Dil Devrimi Üzerine

AKP’nin sabık grup başkan vekili Mahir ÜNAL’ın; Maraş’ta düzenlenen Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarı’nda katıldığı bir programda, “kültür” üzerine nutuk atarken, “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela, Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi, Mao’nun Çin’deki kültür devrimdir, o da lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak cumhuriyet (Türkiye Cumhuriyeti); bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe’nin düşünce üretebilmesi mümkün değildir, onunla sadece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliriz.”[1] mealinde cümlelerle kendisinin kullandığı dilin fonksiyonunun “hacet gidermek” olduğunu belirtmesi üzerine başlayan tartışmalar; tekparti diktatörlüğü döneminde, ATATÜRK tarafından gerçekleştirilen “dil devrimi” uygulamalarını bir kez daha gündeme getirdi. Dil devriminden kasıt; Türklerin, din olarak İslam’ı kabul ettikleri tarihten itibaren dahil oldukları ve bizzat kendilerinin yarattığı medeniyetin “yazı dili” sembolleri Arap harfleri yerine 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” mucibince Latin harfleri sembollerinin ikame edilmesi ve müteakip yıllarda “özleştirme” (sadeleştirme) adı altında sürdürülen, Osmanlı Devleti (1299-1923) ve hatta Karahanlı Devleti (928-1040) yıllarından beri Türkçeleşmiş, Arapça ve Farsça kökenli on asırlık kelimeleri tedavülden kaldırma, mukabilinde de “uydurma” sözcüklerden ibaret “yeni” bir dil yaratma girişimidir… Mahir ÜNAL sayesinde başlayan tartışmalar sadece “dil devrimi” ile sınırlı kalmadı; bu vesileyle “tekparti diktatörlüğü” rejimini cebren ve hileyle halka “cumhuriyet” diye kabul ettirmek isteyen “oligarşi” meftunlarına ve AKP’ye güya muhalefet ettiğini zanneden sözde aydın takımına da gün doğdu?! Apaçık bir kültür katliamı olan bu uygulamaları savunanlara göre; Mahir ÜNAL gibilerinin “Durup, durup dil devrimine saldırmalarının temel nedeni, ATATÜRK devrimlerinde bir gedik açmak, en azından ATATÜRK devrimlerine saldırılabileceğini kanıtlamaktır. Aslında bunlar, bölünmez bir bütün oluşturan ATATÜRK ilkelerini bir türlü benimseyemedikleri, benimsemek istemedikleri için dil devrimini eleştirmektedirler. Esas hedeflerinin, laiklik karşıtlığı olduğuna da şüphe yoktur. Ne var ki bunlar; uslarından çok, tutkularına kulak verdiklerinden, bir kısır döngüyü aşamıyor, ATATÜRK ilkelerinin kıymetini idrak edemiyorlar.”[2]

