AKP’nin Fikrî İktidarı Üzerine

Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; kurucusu olduğu TÜRGEV’e ait İbni Haldun Üniversitesi 2020-2021 yılı akademik açılış merasiminde yaptığı konuşmada (https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/122413/) şu kabilden cümleleri dile getiriyor: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ülkemizin yaşadığı tartışmaların merkezinde hep geleceğimizi nerede arayacağımız sorusu yatmıştır. Rönesans’ın ardından, fikrî ve teknolojik olarak atak yapan Batı dünyasının, hak ve adalet tanımadan hızla yükselen baskın gücü, bu sorunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasına imkân vermemiştir. Sonuçta, ülke ve millet olarak kendimizi, kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun; en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması, cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Batı dünyası, tıptan sosyolojiye kadar pek çok alanda ilhamını bizim köklerimizden almıştır. Buna karşılık biz, kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmek suretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Bir başka ifadeyle fikrî bir buhranın içinde çırpınıyoruz. Hâlbuki siyasî bağımsızlığın da ekonomik bağımsızlığın da temelinde fikrî bağımsızlık yatar. Buradaki tüm misafirler, hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı inanıyorum ki gayet iyi bilirler. Aynı şekilde gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tamamına ve oradan da insanlığa uzanan fikrî iktidar yolu gerçekten zor ve zahmetli bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle, geçtiğimiz on sekiz yılda, her alanda tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum. Okullarımızda milyonlarca öğrencimiz eğitim-öğretim görüyor ama çoğu alanda hepimizi mutmain edecek düzeyde yetişmiş insan gücüne sahip değiliz. Genç bir nüfusa sahibiz ama medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız, en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor. İlimde, sanatta, kültürde hep benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. İşte bunun için de fikrî iktidarımızı hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felaketi demektir. Fikrî iktidarı; siyasî kadrolar değil, ilim, sanat ve hikmet insanları inşa eder. Siyasî kadrolar ancak onlara ihtiyaçları olan zemini sağlar. Dolayısıyla bu konudaki sorumluluğun bir kısmı bize aitse, önemli bir kısmı da ilim ve fikir adamlarımıza aittir. Yükseköğretimi ön lisansından lisansına, yüksek lisansından doktorasına kadar her safhasıyla milletimizin fikrî iktidarının üretim merkezleri hâline dönüştürmeliyiz. Öncelikle yapmamız gereken, kendi medeniyet birikimimize ve hedeflerimize uygun nesiller yetiştirmektir…”

Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; “Gerçek iktidar, fikrî iktidardır.”, şeklindeki değerlendirmelerine katılmamak elbette mümkün değil… Ancak emretme yetkisini ellerinde bulundurdukları on sekiz yıl boyunca tesis edemediklerini söyledikleri kendilerine ait fikrî iktidarın ve taklit etmekten şikayetçi oldukları Batı’ya ait fikrî iktidarın mahiyeti, konuşmalarında muğlak bırakıldığından; hangi tercihin insanlar açısından doğru hangisinin yanlış nitelendirilmesi gerektiğine karar vermek hayli zor görünmekte… Zorluğu aşmak için vakıflarına ait üniversiteye adını verdikleri ve sitayişle andıkları İbni Haldun’dan yardım istemek herhalde makul