Umre Seyahati Üzerine Notlar

Umre, Müslümanların özelde Kâbe‘yi, geneldeyse İslam’ın teşekkül ettiği tüm bölgeyi (Mekke, Medine) “hac mevsimi” dışında ziyaret etmelerine denir… Müslümanların ömründe bir defa “umre” yapmaları Hanefî ve Malikî mezheplerine göre sünnet, Şafîî ve Hanbelî mezheplerine göreyse farzdır… Mezhepler arasındaki ihtilafın sebebi; “Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın / yapın…” (Bakara, 2/196.) ayetini farklı yorumlamalarıdır… Hanefî ve Malikî müçtehitleri söz konusu ayeti birtavsiye olarak değerlendirirken Şafîî ve Hanbelî müçtehitleri bir emir olarak değerlendirmişlerdir… Muhtemelen Şafîî ve Hanbelî müçtehitler “hac” ve “umre” esnasında gerçekleştirilen bazı pratiklerin ve ziyaret edilen bazı yerlerin benzerliğinden ötürü umreyi de emir diye telakki etmektedirler… Bahis mevzuu pratiklerin ve ziyaretlerin dinî boyutlarını ve fıkhî tahlillerini ilahiyatçılara bırakalım (Bırakalım mı acaba?); mensubu olunan geleneğin ve medeniyetin sembolik değerlerinin inşa edildiği bölgelere yönelik insanların yaptıkları seyahatlerin sosyolojik açıdan bir hayli anlamlı olduğu inkâr edilemez… Zira kimlik doğrudan doğruya mensubiyetle alakalıdır… Kimlik yaratmayan bir medeniyetten veya kültürden ya da siyasal sistemden bahsedilebilir mi? Şüphe yok ki Yahudilik de Hristiyanlık da Müslümanlık da modernlik de liberallik de sosyalistlik de faşistlik de hemen hepsi muayyen bir kimliği benimsemektedir… Kimlik ve mensubiyet ilişkisini inkâr ya manipülasyonla ya da cehaletle mümkündür…

Bu girizgâhtan hareketle düşmek istediğim not; 28 Ocak – 7 Şubat 2016 tarihleri arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nca organize edilen ve bizim de katıldığımız “umre” seyahatine dairdir…  Kendi geleneğini ve medeniyetini önemseyen her Müslüman gibi elbette bizim de maksadımız İslam’ın teşekkül ettiği beldeleri ziyaret etmek; insanları vahşetten, bedeviyetten medeniyete taşıyan, badiyeyi medineye dönüştüren, düşmanlarının dahi “EMİN-DÜRÜST” dediği, sadakat ve asalet timsali “Ahlak Peygamberi”nin teneffüs ettiği havaları teneffüs etmekti… Ne hazindir ki insanın umduğuyla bulduğu farklı oluyor… Osmanlı Devleti oralardan elini çekti çekeli mabetler garip, mekânlar garip, insanlar garip; “Ahlak Peygamberi” buyurmuş ya “İslam garip geldi, garip gidecek”,öyle… Kâbe-i Muazzama,  gökdelenler arasında mahzun; Arafat, Sevr, Hira, Nur Dağı, Müzdelife, Mina çöplükler arasında mahzun; Mescid-i Nebevi lüks oteller arasında mahzun; Uhud, Kuba, Kıbleteyn bakımsızlıktan mahzun; insanlık cehalet içerisinde, bedevilikten mahzun… Kabahat sadece o topraklarda yaşayan insanların mı??? Tabii ki değil… Başta Türkiye olmak üzere bütün Müslüman ülkelerin günahı… Kutsal topraklardaki durumun vahametini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aklı başındaki görevlilerinden Mustafa GÖKÇINAR Hoca haklı olarak şöyle ifade ediyordu: “Ne yazık ki Peygamber Efendimiz vefat edince bu topraklarda yaşayan insanlar, Cahiliye Devrine gerisingeri dönüvermişler…” Maalesef Osmanlı Devleti kendi hatasıyla kadere fetva verdirtip 20 milyon kilometre kare toprağının 780 bin 500 kilometre kareye inmesine sebep olunca kutsal beldeler de vatan toprağı olmaktan çıkmıştı… İhtişamlı dönemlerindeki Müslümanlığını unutan Osmanlı Devleti idarecileri akıl ve ahlak dışı tavırlarından ötürü Avrupa karşısında mağlubiyete maruz kalıp, suçu Müslümanlıkta görmeye başlayınca felaketler kapıyı çalmaya başlamıştı… Mesela; “Mirî Malı”nı (Kamu Malını) ahlaksız ve namussuzca, kendi uydurdukları “yasallık” kisvesiyle Döner-Kebap Sermaye diye zıkkımlanan; kesbettiği için değil, bahşedildiği için statü sahibi olan sözde idareciler Müslümanlık taslıyorsa, kaderin onların devletini felaket ve helakete uğratması kaçınılmaz değil midir??? İstiklal Şairi Mehmet Akif ne de güzel söylemiş; “Müslümanlık nerede, SİZDEN geçmiş insanlık bile…”

