Avrupa Konseyi Zirvesi’nin Ardından

3. Avrupa Konseyi, devlet ve hükümet başkanları zirvesi 16 17 Mayıs 2005 tarihlerinde Polonyanın Varşova kentinde yapıldı. Terör, Kara Para Aklanması ve İnsan Tacirliğiyle Mücadele konularında hazırlanan üç ayrı sözleşme ile birlikte “Avrupa Birliği ve Değerlerinin tartışıldığı 3. zirveyi, İslam Dünyası ve Türkiye açısından asıl önemli kılan husus, zirve sonuç bildirgesine, Türkiye’nin girişimleriyle İslam düşmanlığıyla mücadele ve kültürler ve dinler arası diyalogmaddelerinin de konulmuş olmasıdır. Sözde kalmadığı taktirde İslam düşmanlığıyla mücadele ve kültürler ve dinler arası diyalogda artık Konsey’in öncelikli politikaları arasında olacaktır. Umulur ki “11 Eylül Sendromu”nun neden olduğu kırılgan diyalog ortamı bu sayede yeniden inşa edilsin.  

Avrupa Birliğinin değerleri denilince, öncelikli olarak akla gelen şey; insan hakları”, “demokrasi” ve “hukuk devleti” gibi değerlerdir. Söz konusu değerlerin anlamlı olması elbette ki evrensel ölçülerde geçerlilik taşımalarına bağlıdır. Şüphesiz, insan hakları da demokrasi de hukuk devleti de yalnızca Batılı insanlar için bir imtiyaz şeklinde düşünülemez. Böyle düşünülmediğini göstermek, Avrupa Konseyi’nin üzerine vazife olduğu gibi, bu değerlerin Müslümanlara zararlı ve İslama aykırı olmadığını göstermek de Müslüman aydınların üzerine bir vazifedir.

Batılı bir değer olarak ileri sürülen “insan hakları” kesinlikle Müslümanlıkla çelişmez. Niye çelişsin ki??? Bir insanın sadece ve sadece insan olduğu için hayat hakkına veya özgürlüğe ya da mülkiyet hakkına yahut da güvenliğe sahip olması niçin mahzurlu olsun ki???  Hangi Müslüman bu haklara sahip olmak istemez??? Hiçbir Müslüman tasavvur edilemez ki kendisi için istediği bir hakkı, Müslim Gayrimüslim başkalarına tanımasınİnsan hakları iddiaları esas itibarıyla extralegaldir (yasa-üstü). Bunların temel hedefi mevcut kurum, uygulama ve normlara etik dışı tatbikatlarında karşıçıkmak ya da onları değiştirmektir. İnsan hakları en geniş anlamda, siyasi meşruiyetin ölçüsüdür. Devletler, insan haklarına uygun icraatlar ortaya koydukları taktirde meşrudurlar. İnsan hakları hayat için değil, onurlu bir hayat için gereklidir. İnsan haklarına temel oluşturan argüman, “etik insan doğası” (fıtrat-ı selime) argümanıdır. İnsan hakları, insan oğluna şöyle seslenir: İnsanlara insanca muamele et ki insanca muamele göresin.İnsan hakları, yani evrensel ahlak, insanlarıetik doğanın hiçbir istisna söz konusu  olmaksızın ve tam bir eşitlikle insanlık ailesinin hepsine tanıdığı, insanlık onuruna sahip fertleri olarak değerlendirir. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve millet farkı gözetilmediği gibi, insanlık onuruna sıkıca bağlı olan ve faydalanılabilmesi için, “insan” ferdi olmaktan başka şart aranmayan gerçek anlamda insan haklarına sahip olunmasında da hiçbir farklılık ve ayrıcalık gözetilmez.

 Demokrasi de Batılı bir değerdir ama onun da Müslümanlarla bir sorunu yoktur. İnsanların olabildiğince özgür ve olabildiğince eşit bir eksende siyasal örgütlenmeleri asla Müslümanların zararına değildir. İslam dünyasında yaşanan problemler, İslam ülkelerinin demokratik rejimlere sahip olduklarından değil, aksine sahip olmadıklarından kaynaklanmaktadır. Demokrasi tabii ki sadece bir isimden ibaret değildir. Yönetilenlerle yöneticiler hukuk karşısında eşit muamele görmüyorlarsa sivil ya da üniformalı bürokrasi imtiyazlılık anlamı taşıyorsa orada demokrasi yoktur. Olsa olsa oligarşi veya diktatörlük vardır. Maalesef, İslam dünyası diktatörlüklere ve oligarşilere çok aşinadır. Ne yazık ki bu durum biraz da insan kalitesiyle ilgilidir. Diktatörlükler ya da oligarşiler insanları kendi çıkarları uğruna cahil tutmak zorundaysalar da bu muameleye maruz kalan insanların suçu da katiyen inkâr edilemez… Hırsızların suçu var da tedbirini almayanların yok mu??? Başkalarının keyfi isteklerine maruz kalan insanlar nasıl olur da özgür olduklarını düşünebilirler???

