Hukuk Devleti Yolunda Türkiye’de Atılması Gereken İvedi Adımlar Üzerine

“Muhafazakâr demokratlar”ın iktidarda bulundukları son on yılda; Türkiye’nin, sözde cumhuriyet adına 1920’lerde başlayan diktatöryal uygulamalardan kurtulup, gerçek cumhuriyet ve hukuk devleti olma yönünde hayli mesafe kat ettiği inkâr edilemez…  Ancak, emeği geçenler açısından, aslolan şayet ahlaksa (özellikle İslam ahlakı) bu uğurda çalışmak bir lütuf değil, bir vazife olarak görülmelidir (Kavmin seyyidi, kavme hizmet edendir) Mevzu memleket meselesi olunca; hukuk devleti idealine erişmek adına, ivedilikle neler yapılmalı hususunda, çorbada bizim de tuzumuz bulunsun kabilinden, “muhafazakâr demokratlar”a bazı konuları hatırlatmak, herhalde, “hariçten gazel okumaya ne hacet” diye karşılanmayacaktır. Zira kolektif akıl, ferdi akla her zaman müreccahtır… İslam’ın şu’ra ve istişareyi ön planda tuttuğu, behemehâl muhafazakârların da malumudur… “İstişare ehil ile yapılır.” sözü bir hayli doğru ise de “ehemmiyetli meselelerin şahıslara bina edilmemesi” ilkesi daha da doğrudur…

  İvedi ve elzem adımlara gelince: Birincisi, muhakkak ki eğitim sisteminin değiştirilmesidir… Bir eleştiri olarak söylenmiş olsa da “Okullar, bacasız fabrikalardır.” sözü, reel-politiğin ifadesidir… İktidarda “muhafazakâr demokratlar” var ama okullar tek parti oligarşisine eleman yetiştiriyor… Tek parti oligarşinin çocuklarının muhafazakâr demokrat yetiştirilmesi işin doğasının gereği iken; muhafazakârdemokratların çocukları oligarşiye entegre ediliyor… Marifetmiş gibi, “muhafazakâr demokratlar” da konuşmalarında sürekli tek parti oligarşinin sembollerine referanslar gösteriyorlar… Unutulmamalı ki hiçbir düşünce, muhalifinden ya da rakibinden meşruiyet devşirerek mevcudiyetini sürdüremez… Oligarşiye, tek parti diktatörlüğüne referans gösterileceğine çoğulcu demokrasiye, insan haklarına, özgürlüğe, eşitliğe, ekonomik refaha referans gösterilse daha isabetli olmaz mı??? Şüphesiz muradım, toplumun zorla muhafazakârlaştırılması, homojen bir toplumun yaratılması değildir… Çoğulculuk, çok-kültürlülük, hukuk devleti aklın da İslam’ın da gereğidir (“leküm dinüküm veliyedin”)… Oligarşi ya da Tek Parti diktatörlüğünün homojenleştirici eğitim anlayışına karşı çıkmanın yegâne yolu da zaten çoğulculuğu, çok-kültürlülüğü savunmaktır… İlkokul, ortaokul ve lise müfredatı bir an önce çoğulcu, çok-kültürlü bir programla yeniden düzenlenmeli; müfredattan tek parti diktatörlüğü ideolojisini yansıtan konular çıkarılmalıdır… Denilebilir ki değişim yavaş yavaş gerçekleştirilmeli değil midir??? Belki evet ama iktidarı elinde tutan “muhafazakâr demokrat” temsilcilerde, bu konularda değişimin istendiğine dair en küçük bir emare henüz görülmemiştir…  Açıktır ki eğitim sisteminin değişiminin sağlanması, kurumsal ya da toplumsal ilişkilerin değişiminin en önemli adımını teşkil edecektir…   