Mahir ÜNAL’a ilk darbe beklenmedik bir yerden, AKP’nin ve Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın ittifak ortağı, MHP genel başkanı Devlet BAHÇELİ’den geldi. BAHÇELİ; grup toplantısında, “Cumhuriyet’in Türk kültürüne, Türk diline, düşünme setlerimize zarar verdiğini iddia edenler talihsiz, tarifsiz ve temelsiz bir yanlışın pençesindedir. Önyargıların hükmüyle, ideolojik katılıklarla cumhuriyetin anlaşılması ve anlatılması mümkün değildir. Bugünkü Türkçe’mizle düşünce oluşturamayacağımızı söylemek gerçekleri çarpıtmaktır, nesnel gelişmelere aykırıdır, dilimizi karalamaktır, nihayetinde özgüven eksikliğidir.” diyerek, isim vermeden Mahir ÜNAL’ı azarlayınca, grup başkanlığının sonlandırılması hususunda da direktifi vermiş oldu… Düşünme setleri yıkılmış “zavallı” insanlara, müttefikleri böyle yaparsa muhalifleri ne yapmaz?! Lisanıyla düşünce üretemediğini belirtmesine rağmen, iktidar partisinin grup başkan vekilliği makamını işgalinden kaynaklanan sevk-i tabii saikiyle “dil devrimi” eleştirisi vazifesini deruhte eden Mahir ÜNAL’a ve AKP’lilere, CHP genel başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU grup toplantısındaki konuşmasında şöyle cevap veriyor: “Bunlar tarih nedir bilmiyorlar… Hurafelerden tarih öğreniyorlar… Halkın ne konuştuğunu dahi bilmiyorlar… Yahu sen hiç KARACAOĞLAN’ı dinlemedin mi? Bu insanlar tertemiz Türkçe ile ne yazdılarsa biz bugün anlıyoruz. Ama sen YUNUS EMRE’yi bile bilmiyorsun… BAHÇELİ de sözde çok kızmış buna… Sonra ne olacak, koşa koşa gidecek yine kucaklayacak. Bu anlayış ne anlayışıdır biliyor musunuz? Bu anlayış, TC devletini kaldıracağız, ASRİKA diye bir devlet kuracağız, başkenti İstanbul olacak, resmi dili de Arapça olacak diyen  SADAT kafasının anlayışıdır. BAHÇELİ bu anlayışa itiraz mı etti? Etmedi. Benim milliyetçi tabanım öbür tarafa kaymasın diye arada bir işaret fişeği atıyor, sonra arka kapıdan yine kucaklaşıyor. Milliyetçilik vatanseverliktir, senin diline hakaret eden senin dilini küçümseyen bir adamla senin ne işin var? Bu tür insanlara en güzel cevabı, devrimleriyle Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK vermiştir…” İYİ Parti genel başkanı Meral AKŞENER de grubunda şunları söylüyor: “Cumhuriyetin edebiyata, düşünce dünyamıza, bilime ve eğitime katkılarını; cumhuriyetin ne büyük bir şahlanış olduğunu; bu aziz milletin oyuyla seçilmiş olan bir vekile, anlatmak zorunda olduğum için gerçekten utanç duyuyorum… Neymiş? Bugünkü Türkçe ile düşünce üretilemezmiş. Bu sözleri, cahillikle açıklamaya kalkmak, cahillik kavramının içini boşaltmak olur. Bu düpedüz patolojik bir cumhuriyet nefretine kılıf bulma gayretidir. Ve tepeden tırnağa, art niyetlidir.”

Siyasi parti temsilcilerinin güya “cumhuriyet rejimi” adına yaptıkları “söz düellosu” bir kenara; “dil devrimi” gerçekten de cumhuriyet rejiminin bir mütemmim cüzü müdür? Ya da cumhuriyet rejimitekparti diktatörlüğü müdür ki cumhurun, halkın rızası hilafına, onun kültürünün temel dayanağı olan lisanını tahrif ve tahrip etsin?! Asırlarca kullandığı kelimeleri ve o kelimelerle ifade ettiği müziğini, o kelimelerle okuduğu, yazdığı edebiyatını yasaklasın?! Bilenlerin malumudur; insanlara emretme yetkisini kimin elinde tutacağına yalnızca halkın karar verdiği rejimler, cumhuriyet/demokrasi rejimleridir. Halkın karar vermesinden kasıtsa, ülke yönetiminin; cumhurun, halkın rızasına dayanmasıdır. Rızaya dayanmaksa hem yöneten ve yönetilenlerin doğal eşitlik eksenindeki siyasal örgütlenmelerini kabul etmek hem de kamu-devlet adına yapılacak icraatlarda cumhurun, halkın reyine başvurmak demektir. Buna karşılık krallık, padişahlık (monarşi) ya da tiranlık/diktatörlük rejimleri ise cumhurun, halkın rızasına dayanmayan, insanlara emretme yetkisini onlardan almayan, emretme yetkisini “cebir ve şiddet” yoluyla ele geçiren rejimlerdir. Açıktır ki cumhuriyet/demokrasi rejimleri; doğal eşitlik eksenindeki rızaya dayalı yönetim biçimleri olmasaydı; krallık, padişahlık (monarşi) ya da tiranlık/diktatörlük rejimlerinden farklı oldukları ileri sürülemezdi. Rejimler arasındaki bu farkı bilmemek cehaletten kaynaklanıyorsa belki mazur görülebilir ancak halkı aldatmak maksadıyla rızaya ve doğal eşitliğe dayanmayan bir rejim (tekparti diktatörlüğü) cumhuriyet/demokrasi diye nitelendiriliyorsa bu, sadece ve sadece halka karşı alçakça bir ihanet ve ahlak dışı bir manipülasyondur. Atatürkçülüğün önde gelen ideologlarından, o dönemde CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı AtayKemalci Cumhuriyet’in ne olduğunu 1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle değerlendiriyor: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[3] Bu zaviyeden bakıldığında; Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı mağlubiyeti neticesinde, galip ülkelerin de (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) muvafakatiyle, ATATÜRK tarafından, imparatorluk bakiyesi topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulduğunun ilan edilmesi, yeni rejimin gerçekten de “cumhuriyet” olarak kurulduğu anlamını taşımamaktadır. Zira modern Batı (Avrupa) standartları dikkate alındığında; kurulduğu ilan edilen devlet, cumhuriyet rejiminin temel parametrelerinden ne  toplum sözleşmesine ne doğal eşitlik ilkesine ne de halkın rızasına dayanmaktadır. Realite o ki yeni rejim; cumhuriyet diye adlandırılan “Tekparti Diktatörlüğü”dür… Hal böyle olunca da emretme yetkisini bir biçimde elde eden iktidarın yani muktedir tek-adamın; meclis görüntüsü altında, cumhuriyetin gereği diyerek hayata geçirttiği inkılap denilen hemen hemen bütün icraatlar “cebir ve şiddet” yoluyla, “dikte” yöntemiyle gerçekleştirilmiştir:

1- Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924).

2- Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması (3 Mart 1924).

3- Tevhid-i Tedrisat Kanununun çıkarılması (3 Mart 1924).

4- Şapka Kanunu (25 Kasım 1925).

5- Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik Hakkında Kanun (26 Aralık 1925).

6- İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Türk Medeni Kanununun kabulü ve İslam hukukuna dayanan Mecelle’nin kaldırılması (17 Şubat 1926).

7- Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun (3 Kasım 1928).

8- Laiklik İlkesinin Anayasaya Eklenmesi (5 Şubat 1937).

Şüphe yok ki o gün itibarıyla yeni rejimin önündeki en büyük engel İslam diniydi… Zira, İslam dini, Osmanlı Devleti’nin temel “meşruiyet” zeminini teşkil ediyordu… Kur’an eksenli İslam savunusu yapanlar, saltanat rejiminin Kur’an’a aykırı olduğunu ileri sürseler de tarihî realite o ki Osmanlı saltanat rejimine karşı tebaa (insanlar) itaate çağrıldığında müracaat edilen yegâne kaynak, yegâne ahlakî argüman İslam diniydi… Binaenaleyh, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerine kurulan yeni devletin, aynı “meşruiyet” zeminine dayanması Makyavelist anlamda rasyonel görülemezdi… Çünkü halkın mevcut lisanının bel kemiğini İslam şekillendiriyordu… Bu hakikati bilenler açısından o meşruiyet zeminini yok etmenin ve yeni bir “meşruiyet” zemini yaratmanın tek yolu da elbette “dil devrimi” yapmaktı… Yapılmak istenen şey hususunda halkın rızasının aranıp, aranmadığı suali, şüphesiz abesle iştigaldir… Zira tekparti diktatörlüğü rejiminin; cumhuriyet/demokrasi rejimlerindeki gibi halkın rızası, “doğal hukuk”“evrensel insan hakları” ve “toplum sözleşmesi” gibi herhangi bir meşruiyet zemini yoktur. İcraatlarındaki yegâne dayanağı yalnızca cebir ve şiddettir… ATATÜRK“dil devrimi”nin gerekçesini şöyle izah etmektedir: “Arkadaşlar; bizim ahenkdar, zengin lisanımız, yeni Türk (Latin) harfleriyle kendini gösterecektir… Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz…”[4] Atatürk’ün; “kurtulmak mecburiyetinde olduğumuz demir çerçeve” derken kastettiği şey İslam dini ve onun sembollerinden başkası değildir. İslam diniyle ilgili olarak 16/17 Ağustos 1931 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne gönderdiği mektupta şöyle diyor: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, medeni cihanlarda, bilhassa Türk zengin medeni muhitlerinde bu iptidai ve cahiliyet devrinin timsali olan düstura dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır.”[5] Atatürk’ün, “Ikra, Bismi, Rabbi safsatası”, dediği şey; bilenlerin malumudur; Kur’an’ın ilk ayeti olduğu kabul edilen, Alak Suresi’nin ilk ayeti, “Ikra bi-ismi rabbike-l leżî ḣalak” (Yaratan Rabbinin adıyla oku.) ayetinden başkası değildir… Atatürk’ün, İslam’la ilgili bu kanaatini; isteyenler, Kazım Karabekir’in, “Paşaların Kavgası” başlıklı kitabının “Kur’an’ın Türkçeye Çevrilişi” bölümünden de okuyabilirler. Atatürk şöyle diyor: “Evet, Karabekir; Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Ta ki budalalık edip, aldanmakta devam etmesinler.”[6] Atatürk’ün, “Arap oğlunun yaveleri” dediği şey de elbette İslam dininden başkası değildir… Dil devriminin realizasyonunun ilk adımı 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun”u, yönergesini bizzat ATATÜRK’ün hazırladığı 12 Temmuz 1932’de kurulan “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” izledi… ATATÜRK; cemiyetin kurucu ve koruyucu genel başkanlığını ölümüne kadar sürdürmüştür… Kuruluşuyla birlikte çok hızlı bir arılaştırma, “özleştirme” faaliyeti başlatan cemiyet; eylem planının tespiti için 26 Eylül 1932’de Birinci Türk Dili Kurultayı’nı topladı… ATATÜRK’ün konuyla ilgili yapmak ve yaptırmak istediği çalışmaların maksadını Birinci Türk Dili Kurultayı şöyle beyan etmiştir: “Gaye, Türk dilini bugünkü ve yarınki medeniyeti kemali ile kucaklayabilecek en güzel şiveli ve ahenkli bir ifade vasıtası haline getirmek olduğuna göre: a) Şekliyat b) Sentaks c) Kelime teşkili d) Istılah vaz’ı sahalarında dilin bütün ihtiyaçlarını gidermek, düşünüş tarzını asrileştirecek ve Garplılaştıracak yeni vakıaları ifade edecek yeni kelimeler teşkilinde önceden hazırlanmış̧ ve tespit edilmiş̧ esaslar ve kaideler hazırlamak.” Açıktır ki asıl hedef, yaratılmak istenen yeni Türk toplumunu Garplılaştırmaktır… Kurultay, “yazman” Ruşen Eşref’in, Mustafa Kemal