hedefinin bireysel özgürlüğün, hukukî eşitliğin ve ekonomik refahın temini” olması gerektiği tezini savunan düşünürlerin belki de en önemlisi John Locke’tur (1632–1704)Locke değerlendirmelerine; toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahısların, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark, Adem’in varisleri oldukları, siyasî otoritenin ilahî ve doğal bir hak olarak Tanrı tarafından onlara bahşedildiği, buna karşılık yöneticiler haricindeki insanların özgür doğmadıkları, onlar için hayatın ve köleliğin birlikte başladığı ve bu durumun da değiştirilemeyeceği yani yöneticilerin doğal hakları dışında, insanların doğal haklarından bahsedilemeyeceği, onların yaratılıştan kralların ya da padişahların köleleri oldukları, bütün devletlerin de bu nedenle mutlak-monarşik bir form taşıdıkları dolayısıyla da siyasetin hedefinin de meşruiyetinin de “din” tarafından belirlendiği iddialarını[11] eleştirerek başlar. Locke’a göre bu tür ifadeler, içi boş kelimelerden ibarettir. Çünkü ne kitabî (naklî) bilgi ne de rasyonel bilgi böyle bir şey söylemekte, aksine her ikisi de diğer insanların da haklarından ve iradelerinden bahsetmektedir. Binaenaleyh mutlak monarşiyi temellendirmek üzere ileri sürülen, “insanlar doğal olarak özgür değildir” argümanı ispat edilemeyeceği için ona dayanan düşünceler tabiatıyla yanlışlanmış olacak ve devlet ya da sivil toplum da “din” eksenli olmaktan çıkarak bir arada yaşayan insanların rızası ve iradesiyle yapılmış “sözleşme” sonucu kurulan bir aygıta dönüşecektir. Sözleşmeyle tespit edilen kurallar; insanın özgürlüğü oranında, hem hayatın muhafazası ve  ihtiyaçların temini yönünde çalışmanın bir vesilesi hem de egemenliğin temelini (foundation of sovereignity) teşkil eder. Siyasetin ne olduğunu anlamak ve kaynaklandığı kökeni tespit etmek için insanların doğal durumlarını göz önünde tutmak gerekir. Doğa durumu, insanların mülkiyet paylaşımında ve kendi eylemlerinin tanziminde yalnızca doğal hukuka bağlı oldukları ve sadece ona uygun düşündükleri bir özgürlük durumudur. Özgürlük, başkalarının zorbalıklarından ve engellemelerinden uzak olmaktır. Özgürlüğün olmadığı ortamda hukuk olamaz. Özgürlük; söylenildiği gibi, herkesin her istediği şeyi yapması değildir. Aksine; kişiliğini, eylemlerini, sahip olduğu şeyleri ve bir bütün olarak mülkiyetini, doğal hukukun müsaade ettiği ölçülerde tanzim edebilmesi için, bireyin başkalarının keyfi isteklerinden bağımsız olmasıdır. Bu şekliyle özgürlüğün teminatı doğal hukuktur. Doğa durumu aynı zamanda tüm otorite ve yargılama hakkının karşılıklı olarak herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir eşitlik durumudur. Doğadan kaynaklanan bu eşitlik durumu, karşılıklı sorumluluğun ve adaletin maksimlerinin zeminini de oluşturur. Doğa durumunda insanlar, kendilerine ait hususlarda kontrolsüz bir özgürlüğe sahip iseler de bu, kendi kendilerini ya da başka herhangi birini ve onun sahip olduğu bir şeyi imha özgürlüğünü içermez. Doğa durumu, herkesin itaat ettiği akıl anlamında, doğal hukukun egemen olduğu durumdur. Doğal hukuk açısından herkes, doğal olarak özgür ve eşittir. Hiç kimse diğerlerinin hayatına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülkiyetine zarar veremez. Doğal hukukun egemenliği, insanların birbirinin kurdu olmalarını engelleyen temel faktördür. Herhangi birinin doğal hukuka aykırı davranması durumundaysa insanların her birinin o kişiyi cezalandırmaya hakkı vardır. Doğa durumunda doğal hukukun müşterek, yetkili bir icra makamı yoktur. Başkalarını temsilen hukuku tatbik etme otoritesine kimse sahip olmadığından, masumları koruma ya da suçluları engelleme yahut da cezalandırma işini herkes kendi başına yapmak durumundadır. Yani doğa durumunda herkes herkesin üzerine bir otoritedir. Ancak bu mutlak ya da keyfi (absolute–arbitrary) anlamda değil, doğal hukukun çiğnenmesi durumunda, misillemede bulunma ya da cezalandırma anlamındadır. Suç, doğal hukuka aykırı davranmak, aklın kuralları dışına çıkmaktır. Doğa durumunda her bir insan, kendi kararıyla, suçun telafisinden öte (reparation), bedelini ödetmek ve suç işlemesi muhtemel olanları da caydırmak için, doğal