İkinci adım; üniversitelerin yapısal değişime tabi tutulmasıdır…Üniversiteleri gerçek üniversiteye dönüştürmek belki de Türkiye’nin sorunlarının çözümü için atılması gereken en önemli adımdır… Batı standartlarında üniversite demek; “üniversal düzeyde bilgi üreten yükseköğretim kurumu” demektir… Şüphesiz toplumsal sorunları çözmek üzere düşünce üretmek de ekonomik gelişimi sağlamak üzere teknik-pratik değer üretmek de üniversitelerin sorumluluk alanındadır… Sosyal bilimlerden beklenen toplumun entelektüel seviyesini yükseltmek; mühendislik-fen bilimlerinden beklenense üst seviyeden bir hayat tarzını mümkün kılacak patent üretmek, teknik-pratik değer, alet-edevat yaratmaktır… Ne yazık ki Türkiye’deki üniversiteler, “üniversal düzeyde bilgi üreten yükseköğretim kurumu” değildirler… Sınırlı sayıda akademisyen hariç, sosyal bilimciler toplumun entelektüel seviyesini yükseltmekle uğraşmadığı gibi; mühendislik-fen bilimcilerse yalnızca kâğıt üzerinde kalan “boş laf” üretmektedir… Patent üretemeyen, teknik-pratik değer, alet-edevat yaratamayan bir mühendisin ya da bir fen bilimcinin hemen hemen hiçbir fonksiyonu yok demektir… Fonksiyonlarını hakkıyla yerine getiremeyen sözde akademisyenlerin statülerini korumak uğruna yapabileceği tek şeyse elbette dalkavukluktur… Kanaatimce problem; yüzde 50 itibarıyla şahıslarla, yüzde 50 itibarıyla ise sistemle ilgilidir… Siyasî iktidar şayet üniversitenin fonksiyonunun ne olduğunu bilmiyorsa üniversiteden o fonksiyonların sadır olması mümkün değildir… Toplumun entelektüel seviyesine hiçbir katkısı olmadığı halde ya da üst seviyeden bir hayat tarzını mümkün kılacak teknik-pratik hiçbir değer yaratmadığı halde “Uluslar-arası atıf endekslerinde yayınlanmış şu kadar makalem var.” şaklabanlığını büyük bir marifetmiş gibi gösteren sözde akademisyenlere inanan bir siyasi iktidar, üniversitenin fonksiyonunun ne olduğunu bilmiyor demektir… Bilmemek, mazur görülebilir mi??? Kanaatimce hayır… Mazur görülebilir, diyenlerin, üniversitelerden bir şeyler beklemesi beyhudedir… Gerçek fonksiyonlarını yerine getiremeyen üniversitelerin Türkiye’de tek bir fonksiyonu vardır, o da Batı hayat tarzını empoze eden eğlence merkezleri olmalarıdır… Bu durum devam ettiği müddetçe; tek parti oligarşisinin iktidar olduğu dönemle “muhafazakâr demokratlar”ın iktidarı dönemindeki üniversiteler arasındaki temel fark, sadece Cumhuriyet Balosu’na ya da benzeri resepsiyonlara “başörtülü” eşlerini daha önce götüremeyen “muhafazakâr akademisyenler”in büyük bir hevesle ve iştiyakla katılmalarının sağlanması olacaktır… Yanlış anlaşılmamalı, maksadım “muhafazakâr akademisyenler”i muhafazakârlıklarından ötürü küçümsemek değil, aksine onların, tek parti oligarşisinin kendilerine dayattığı Batılılaşmayı (o da ne kadar Batılılaşma ise) önemli bir şey zannedip, şevkle benimsediklerini tasvir etmektir… Mevzu açılmışken birkaç misal vereyim: Mesela; muhafazakâr rektörlerin hiçbirisi tek parti oligarşisi uygulamalarından kalma, astronomik rakamlarla nemalanma vasıtası olan “döner sermaye” imtiyazına “hayır” diyebilmiş değildir… Bir başka misal; muhafazakâr bazı rektörler hiçbir gereği yokken, üniversiteleri için kuruluş yıl dönümü kutlamaları adı altında merasimler tertip edip, tek parti oligarşisinin “kutsal” mekânlarına geziler, yürüyüşler düzenleyebilmektedirler… Çok daha ilginç bir misal; muhafazakâr bazı rektörler kendilerince karar almışlar, üniversitelerinde eğitim öğretimin dilini İngilizce’ye çevireceklermiş… Bu iş yanlıştır demek tabiatıyla suç… Aklı başında bir ülke düşünün ki kendi dilini bırakıp, bir başka ülkenin dilini eğitim-öğretim dili yapmaya kalkışsın… Bunu yapsa yapsa müstemleke zihniyeti yapar… Tek parti oligarşisi zihniyetinin eski YÖK Başkanı Kemal GÜRÜZ, “Türkçe bilim dili değildir”, dediğinde küfür edenler şimdi aynı işi ibadet aşkıyla kendileri yapıyorlar… Düşünün, yaklaşık 50 kişilik bir bölümde sadece 5 kişi İngilizce ders yapabilecek seviyede dil biliyor olmasına rağmen (İngiltere’de ya da ABD’de doktora yapma imkânı herkese verilmiyor çünkü), Bölüm Kurulu Kararı, baskılar sonucu EVET diye çıkıyor… Hemen hemen bütün bölümlerde, dolayısıyla bütün fakültelerde durum aşağı yukarı bu ama karar verilmiş, üniversitelerde eğitim-öğretim dili İngilizce olacak… Yani üniversitelerde ilkede değişen hiç bir şey yok…