övgüleriyle dolu şu (özet) konuşmasıyla  sona ermiştir: “Böyle büyük ve tarihi bir vazifeyi gören kurultayı saygı ile selamlarım… İstanbul’a ne mutlu ki “Harf İnkılabı” ilkin onda hazırlanmıştı… “Dil İnkılabı”nın ilk hızı da şimdi onda başlıyor… Gördük ki dilimiz, tarihin en ilk izlerinin de ötesine varabilen devirlerdeki büyük muhaceretlerin dili olmuştur… Türkçe: Buyrukların dili, yurt, yapı kuranların dili; ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili; toprağı işleyenlerin dili; beyinleri uyandıranların dili; sevgilerin dili; sızıların dili… Türkçe: Analarımızın dili; anadil, diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe… İşte bu kurultayda on gündür onun başından geçenleri, onun uğradığı bakımsızlıkları, onun kendisinde kalan zenginliği, onun ileride alacağı gürbüzlüğü düşündük… Tarih en büyük düşünce hareketlerinin belirti noktaları Perikles devrinden, Augustos devrinden, Rönesans’tan, On Dördüncü Louis devrinden, Büyük Frederik devrinden bahseder… Bunlara adını verenlerin bunlarla ne kadar uğraştıkları ise çok belli değildir fakat bu devirlere eş bir devir de biz yaşıyoruz… Mustafa Kemal devrinin düşünce hamleleri bizim için onlardan çok uyarıcı ve başarıcıdır… Adını taşıyacak devrin ilk başında o kendisi, Mustafa Kemal duracaktır… Sakarya’da, Dumlupınar’da olduğu gibi, şapkada da harfte de tarihte de dilde de baş o olmuştur… Bunlarda onun hizmetinde çalışmış olanlar, bahtın eliyle alınları sıvazlanmış fanilerdir… Bu abidelerin ustabaşısı yalnız odur… Bu program da odur… Bu program Mustafa Kemal’in bir meseleyi nasıl düşündüğünün grafiğinden başka nedir? Bir davayı bütün gerçekliği ile göz önüne getirmek, onu zaman ve mekân içindeki yerine, sırasına koymak, beynin laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan neticeleri ilerisi için hedef edinmek: İşte Mustafa Kemal’ce düşünüş bu demektir… Ondan bütün tarlalarımıza bolluk, bütün karanlıklarımıza ışık, bütün makinelerimize hareket almak bizim borcumuzdur… Bizim yurdumuzda onun gibi bir kuvvetimiz bulunması, bizim bahtımızdır…”[7] Kurultaydan hemen sonra, yapılan iş bölümünde “akademisyenler” ve “dil uzmanları” çalışma kollarına ayrılmışlar, bu kollardan biri de “Sözlük ve Terim Kolu” olmuştur… Sözlük ve Terim Kolu; halk ağızlarından sözcükler derleme, tarihî eserlerin taranması sonucu Türkçeye yeni sözcükler kazandırma, yabancı sözcüklere karşılık bulma gibi çalışmalar yürütürken bir yandan da ATATÜRK’ün isteğiyle Osmanlıca kelimelere “Öz-Türkçe” karşılık arama ve bulma programı hazırlamıştır… Yapılan tüm bu çalışmalar sonucunda, özellikle Arapça ve Farsça dillerinden Türkçeye giren sözcüklerin yerine yenileri türetilmiş (uydurulmuş), bu dillerin kuralları ve tamlama yöntemleri tamamen terk edilmiş ve Türkçe tamlamalar kullanılmaya başlanmıştır.[8] Bütün bu gayretkeşliğe rağmen, ismi bilahare Türk Dil Kurumu olarak değiştirilen Türk Dili Tetkik Cemiyeti, maalesef ATATÜRK hayattayken “Türkçe Sözlük” hazırlamayı başaramamıştır… Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan ilk Türkçe Sözlük1945 tarihlidir.[9] Rivayet o ki güya ATATÜRK; 1934-1936 yılları arasında uygulamaya koyduğu Türk müziği yasağının yanlışlığını anlayıp, nasıl vaz geçtiyse, “Öz-Türkçe” iddialarının da yanlışlığını anlayıp vaz geçmiştir. Ancak tek-parti diktatörlüğünü sürdüren CHP iktidarı, onun ölümünden sonra “Öz-Türkçe” iddialarını kaldığı yerden aynen devam ettirmiştir… Günahı, vebali ravilerin boynuna?! “Öz-Türkçe” iddialarının bir biçimde sürdürüldüğünün delili, Türk Dil Kurumu’nun başaramadığı “Öz-Türkçe” sözlük yayınlama işini 1966 yılında Bilgi Yayınları’nın başarmasıdır.[10] İşte bu “Öz-Türkçe” sözlük, sadece ve sadece “üç bin yüz yetmiş beş” (3175) “Öz-Türkçe” kelimeyi ihtiva etmektedir… İhtimal o ki AKP’nin sabık grup başkan vekili Mahir ÜNAL; “Bugün konuştuğumuz Türkçe’nin düşünce üretebilmesi mümkün değildir, onunla sadece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliriz.” derken, aslında bu “üç bin yüz yetmiş beş” (3175) kelimeden ibaret “Öz-Türkçe” sözlüğü kastetmek istemiş?! Yok, bunu kastetmiyor da Türk Dil Kurumu’nun son yıllarda yayınladığı yaklaşık “yüz on beş bin” (115 000) kelimeyi içeren Türkçe sözlüğü kastediyorsa eyvah ki eyvah… İşte o zaman “düşünce üretememe” cümlesi, suret-i kat’iyede dilinin fonksiyonunun “hacet gidermek” olduğunu ispat eder… Acaba hangisi?!