hukuku tatbik etme hakkına da otoritesine de sahiptir. İşlenen suçlar ölüm cezasını dahi gerektirse uygulama yetkisi yine doğal hukukun teminatı altında ve bireylere aittir. Locke, doğa durumuyla ilgili çizilen bu tablonun çok da iç açıcı olduğunu söylemez. Ona göre, tam da bu nedenle insanlar, kendi rızalarıyla ve ahitleşerek, kendilerini sivil toplumun, devletin üyeleri yaparlar. Locke bu geçişi, savaş durumuna düşme tehlikesiyle açıklar. Doğa durumunun bir savaş durumundan farklı olduğu açıktır fakat savaş durumuna dönüşme tehlikesi her zaman vardır. Dolayısıyla doğa durumunun, savaş durumuna dönüşmesinden kaçınmak için, insanların hem doğa durumunu terk etmeleri hem de akla uygun olarak toplum halinde yaşamaları gerekir. Böyle bir durumda da tabiatıyla insanları bağlayan hem müşterek bir otorite hem de kendilerine yönelik haksız eylemlerde ya da ihtilafların çözümünde yardıma çağırabilecekleri müşterek bir güç olacaktır.[12] İnsanların doğal olarak özgür olduklarına inanan Lockeözgürlüğü yalnızca doğa durumunda değil, sivil-siyasal durumda da geçerli kabul eder. Hiçbir insan bu dünyaya köle olarak gelmediği gibi, sivil-siyasal duruma geçti diye de köle olmaz. Doğa durumunda özgür olmak, yeryüzündeki herhangi bir üst-otoriteye veya herhangi bir meşru ya da  keyfi otoriteye bağımlı olmayıp, yalnızca doğal hukuka tabi olmaktır. Sivil-siyasal durumda özgür olmaksa sadece insanların rızaları (sözleşmeleri) ile kurulan devlete (commonwealth), meşru otoriteye tabi olmaktır. Kısacası, insanlar sivil-siyasal duruma geçseler bile doğal hakları her zaman bakidir. Zaten sivil-siyasal toplumu oluşturmalarının temel hedefi, sahip olunan bu hakların daha kolay muhafaza edilmesinden başka bir şey değildir. Doğa durumunun sakıncalarından ve savaş durumuna düşme tehlikesinden kurtulmak üzere, insanların kendi rızalarıyla yapmış oldukları toplum sözleşmesi ile geçmiş oldukları sivil ya da politik durum, yani devlet altında birleşme hali nasıl bir haldir? Locke’un bu soruya cevabı da şu şekildedir: Doğal hakların muhafazasını müşterek bir otoriteye devretme işi sözlü ya da fiili bir güveni ifade eder. Herkesin sahip olduğu otoriteyi devlete devretmesi kendi iyilikleri ve kendi emniyetleri içindir. Yani siyasal otoritenin varlık nedeni, insanların sahip oldukları hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal hakların (lives, liberties, estates: property) muhafazasıdır. Kısacası, siyasî otoritenin temel hedefi bütün olarak sivil toplumun üyelerinin doğal haklarının korunmasıdır. Dolayısıyla, siyasal bir otorite, insanların özgürlükleri ve kaderleri üzerine mutlak ve keyfi bir otorite olamaz. Zaten, siyasal otoritenin kaynağı, yalnızca insanların karşılıklı rıza ile gerçekleştirdikleri, anlaşma ve sözleşmeden ibaret olup, sözleşme, politik otorite için de bağlayıcıdır. Locke’un ifadeleriyle insanların rızaları ve sözleşmelerine dayanan devlet, sınırlı devlet olup, herkesi temsil eder ve meşruiyetin temeli de budur.[13] Devletin tesisiyle oluşturulan sözleşme hukuku yani pozitif hukuk, kendi doğası veya gücü sayesinde değil, müşterek otoriteye itaati ve toplum barışını korumayı emreden doğal hukuk sayesinde bağlayıcıdır. [14] Doğal hukuku dikkate almayan her türlü despotik otorite gayrı meşrudur. Zira despotik otorite, bir insanın diğerlerinin hayatları üzerine kurduğu, mutlak ve keyfi otoritedir. Böyle bir otorite ne doğaldır ne de insanların anlaşmalarına dayanır. Yalnızca hukukun bir gaspıdır. Hukuku gaspa çalışan, şüphe yok ki diğer insanlarla savaşa girişmiş olmaktadır. Despotik otoritelere karşı koymaksa adil ve meşru bir savaştır. [15] Açıktır ki rasyonalite ölçü kabul edildiğinde; siyasetin temel hedefinin bireysel özgürlüğün, hukukî eşitliğin ve ekonomik refahın temini” olması gerektiği tezi yegâne makbul siyasal anlayıştır. İnsanlığın tarihî tecrübesi, Avrupa Birliği standartları da göstermiştir ki bireysel varoluşu çürüten yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalık şeklindeki beş büyük toplumsal kötülük, bu anlayış kabul edildiği taktirde asgarî seviyelere indirilmiştir. Bu realiteye karşı çıkmak sadece ve sadece irrasyonaliteyle kabildir.