Üçüncü adım; askeri yapının değişmesidir… Hiçbir siyasî iktidar, sırf siyasi meşruiyete dayanarak iktidarını sürdüremez… Bütün siyasal sistemlerin onu tehlikelere karşı koruyacak silahlı kuvvetlere ihtiyacı vardır… Ancak silahlı kuvvetler; zorlayıcı gücü kontrol edilemediği, fonksiyonları net bir biçimde belirlenmediği taktirde istismara çok açıktır… Silahlı kuvvetler savunmaya matuf harici bir siyasi güç olarak kullanılabileceği gibi, halkın sevmediği ve istemediği rejimleri destekleyen, meşru sivil yönetime alternatif dahili siyasi bir güç olarak da kullanılabilir… Suriye ve Mısır örnekleri ortadadır… Silahlı kuvvetlerin bu potansiyeli, böyle bir gücün nasıl kontrol edilebileceği ve fiillerinden ötürü nasıl hesap verir hale getirilebileceği yönündeki sualleri daima önemli kılmaktadır… Malumdur ki silahlı kuvvetleri diğer kurumlardan ayıran ve onu diğer kurumlara nispetle avantajlı kılan bir takım nitelikler vardır: 1- Savaş gücü olarak silahlanma tekeline sahip olmak. 2- Hiyerarşik bir itaat kültürüyle örgütlenmiş disiplinli bir yapıya sahip olmak. 3- Personelini savaşmaya, ölmeye ve öldürmeye hazır tutan ekip ruhuna sahip olmak. 4- Devletin ve ülkenin güvenliğini sağlayan siyaset üstü bir kurum olduğu imajına sahip olmak… İşte bu nitelikler; silahlı kuvvetleri bir taraftan meşru siyasal sistemin muhafızı yaparken, bir taraftan da zaman zaman onun gayrı meşru alternatifi yapabilmektedir… Acaba silahlı kuvvetlerin yalnızca ülkeyi savunmaya yönelik bir güç ve siyasal düzenin ve istikrarın güvencesi olması nasıl sağlanabilir??? Bir başka ifadeyle silahlı kuvvetler üzerinde meşru-sivil siyasi kontrol nasıl temin edilebilir??? Şüphesiz öncelikle yapılması gereken silahlı kuvvetlerin “ideolojik ve ekonomik bir çıkar grubu” şeklinde sistem içerisinde özerk bir konumda var olmasına engel olmaktır… Modelin bugün itibarıyla en iyi örneği Amerika ve İngiltere’de mevcuttur… Bu kontrol şeklinin en temel niteliği; sivil ve askeri roller ve sorumluluklar arasında keskin bir ayrımın yapılmasıdır… Her şeyden önce silahlı kuvvetler, halka hesap veren sivil-siyasi otoriteye tabidir… Silahlı kuvvetler, görüş beyan edebildiği kendi uzmanlık alanıyla ilgili konularda bile uygulama söz konusu olduğunda sivil-siyasi otoriteye itaat etmekle yükümlüdür… Bu nesnel şartların yanı sıra belki de çok daha önemli öznel bir şart, silahlı kuvvetlerin değerlerinin hiçbir zaman sivil toplumun ve sivil siyasetin değerleriyle çelişmesine fırsat verilmemesidir… Besbelli ki bu hususta da öncelik, askeri okullardaki eğitim sisteminin değişiminin sağlanması; mesleki konular haricindeki müfredatın toplumun değerleriyle çelişmeyen, çoğulcu, çok-kültürlü bir anlayış istikametinde yeniden düzenlenmesidir…

Dördüncü adım; uluslar-arası ilişkilerin hem ahlakî ilkelere hem de reel-politiğe aykırı olmayacak şekilde dizayn edilmesidir… Kendi silahınızı kendiniz üretemiyorsanız, dış politikada ne kadar etkili olabilirsiniz??? Türkiye bir an önce kendi silahını üretebilecek seviyeye çıkarılmalıdır… Almanya, 1. Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuştu ama kendi silahını kendi üretebildiği için 10-15 yıl içerisinde Avrupa’yı işgal edebilecek güce erişmişti… “Taşıma suyla değirmen döndürülemez.” sözünü söyleyenler, elbette boşuna söylememişler… Suriye ve Mısır’da yaşananlarla ilgili olarak Türkiye’nin takındığı tavır ahlakî açıdan ne kadar doğru olursa olsun, ne yazık ki siyaseten etkili olamamaktadır… Bir an önce müdahale etsin diye ABD’ye ya da Birleşmiş Milletler’e ne kadar çağrıda bulunulursa bulunulsun, çıkarları elvermedikçe Türkiye’yi dinlemeyeceklerdir… Türkiye, dış politikada etkili olmak istiyorsa derhal silah sanayiini geliştirmeli, başkalarından beklediği şeyi kendisi yapmaya muktedir olmalıdır… O güce erişinceye kadar dış politika, Şeyh Sadi’nin dediği gibi yürütülmelidir: “Asayiş-i du giti tefsirane du hurufest.” “Ba dostane mürüvvet, ba düşmane müdara.” (İki cihanın asayişini iki kelime tefsir eder. Dostlarınıza karşı mürüvvetle, düşmanlarınıza karşı müdara ile muamele edin.)…

Şüphe yok ki Türkiye’de hukuk devleti idealine erişilmesi, Türkiye’de işlerin düzelmesine vesile olacağı gibi; aynı zamanda İslam dünyasında da işlerin düzelmesine vesile olacaktır… Böyle bir misyonun üstlenilmiş olması Türkiye’nin yöneticileri için hem bir şeref hem de büyük sorumluluk olmalıdır… Sorumluluğu ifa edebilmenin yegâne yolu ise elbette liyakat, ehliyet, şura ve istişare ölçülerine riayettir…

 

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.