Diktatörlük Üzerine

Siyasi düşünce jargonu; hukuki ya da siyasi hiçbir unsurun, herhangi bir kısıtlaması olmaksızın, sürdürülen otoriter ve totaliter mutlak yönetim tarzlarını adlandırmada hayli zengindir. Despot, tiran, otokrat, diktatör, führer, duce, el caudillo, vodca, leider, el jefe, büyük önder, ulu önder, ebedi şef, milli şef bunlardan sadece birkaçıdır. 20. Yüzyıl itibarıyla her ne hikmetse, belki de yeşerdiği toprakların ilk emperyal dil olmasından kaynaklı, bu kelimelerden diktatör, diktatörlük ön plana çıkmış ve beynelmilel bir nitelemeye dönüşmüştür. Bu anlamıyla diktatörlük; hukuki ya da siyasi hiçbir unsurun herhangi bir kısıtlaması olmaksızın, sürdürülen otoriter ve totaliter mutlak yönetim tarzını ifade eder. Kelimenin anavatanı Antik Roma’dır. Antik Roma’da diktatörlük; istisnai şartlarda, kriz dönemlerinde siyasal istikrarın yeniden tesis edilebilmesi için senato tarafından seçilen/atanan yöneticinin kısa süreli mutlak otoritesini nitelemek üzere kullanılırdı. 6 ay gibi bir müddet için seçilen/atanan diktatör bu zaman zarfında icra gücünün tamamına sahip olur ve icraatından da asla mesul tutulamazdı. Görevi bitince de normal idarecilere ve hâkimlere benzer şekilde eski işine dönerdi. Bu dönem itibarıyla pek de olumsuz bir anlam yüklenmeyen kelime, güncel kullanımındaki olumsuz anlamını, görev süresine belli bir sınır getirilmeksizin diktatör unvanını alan ve bu unvanı da suikasta kurban gidene kadar taşıyan Julius Caesar ile kazanmıştır. 1789 Fransız Devrimi ile birlikte terim, tamamen olumsuz bir niteliğe bürünmüş ve yalnızca zalim, baskıcı, otoriter ve totaliter yöneticilere atfen kullanılmaya başlanmıştır. XX. Yüzyılın ilk yarısında diktatörlük, ne yazık ki dünyanın dört bir yanında hiçbir tartışmaya yer vermeyecek biçimde karakteristik bir yönetim biçimi haline gelmiştir. İktidarın niçin böyle olması gerektiğini, kendisi de demokrasi karşıtı olan Fransız düşünür Voltaire’in şu cümlesi çok net izah etmektedir: “Cahil ve ahmak insanları gütmek için bir boyunduruk, bir nodül, bir dişindirik elzemdir.” Diktatörler Yüzyılı kitabının yazarı Arthur Conte’ye göre;  1980’lerde dahi Birleşmiş Milletler’in 156 üyesinden sadece 30’u özgür ve genel seçimlerle idare edilen demokratik ülkeydi: Amerika, Avustralya, Avusturya, Batı Almanya, Belçika, Danimarka, Dominik, Dominik Cumhuriyeti, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Hindistan, İngiltere, İsveç, İrlanda, İzlanda, İsrail, İtalya, İspanya, Japonya, Kanada, Kıbrıs, Maldivler, Maurice Adası, Norveç, Portekiz, Trinite-Tobago, Venezüella, Yunanistan, Yeni Zelanda.[1] Dikkat edilirse listede Türkiye yer almamaktadır. Yoksa Türkiye Cumhuriyeti; özgür ve genel seçimlerle idare edilen demokratik bir devlet değil midir???

Acaba bir siyasal pratiğe neye istinaden diktatörlük denilebilir? Bu suale daha kolay cevap verebilmek için diktatörlüğün temel kriterlerini tespit etmek yerinde olacaktır. İster klasik-geleneksel uygulamaları dikkate alınsın isterse modern dünyadaki faşist ya da sosyalist uygulamaları; diktatörlükler çoğunlukla şu özelliklere sahiptir: 1- Mutlak güç sahibi tek adamın ya da tek partinin sınır tanımayan; denetim kabul etmeyen, şiddete dayanan yönetimi ve halktan-yönetilenlerden özerk siyasal meşruluk. 2- Siyasal olanın müdahalesine tabi hukuk veya ideoloji güdümlü keyfi yargı. 3- İletişim ve eğitim tekeline bağlı monist yapılanma ve homojen bir devlet halkı modeli. 4- Kamulaştırmaya bağlı olarak özel mülkiyete saygısızlık…