Acaba, Türkiye’de tatbik edilen siyasetin temel hedefi nedir? Yukarıdaki anlatılanlar ışığında bir değerlendirme yapmak gerekirse şöyle bir tespitte bulunmak herhalde yanlış olmayacaktır: AKP iktidarı için; seçim dönemlerinde yürütülen propaganda faaliyetlerinde kullanılan önemli argümanların başında hem “kollektif iyiliği sağlamak” hem “dinin emirlerini yerine getirmek” hem de “bireysel özgürlüğü, hukukî eşitliği ve ekonomik refahı temin etmek” iddiasının yer aldığı aşikardır. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “Biz, halka hizmetkâr olmak için varız.” derken, elbette “kollektif iyiliği” hedeflediğini söylemektedir. Yine, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “faiz karşıtı” ekonomik programını uygulamak için “Ortada nass var; sana, bana ne oluyor?” derken, elbette “dinin emirlerini” tatbik ettiğini söylemektedir. Yine, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; Avrupa Birliği tartışmalarında, “Kopenhag Kriterleri”ni yerine getirdiklerini, buna rağmen AB’ye kabul edilmediklerini, dolayısıyla da “Ankara Kriterleri” deyip yollarına devam ettiklerin anlatırken, elbette politik hedeflerinin “bireysel özgürlüğün, hukukî eşitliğin ve ekonomik refahın temini” olduğunu söylemektedir… Lâkin; propaganda ile icraatlar pek de mutabık düşmemektedir. Mesela; ülke insanının kahir ekseriyatı açlık sınırında yaşarken, halkın vergileriyle “itibardan tasarruf edilmez” deyip, mutlak monarklara yaraşır “saraylar” inşa etmek “kollektif iyiliği” gözetmek midir? Yine mesela; küresel sermayenin üç-beş temsilcisinin sermayesine sermaye katmaktan başka bir fonksiyonu olmayan, milyar dolarlara baliğ devlet garantisi ve adrese teslim kamu ihaleleri tarzında, miri malı kullanılarak geçilmeyen köprüler, inilmeyen havalimanları, gidilmeyen şehir hastaneleri vs. inşa ettirmek “kollektif iyiliği” gözetmek midir? Yine mesela; kur korumalı mevduat hesabı icraatıyla emeğiyle kıt-kanaat geçinebilen insanlardan toplanılan vergileri bir avuç faiz zengini haramiye aktarmak, “kollektif iyiliği” gözetmek midir yoksa Kur’an’ın “faiz yasağı” emrine riayet etmek mi? Yine mesela; kamu görevi yürüten kapı kulu zevata, emeklerinin karşılığı olmadığı halde, ulufe dağıtır gibi, üç-beş maaş bahşetmek, “İnsanlar için yalnızca emeğinin karşılığı vardır.” diyen dinî nassın emrini uygulamak mıdır? Yine mesela; iktidara muhalif, rasyonel düşünebilen üç-beş yazar-çizerin kamusal platformlardan menedilmesi, “bireysel özgürlüğün ve hukukî eşitliğin” temini midir? Yine mesela; kamu görevlerine atanacak adaylar için yapılan merkezi sınavlarda azami başarıyı göstermelerine rağmen AKP‘li olmayanların  “mülakat” maskaralığıyla önlerinin kesilip, yerlerine asgari başarıyı dahi gösterememiş siyasi yandaşların atanması, “bireysel özgürlük, hukukî eşitlik” ve hatta “ahlak” ilkelerine riayet edildiğinin mi delilidir?  Sualler namütenahi… Gayr-ı kabil-i inkâr bir hakikattir ki Türkiye’de bugünlerde tatbik edilen siyasetin temel hedefi; her hal ve şartta, meşru ya da gayri-meşru, tüm vasıtalarla iktidarın bekasını temin etmektir… Zira, CEHAPE zihniyetine karşı yürütülen harpte, elde edilmiş bulunan kazanımlardan vazgeçilemez… Akidelerince de haklılar tabi: Dar-ı harpte haramlar helaldir ve harp hiledir… Mevcut iktidar alternatifi partiler var oldukça da başarıya ulaşacakları muhakkaktır… Arifler ne de güzel söylemiş: Bir millet cehaletle kendi hakkını ve hukukunu bilmezse ehli hamiyet idareciyi dahi müstebit yapar… O cahiller ki kalpleri vardır ama kavrayamazlar, gözleri vardır ama göremezler, kulakları vardır ama işitemezler… Allah; Timur’un fillerini çoğaltsın ?! 