Toplumsal farklılığın fiili bir durum olduğu yerlerde elbette ki bir arada yaşamak zorunda bulunan insanlar “eşit tanınma temelinde örgütlenmelidirler. Farklılıklarla birlikte yaşamak tabii ki uzlaşmayı gerektirir. Uzlaşma, belirli bir kesimin başka kesimlerin değerlerini benimsemesi değil, kendisi için istediği hak ve özgürlükleri diğerlerine de tanıması demektir. İslam da zaten bunu öngörmektedir: “Sizin dininiz / sizin hayat tarzınız size, benimki de banadır”. Bir diğer anlatımla uzlaşma, eşitliğin kabulüdür. Özgürlük, bireyselliği ifade eden bir kavramken, eşitlik, toplumsal ilişkiyi ifade eden bir kavramdır. Özgürlük bireye, eşitlikse bireylere yönelik ilişki biçimlerine işaret eder. Özgürlüğün gerçekleşmesi için teorikte toplumsal bir çerçeve zorunlu değil ise de eşitliğin gerçekleşmesi için zorunludur. Toplumsal çerçevenin varlığı siyaseti, yani devleti, devletin varlığı da hukukî zemini zorunlu kılar. İşte demokrasi, eşitlik zemininde örgütlenen bireylerin, daha doğrusu kamusal alanda bir diğerinin eşiti olduğunu kabullenen bireylerin uzlaştıkları rejiminin adıdır. Eşitlik, şüphesiz farklılıkları muayyen bir formda “eşitleme değil, farklılıklara “eşit muamele göstermektir. Şayet Türkiyedeki nominal demokratların manipüle ettikleri şekilde, onların kararlaştırdıkları forma sokma anlamında eşitleme olsaydı, rejimin adı oligarşi olurdu. Çünkü belirli bir forma imtiyaz tanımak, sadece oligarşilerde mümkündür, demokrasilerde değil.

Batılı bir değer olmakla birlikte hukuk devleti de Müslümanlar için aynı durumdadır. Hukuk devleti, hukukun gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet demektir. Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği. Üçüncüsü de anayasa hukukunun bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olması. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olmasıdır. Muhteva bakımından ölçütüyse; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Müslümanlar için de “adalet mülkün temeli” değil midir?

Hukuk devletinde hukuk, siyasî ve idarî mekanizmaların hepsinin üstündedir. Hukuk devletini gerçekleştirmede en uygun siyasal form, demokrasidir. Ancak demokrasi hukuk devletine yönelik en uygun araç sayılsa bile mutlaka hukuk devletine ulaştıracağı da söylenemez. Demokrasiyle hukuk devleti arasındaki çelişki şu şekilde izah edilebilir: Demokrasilerde siyasal meşruiyetin kaynağı, şüphesiz halktır, fakat bunun pratikteki karşılığı parlamento çoğunluğudur. Parlamento elbette yasal kuralları belirleme yetkisine sahiptir, ancak parlamenter çoğunluk mutlak bir güce sahip değildir. Bu gücü sınırlandıran şey, hukukun üstünlüğü ilkesidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, parlamenter çoğunluğun iradesini sınırlandırarak, azınlıkta kalanların haklarını da korur. İşte bu noktada siyasal meşruiyetin kaynağı olan halkın, daha doğrusu parlamenter çoğunluğun karşısına yeni bir meşruiyet kaynağıçıkmaktadır ki o da “evrensel insan hakları”dır. Müslümanların tabiriyle “hukuk-ı ibad”dır. Bu yeni meşruiyet kaynağıyla birlikte demokrasi, yerini temel haklarla sınırlı hukuk devletine bırakmaktadır. İslam dünyasında ve Türkiyede neden olmasın??? Avrupa Konseyi’nin İslam düşmanlığıyla mücadele ve kültürler ve dinler arası diyalogkararı almış olması da şüphesiz bu yolda katkı sağlayacaktır.

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.