karşılanacaktır: İbni Haldun’a göre; Yunan ve İslam filozoflarının da kastettikleri gibi, insan tabiat itibarıyla toplumsal bir varlıktır. Yaratılışında, Tanrı tarafından bir takım güçlerle teçhiz edilmiş ve o teçhizatla hem geçimini sağlamak hem de muhtelif tehlikelere karşı emniyetini temin etmek mecburiyetinde olduğu kendisine bildirilmiştir. Fakat tek başına kalırsa insanın ne geçimini temin etmesi ne de emniyetini sağlaması mümkündür. Böylesi bir zaruretten ötürü diğer insanlarla birlikte yaşama mecburiyeti vardır. Yani her bir insan için hayatının idamesinde ve savunmasının temininde kullanılsın diye ona verilen akıl ve el daima başkalarının yardımına muhtaçtır. Zarurî ve tabii olan toplumsal hayatın da iki temel tarzı vardır. Birincisi; grup şuuru-asabiyet duygularının çok yoğun yaşandığı, köy, yayla veya mezralarda yarı yerleşik bir iskânın sürdürüldüğü, bireyselliğin aksine, komünal ilişkilerin hakim olduğu, maişetin kısmen tarım ve daha çok hayvancılıkla sağlandığı, yönetsel ilişkilerin de “kabilevî riyaset” biçiminde gerçekleştiği toplumsal hayat, “bedevî umran”. İkincisi de yerleşik hayatın şehirlerde istikrar kazandığı, sosyal ilişkilerde rasyonalitenin kritere dönüşmeye başladığı, grup şuuru-asabiyet duygularının şu ya da bu biçimde kaybolduğu, bireyselliğin ön plana çıktığı, geçim tarzınınsa daha çok zanaata, ticarete, ücretli emeğe ve belli ölçülerde tarıma dayandığı, siyasî otoritenin de “güç temelli devlet” formuna dönüştüğü  toplumsal hayat, “medenî umran”. Bedevî toplumda insanlar temel ihtiyaçlarını dahi zar zor karşılayabildiklerinden, onlar için müreffeh ve lüks yaşamak anlamına gelen medineşehir hayatı her zaman için hem bir sevk-i tabii hem de bir rasyonel hedeftir. Medenî toplumu bedevî toplumdan farklı kılan unsurların başında şüphesiz refah ve lükse ulaşılmış olması gelmektedir. Medenî umranda insanlar; devletin sağlamış olduğu emniyetle geçim zaruretini tamamen aşıp, pazarlar, köprüler, su kanalları, bağlık-bahçelik meskenler, bayındır ortamlar, köşkler, saraylar kurarlar. Ellerinden geldiğince yiyecek, içecek, kılık kıyafet, eşya gibi şeylerin en kalitelisini, en şatafatlısını edinmeye çalışırlar. Ancak refah ve lüks hasıl olunca  insanlar, bu durumun ortaya çıkardığı adet ve alışkanlıkları kendilerine aslî tabiat edinirler. Haddizatında insanlar yaratılıştaki mizaçlarının, tabiatlarının ürünü değil, adet ve alışkanlıklarının ürünüdür. Aslî tabiat hükmüne geçen bu pratikten sonra insanları artık grup şuuru-asabiyete dayanan kabilevî töreler de geleneksel dinî kurallar da bağlamaz. Onların yerini rasyonel kanunlar alır. Medenî umranda gerçekleşen şey, işte bu minval üzeredir ve bu durum devletin temel kurumları olan adliye, maliye, askeriye gibi önemli birimlerin dejenerasyonuyla sona ereceği mukadder ömrünün hitamına kadar da bu şekilde sürüp gidecektir. Refaha ve lükse kavuşmanın en önemli vasıtasıysa elbette savaş ve galibiyettir. Savaşta galibiyet; refah ve lüksü elde etmenin ana vasıtası olmakla birlikte “medenî umran” tesisi için tek başına yeterli değildir. Medenî umran esasta ilimlerin ve sanatların gelişmesiyle kurulur… Mesela; bedeviler zaman zaman grup şuuru-asabiyet kaynaklı dayanışma duygularının motivasyonuyla çöküşe yüz tutmuş bazı medenî toplumlara galip gelerek, refaha ve lükse kavuşursalar da onların üst seviyeden hayat tarzlarını, kültürlerini taklit etmekten kendilerini