 

[1] Platon, Devlet (Republic / Politeia), Çev., S. Eyüboğlu – M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.

[2] John of  Salisbury ,The Statesman’s Book of John of  Salisbury -Policraticus- Trans. J. Dickinson, Russell & Russell, New York, 1963.

[3] Maverdî, Teshilü’n-Nazar ve Tacilü’z-Zafer (Devlet Yönetimi), Çev., M. A. Kara, İlke Yay., İstanbul, 2003.

[4] Maverdî, Nasihatü’l Müluk (Siyaset Sanatı), Çev., M. Sarıbıyık, Kırkambar Yay., İstanbul, 2000.

[5] Maverdî, El-Ahkamu’s-Sultaniyye, Çev., A. Şafak, Bedir Yay., İstanbul, 1976.

[6] Machiavelli, Hükümdar, Çev., N. Adabağ, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2005.

[7] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yay., İstanbul, 1998.

[8] Thomas Hobbes, Leviathan, Çev., S. Lim, YKY, İstanbul, 1993.

[9] Karl Marx – Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1976.

[10] Karl Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Çev., İ. Yarkın – M. A. İnci, İnter Yay., İstanbul, 1999.

[11] Sir Robert Filmer, Patriarcha and Other Political Works, Ed. Peter Laslet, B. Blackwell, Oxford, 1949.

[12] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

[13] James Tully, An Approach To Political Philosophy : Locke In Contexts, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1993.

[14] J. Locke, Essays On The Law Of Nature, Ed. W. Von Leyden, Oxford Uni. Press, Oxford, 1958.

[15] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.

Bu yazı Genel Felsefe, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.