Siyaset felsefesinin en önemli simalarından Aristoteles; diktatörlüğün Antik-Yunan versiyonu tiranlık için şöyle diyordu: Tiranlık; tiranların keyfine göre, despotlukla yürütülen bir egemenliktir. Tiranlık, eşitsiz insanların, mutlak olarak eşitsiz oldukları varsayımına dayanan oligarşinin en aşırı safhasıdır. Tiranlar; oligarşilerin bir adamı seçip onu en yüksek yetkilerle donatmasıyla ya da muhtelif propagandalarla halkın güvenini kazanan halk önderleri olarak lanse edilmesiyle ortaya çıkarlar. Tiranlar; manipüle edildiği gibi kamunun ne istediğine bakmaz. Aksine, oligarşinin çıkarları, kamunun arzularıymış gibi gösterilir. Tiran, halka karşı güvensizdir. Tiranın koruyucuları paralı askerlerdir. Bu nedenle halka silah vermez, halkın şehir merkezlerinde görünmesini istemez. Tiran; açık ya da gizli yöntemlerle muhaliflerini yok eder, kendisine rakip olabilecek kişileri ya öldürtür ya da sürgüne gönderir. Tiranın uyruklarına karşı göstereceği tavır, şu ilkeye dayanır: “Uyrukların güveni de gücü de kafası da olmamalıdır.” Hesap vermek zorunda olmayan, kendisine eşit ya da kendisinden üstün uyruklar üzerinde egemenliğini sürdüren ve yönetiminde uyrukların değil, kendi çıkarlarını gözeten egemene tiran denir. Tiran; insanların aşağılık olanlarından hoşlanır. Ciddi ve özgürlüğe eğilimli insanlardan hoşlanmaz. Önünde yerlere kapananları sever. Tiranlar; güne kafayı çekerek başlar. Üst üste günlerce içerler. Hatta başkaları, kendisinin ne kadar mutlu ve bahtlı olduğunu görsün diye içki sofraları düzenler. Kendisine hizmet edenlere bol bulamaç dağıttığı armağanlar, halkın emek ve çalışmasının ürünüdür. Tiran; uyruklarının bağımsız kafalar olmamasını, birbirlerine güvenmemelerini ve herhangi bir şeyi gerçekleştirecek güçleri bulunmamasını ister. Çünkü cılız kafalar ve güven duygusu olmayanlar bir direniş tasarlayamaz. Dolayısıyla tiranlar, liyakatli insanlara, kendileri için tehlikeli olabilirler düşüncesiyle her zaman düşmanlık güderler. Zora dayanan ve zorla sürdürülen tiranlığın uzun ömürlü olmasını sağlamak için iki temel yöntem ilkesi vardır: 1- Özgür düşünceli insanlardan kurtul ve sivrilenleri yok et. 2- İnsanları daima gözetle ve kurallara itaatkâr olmalarını sağla. Bütün bunlara ilaveten bir tiran şayet iktidarını sürdürmek istiyorsa asıl yapılması gereken şey, uyruklarının gözünde bir tiran gibi değil, evin bir koruyucusu, vatanın kurtarıcısı, halkın önderi gibi görünmeyi becermektir.[2]