Ulus-devletler çağında başka ülkelere karışamadığımız için Suudilere bir şey diyemiyoruz ama sorumluluk mevkiinde oturan kendi ülkemiz insanlarına da mı bir şey demeyelim??? Sormayalım mı, umre seyahatlerini yüklü miktarlarla organize eden Diyanet İşleri Başkanlığı (kayıt için alınan paraların yarısı onlara kalmasına rağmen) üzerine düşen vazifeleri niçin hakkıyla ifa etmemektedir??? Hangi vazifeleri mi??? Mesela; madem Suudi Arabistan’a gitmek için bilmem ne aşısını yaptırma mecburiyeti var, camilerde toplanan insanlar, kadınlar ve erkekler farklı alanlarda aşılanamaz mı??? Madem insanların pasaportlarına kayıtlarda el konuluyor, karı-koca çiftlerin ya da çoluk-çocuk ailece gitmek isteyen insanların uçak biletleri, uçağa biniş kartları iç hatlarda da dış hatlarda da yan-yana alınamaz mı??? Cidde’de ya da Medine’de havaalanlarında indirilen insanlar, doğru-dürüst araçlarla (Türkiye’de 50 yıl önce kullanılan klimasız araçlar kiralanıyor.) kalacakları otellere intikal ettirilemez mi??? Oteller için yaptırılan rezervasyonlar zamanında yaptırılarak, insanlar odalarına, saatlerce bekletilmeden yerleştirilemez mi??? Ziyaret edilecek olan mekânlar, vaktinden evvel ilan edilerek herkesin iştiraki sağlanamaz mı??? 450-500 kilometre mesafeyi baliğ Mekke-Medine arasında insanca kullanılabilecek, suyu akan tuvaletleri mevcut dinlenme tesislerinde mola verdirtilemez mi??? Diyelim ki  o güzergâhta Suudi-Arabistan’da öylesi tesisler yok; Diyanet İşleri Başkanlığı ya da daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Devleti böyle bir tesisin yapılmasını sağlayamaz mı??? Sırf umre organizasyonlarından milyonlarca “Dolar” kazanan Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi insanına, suyu bulunmayan tuvaletlerde ihtiyaç gidermesini nasıl reva görebilir???  Meğer ki Diyanet İşleri Başkanlığı ahlaka mugayir bir biçimde böyle bir şeyi reva görüyor; pekiii yaptırdığı trilyonluk kamu binalarını “milletimizin onurudur” diye takdim eden Hükümet-Devlet nasıl reva görebilir??? Türkiye Cumhuriyeti devleti Suudi Arabistan gibi bir Krallık ya da Tekparti Diktatörlüğü müdür ki idarecilere reva görülmeyen şey, halka reva görülebilsin???  Daha da trajikomik olanını söyleyelim; tüm bu aksaklıklara Diyanet İşleri Başkanlığı görevlileri nasıl mazeret buluyorlar biliyor musunuz? Şöyle: “Muhterem kardeşlerimiz, lütfen şikâyetçi olmayın, bizim karşılaştığımız problemlerin, Peygamber Efendimiz’in yaşadıkları dikkate alındığında sözü edilebilir mi hiç? Düşünün ki Peygamber Efendimiz bu yola çıktığında yalın ayak, aç, biilaç, yayan, deve sırtında ne meşakkatler çekti; lütfen sabırlı olalım…” İyi de adama-madama demezler mi? Ahlak Peygamberi, imkânı olmasına rağmen mi bu meşakkatleri tercih etti??? Milyon dolarlık makam arabası kullananların bu sözleri sarf etmesi ayıp olmuyor mu??? İslam’ın akidesini “ellere talkın bize salkım” şekline mi dönüştürdünüz??? “Din afyondur.” diyen Karl Marks’a “rahmet” mi okutacaksınız???

Son sözü Müslümanların yegâne meşruiyet ölçüsü Kur’an-ı Kerim söylesin: “Ey iman ettiğini söyleyenler, yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz.” (Yâ eyyuhâllezîne âmenû lime tekûlûne mâ lâ tef’alûn…), (Saff Suresi 2.)… “Ey iman ettiğini söyleyenler, iman ediniz.” (Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû…), (Nisa Suresi 136.)…

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.