alamazlar. Çünkü toplumların bir diğerini taklit hadisesinin asıl sebebi, savaştaki galibiyetten ziyade, medenî aşamada olup olmamaları yani kültürel üstünlüktür. Kültürel üstünlükse kaba kuvvetin eseri değil, rasyonel düşünce, ilimlerin ve sanatların gelişiminin eseridir. Şayet galip gelen taraf, medenî umran aşamasında bulunan bir toplumsa mağlup tarafın onu taklit etmesi zaten kaçınılmaz bir sonuçtur. Zira hangi kültüre mensup olunursa olunsun, rasyonel düşünülmediği taktirde, galip gelen tarafta bir tabii üstünlük bulunduğu zannı insanlarda ağır basar. Böyle bir yanlışlığa düşülmesi, inanca dönüşünce de galibin bütün halleri; kılığı, kıyafeti, yemesi, içmesi, tüm hayat tarzı taklit edilmeye başlanır. Oysaki rasyonel bakabilen insanlar bu inancın tamamen bir müstemleke alameti, kültürel hegemonya durumu olduğunu kolaylıkla fark ederler. “Halk (avam tabakası); hükümdarın, egemen olanın dinine tabidir.”, sözünün manası tam da budur.[1] İbni Haldun’un tespitlerinin manası çok açık: Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, insanlar için iki tür hayat tarzı vardır; bedevî ve medenî umran. Bedevî umran, mensubiyetle varoluşun, grup şuuru-asabiyetin ön planda tutulduğu, zarurî ihtiyaçların dahi kolay kolay karşılanamadığı ilkel hayat tarzı;  medenî umransa entellektüel gelişime dayanan, refahın ve lüksün elde edildiği, bireyselliğin ağır bastığı, sosyal ilişkilerin tanziminde rasyonalitenin ölçü alınmaya başlandığı standartları yüksek uygar hayat tarzı. İnsan için; bedeviliğin, medeniliğe tercihi ne güdüsel ne de rasyonel bir seçimdir. Bedeviyetten, medeniyete doğru yürüyüş gibi; bedevilerin medenileri taklidi de hem doğal hem de rasyonel bir vakıadır…

Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın konuşması; İbni Haldun’un düşünceleri kriter alınarak değerlendirilirse  “Gerçek iktidar, fikrî iktidardır.”, tespiti dışındaki yorumlarına katılmak oldukça zor görünmekte.  Madem Batı’nın, Rönesans’la birlikte fikrî ve teknolojik bir atak yapıp, yeryüzünde egemen kültür haline geldiği kavranılmış; o kültürü taklit etmek istemeyenlerin, Rönesans’ın rasyonaliteye dönüş olduğunu da kavrayıp, kendi toplumlarının da fikrî ve teknolojik atak yapabilmesi için rasyonaliteye dönüş yapmaları gerekmez mi? Aynı şekilde, refah ve lüks hayat tarzını temsil eden Batı kültürünün yeryüzündeki egemenliğinin arka planında ilimlerin ve sanatların yattığı madem idrak edilmiş, altı yüzyıl önce “İlimlerin ve sanatların gelişimi için bedevilikten medeniliğe intikal zorunludur.”, diyen İbni Haldun’un tespitlerine kulak vermeleri gerekmez mi? Yine, “Başkalarının yarattığı refahı ve lüksü tüketmek, medenileşmek manasına gelmez; medeniyet onları üretebilmektir.”, diyen İbni Haldun’un kılavuzluğuna başvurmaları, ülkeyi ithalat pazarı, tüketim cenneti yerine, refahı ve lüksü üretmek üzere beyin gücü ve iş gücü merkezine dönüştürmeleri gerekmez mi? Daha da önemlisi, üst seviyeden yeni bir hayat tarzı ve yeni bir toplumsal formasyon yaratmanın yegâne vasıtası olan rasyonalitenin yalnızca maddi üretim tarzının yeniden organizasyonu anlamına gelmediği, aynı zamanda sosyal ilişkileri dizayn eden ideolojik aygıtların yeniden tanzimi  anlamına da geldiği idrâk edilemiyor mu?