Bu bilgiler ışığında Türkiye Cumhuriyeti devletinin özgür ve genel seçimlerle idare edilen demokratik bir devlet olup olmadığı sualine dönecek olursak herhalde şunları söylemek yanlış olmayacaktır: 29 Ekim 1923’te kurulduğu iddia edilen cumhuriyet, 14 Mayıs 1950’ye kadar mutlak güç sahibi tek adam ve tek parti yönetiminden ibaret olmuştur. Tek adamın ve tek partinin icraatlarını denetleyebilecek hiçbir hukuki merci yoktu. Devlet; bir hukuk devleti değildi ki hukukun üstünlüğünden bahsedilebilsin. Devletin elbette yasaları vardı ama yasalar evrensel hukuk ilkelerine değil, tek adamın veya tek partinin iradesine dayanıyordu. Muhalefet mevcut olmadığı gibi, alternatif iktidarı seçmeyi sağlayacak genel seçim sistemi de yoktu. Kısa süreli olmak üzere, tek partiye (Cumhuriyet Halk Fırkası) alternatif olması düşünülen, güya muhalif parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası / Kasım 1924 – Haziran 1925) kurulmasına izin verilmiş fakat İzmir Suikastı mizanseniyle kapatılmıştır. Yine 1930’da aynı mizansen usulüyle güya muhalif bir başka parti kurulmuş (Serbest Cumhuriyet Fırkası / Ağustos-Kasım 1930) fakat o da kapatılmıştır. Bu müsamere vari cumhuriyet döneminde pejoratif anlamda bir seçim vardı ama mizansenden ibaret olan “seçim” bir seçim değil, tek adamın yaptığı tek parti listesini “müntehib-i evvel ve müntehib-i sani” denilen bir avuç kişiye, genel ve özgür olmayan bir “seçim”le gönüllü ya da gönülsüz onaylatmaktı sadece. Dolayısıyla siyasal meşruiyetin kaynağı ne halk ne de demokratik ülkelerdeki gibi İnsan Hakları öğretisiydi. Yani halktan ve hukuktan özerk bir “siyasi meşruiyet” söz konusuydu. Siyasal olanın müdahalesine tabi yasalar ve ideoloji güdümlü keyfi bir yargı organı vardı ama adil bir hukuk sistemi yoktu. Takrir-i Sükun Kanunu’nu müteakip, “Cumhuriyet rejimini kollama ve koruma” iddiasıyla kurulan, temyiz ve itiraz yolunun kapalı olduğuİstiklal Mahkemeleri” zihniyeti 2000’li yıllara kadar aynı mantaliteyi sürdürmüştür. İletişim tekeli 1980’li yıllara kadar kırılamamış, halkı haberdar etmek değil, informe etmek, yönlendirmek ya da manipüle etmek ön planda tutulmuştur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tesis edilen eğitim-öğretim tekeli bugün dahi değiştirilebilmiş değildir. Eğitim-öğretimden kasıt nitelikli, özgür düşünebilen insan yetiştirmeden ziyade, resmi ideolojiyi benimseyen tektip insan, homojen bir devlet halkı modeli yaratmak olmuştur. “Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseriniz olacaktır.” denirken, herhâlde murat edilen diktatörlüğe diktatörlük diyebilecek entelektüeller yetiştirmek değil; diktatörlüğü cumhuriyet-demokrasi olarak benimsetebilecek ideologlar ya da diktatörlüğü cumhuriyet-demokrasi zanneden cahil kitleler üretmekti. Aksini iddia edenler, diktatörlüğe diktatörlük diyebilen, halktan insanları bırakın, kaç adet akademisyen, siyaset bilim ya da siyaset felsefesi profesörü gösterebilir??? Aynı şekilde; devletten bağımsız, gerçek anlamda serbest piyasa şartlarında ekonomik faaliyetlerin yürütülebildiği, bugün dahi iddia edilebilir mi??? Kamu mallarının iktidara bağlı olarak bugün dahi istismar edilebildiği inkâr edilebilir mi??? Kamulaştırma söz konusu olduğunda bugün dahi özel mülkiyete saygısızlık yapılmıyor mu??? Bugün dahi kamu sektörü, arpalık olmaktan çıkarılabilmiş mi???

Öte yandan; Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik şunları söylemek de herhalde mümkündür: 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, esasen 14 Mayıs 1950’de kurulabilmiştir. 14 Mayıs 1950 itibarıyla siyasal sistem şöyle ya da böyle meşruiyetini artık halktan almaya başlamıştır. Halktan özerk siyasal meşruiyet anlayışı zaman zaman hortlayıp, askeri darbelerle gerçek cumhuriyeti sekteye uğratsa da tek parti ve tek adam rejimi 14 Mayıs 1950 sonrası nihayete ermiştir. Aynı şekilde; iletişim ve eğitim tekeline bağlı monist yapılanma ve homojen devlet halkı modeli 6 Kasım 1983 itibarıyla değişmeye yüz tutmuş ve yavaş yavaş da olsa hem çoğulcu ve çok kültürlü bir yapı oluşmaya ve hem de serbest piyasa ekonomisi tesis edilerek özel mülkiyet saygın hale gelmeye başlamıştır. Tüm bu gelişmeler tabiatıyla 3 Kasım 2002 döneminde daha da pekişmiş, siyasal olanın müdahalesine tabi hukuk ve ideoloji güdümlü keyfi yargı da 12 Eylül 2010 itibarıyla son bulmuştur. 14 Mayıs 1950 öncesi gerçek tek parti diktatörlüğü dönemi için hiçbir laf edemeyip, 14 Mayıs 1950 sonrası inşaya başlanan gerçek cumhuriyetin siyasi liderlerini diktatörlükle suçlamaya kalkışanlar, şüphe yok ki o diktatörlük dönemini “altın çağ” zanneden oligarşi mensuplarıdır…



[1] Arthur Conte, Diktatörler Yüzyılı, Çev., E. Göze, Boğaziçi Yay., İstanbul, 2002.

[2] Aristoteles, Politika, Çev., M. Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990.

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.