[2] Şayet  siyasî iktidar yani emretme yetkisi anlamında devlet ele geçirilmesine rağmen; samimi bir muhasebeyle eğitim ve öğretimde, ilimde ve sanatta arzulanan ilerlemenin sağlanamadığı düşünülüyorsa bunun gerçek sebebinin ne olduğunu tespit edebilecek entellektüellerin yokluğuna AKP’nin hüzünlenmesi gerekmez mi? Devletin bir numaralı ideolojik aygıtı, “milli eğitim” politikalarının güya tek belirleyicisi, kendisini “İslamcı” ya da “muhafazakâr demokrat” diye lanse eden AKP’nin siyasî iktidarında;  gerçek cumhuriyeti karşılaması hiçbir zaman söz konusu olmayan Kemalci oligarşinin, nasıl olup da halâ fikrî iktidarını sürdürdüğünü çözümleyebilecek tek bir akademisyeninin bile bulunmaması, AKP’nin esasen fikrî iktidarı hak etmediğine delalet etmez mi? Milli Eğitim Bakanlığı’nın fonksiyonu nedir? AKP’nin güya karşı çıktığı Kemalci oligarşiye ait ideolojiyi, AKP’nin milli eğitim politikaları aynen empoze edebilir mi? O ideolojinin asıl sahiplerinin bile gerçekleştiremediği insan profilini yaratmak, AKP’nin üzerine vazife midir? Besbelli ki AKP’nin yegâne derdi, Kemalci oligarşinin inhisarında tuttuğu siyasî iktidarı ele geçirmek ve iktidar sayesinde istifade edilen nimetlerden yararlanma imtiyazını yeni bir oligarşiye kazandırmakmış?! İktidar mücadelesinde bayraklaştırılan BAŞÖRTÜSÜ argümanının, arka bahçemiz dedikleri İMAM HATİP okullarında bile artık kullanılmaması AKP’lilerin gerçek niyeti hakkında yeterince ipucu vermiyor mu?! İlk ve orta öğretimde durum böyle olunca, yüksek öğretimde farklı olabilir mi? AKP’nin siyasî iktidarını gece gündüz demeden, her türlü medya platformunda hararetle savunan profesör, doçent, vs. vs. ünvanlı kişilerin mebzul miktarda mevcudiyetine rağmen yüksek öğretimde de Kemalci oligarşiye ait ideolojinin hakim oluşu, o ünvanları taşıyanların gerçek vasıfları hususunda yeterince bilgi vermiyor mu? Besbelli ki AKP’nin şimdilerde adına FETÖ dediği organizasyon ve cemaat, tarikat görünümlü benzerleri, siyasî iktidarı aldatarak (Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “Allah affetsin, aldatıldık.”, demişti.) her türlü sınavı aşmanın, her türlü ünvanı kazanmanın, her türlü statüyü elde etmenin bir yöntemini keşfetmişler… “Allah’ın rızasını gözeterek ve insanlara faydalı olması öncelenerek üretilen bir bisiklet İslamî bisiklet olur.”, veciz cümlesini şevkle dillendirebilen (https://www.milliyet.com.tr/gundem/islami-bisiklet-uretilebilir-1593749) “profesör” ünvanlı “akademisyen”lerin İbni Haldun Üniversitesi’nde felsefe dersleri okutabildiğine; “Cumhurbaşkanı’mıza itaat etmek farz-ı ayındır; karşı çıkmaksa harpten kaçmak anlamında haramdır.” (https://www.youtube.com/watch?v=SYV74NyIQjs), fıkıh kaidesini hatırlatan “profesör” ünvanlı “akademisyen”lerin de sosyal medya kanalıyla üniversite öğrencilerine “Anama söylersem, sizi cırar.”(https://www.youtube.com/watch?v=rWKXQAXwjCc), şeklindeki vulgar-lümpen cümlelerle hitap edebilen “profesör” ünvanlı “akademisyen”lerin de ilk icraat olarak, göreve getirildiğinde, yönetici payı adı altında aldıkları döner sermaye (para) oranlarını rektöre yüzde 600, yardımcılarına yüzde 300, genel sekretere yüzde 200 nispetinde artırıp, küçücük şehirdeki küçücük üniversitede maaşını bazı aylar 40 000 TL’ye, bazı aylar 50 000 TL’ye çıkarabilen, bilahare de üniversiteyi eş-dost-akraba-ihvan ile doldurmaya çalışan (https://odatv4.com/turkiyenin-gunlerce-konustugu-olayda-neler-oldu-24021810.html) “profesör” ünvanlı “akademisyen”lerin de üniversiteyi; oğul, kız, damat, gelin gibi birinci dereceden yakınlarla doldurarak aile şirketine çeviren “profesör” ünvanlı “akademisyen”lerin de Türkiye’de evleviyetle “rektör” (http://erzurumhaber25.com/haber/-ataturk-universitesinde-bir-devrin-sonuna-geliniyor-3140.html) atanabildiğine kim inanır?! Acaba her türlü sınavı aşmanın, her türlü ünvanı kazanmanın, her türlü statüyü elde etmenin keşfedilen yöntemi “siyasî iktidara alelıtlak itaat etme ve cebini doldurmayı becerme” şeklindeki “bedevi kurnazlığı” olabilir mi?! Acaba bu tiplerin ders okuttuğu ve “rektör” atandığı üniversitelerden, “üniversal seviyede bilgi üretme” ya da siyasî iktidara, “fikrî iktidar” yolunda destek çıkma fonksiyonu yüklenebilir mi?!  Devletin bir diğer ideolojik aygıtı olan medya organlarının durumu da ne yazık ki içler acısı. Mecburen ya Batıkültürünü örnek hayat tarzı olarak yansıtan filmleri, dizileri, vs. aktarıyorlar ya da onlarla boy ölçüşmesi asla mümkün olmayan kendilerine ait bedevi kültürü yansıtan “yerli ve milli” filmleri, dizileri, vs., arpalığa dönüşen TRT başta olmak üzere, AKP’li yayın organlarında aktarıyorlar. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından, devletin kasasından milyonlarca para harcanarak organize edilen  ve TRT’de yayınlanan seyircisiz müzik programları ya da İmar-İskân Yasası’na aykırı olarak inşa edilen kaçak yapılara, muhtemel depremde sorumluluğu vatandaşın üzerinde kalmak kaydıyla “devlet hazinesi”ne üç-beş kuruş para toplamak niyetiyle güya, ruhsat verileceğini anlatan kamu spotu, reklam filmleri çektirilen “meddah” Hasan KAÇAN’ın “yerli ve milli” dizileri AKP’nin sesini ve nefesini yansıtıyor olabilir mi? Hasan KAÇANDOSTOYEVSKİ mi ki “SUÇ VE CEZA” ya da “KARAMAZOV KARDEŞLER”diye metinler kaleme alsın?! “Özü, sözü insan TRT”nin dizisinde dendiği gibi; “TÖVBELER OLSUN”?!

Özetle; şu ya da bu ülkede, sadece siyasî iktidar ve ondan nemalanan kesimler için değil, tüm topluma ait üst seviyeden bir hayat tarzı yaratılmak isteniyorsa yapılması gereken top-yekûn rasyonelleşmedir. Zira dünyanın neresinde olursa olsun, yaratılmış bütün medeniyetlerin yegâne kaynağı rasyonel düşünce ve onun ürünleri ilimler ve sanatlardır. Üretici olmayıp, yalnızca başkalarının ürettiklerini tüketenler, tükettikleri kültürleri taklide mecburdurlar. Üstelik “İtibardan tasarruf edilmez.” denilerek, başkalarının ürettiklerinin tüketildiği bir ülkede, tüketebilme imkânı yalnızca siyasî iktidara ve ondan nemalanan kesimlere münhasırdır. Mesela; AKP’ye oy veren hiçbir Anadolu kadını“50 000 Dolar” harcayarak el çantası satın alma imkânına sahip değildir. Maalesef bu tüketim inhisarı insanlar cahil kaldığı müddetçe ilanihaye devam edecektir. Zira umur-u mukarreredendir ki bir millet cehaletle kendi hukukunu bilmezse ehli hamiyet idareciyi dahi müstebit yapar. Bununla birlikte, modern dünyada, demagojiye açık demokratik yöntemlerle cahil kitleleri manipüle ederek siyasî iktidarı ele geçirmek her ne kadar mümkün olur ise de egemen kültürü yansıtan fikrî iktidarı ele geçirmek asla mümkün değildir. Gerçek iktidar elbette fikrî iktidardır ama onun yolu sadece ve sadece rasyonaliteden geçmektedir. Darısı AKP’lilerin başına?!

 

[1] İbni Haldun, Mukaddime, C. I., II., Çev., S. Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1983.

[2] Louis Althuser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev., Y. Alp – M. Özışık, İletişim Yay., İstanbul, 1994.

Bu yazı Güncel Yazılar, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.