Apaçık bir kültür katliamı olan “dil devrimi” garabetinin maalesef bugün dahi savunucuları var… Atatürk Ansiklopedisi adı altında yayın faaliyetlerini sürdüren Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı  konuyla alakalı şunları söylüyor: “Arap yazısı, Türkiye’de birkaç ay içinde tarihe karıştı. Yeni Türk Harfleri Türkiye’ye egemen oldu. Yeni Türk alfabesini geniş kitlelere yaymak için 1 Ocak 1929 günü Millet Mektepleri açıldı. Hem eski yazıyı bilenlere yeni alfabeyi öğretmek, hem de hiç okuma yazma bilmeyenleri yeni harflerle okuma yazma öğretmek için bir eğitim seferberliği başlatıldı. Bütün yurtta bir alfabe coşkusu yaratıldı. Beş yılda, yani 1929 başından Cumhuriyetin onuncu yıl dönümüne (1933) kadar 3 milyon insana okuma yazma öğretildi. Harf Devriminden önce Türkiye’de okuma yazma bilenlerin sayısı 1 milyon 100 bin kadardı. Yeni alfabeye geçince bu miktar üçe katlandı. Bu, çok büyük bir atılım demekti. Olağanüstü bir başarıydı. Coşkulu bir atılımla adete bir çırpıda ülke nüfusunun önemli bir kesimine okuma yazma öğretildi. Türk Harf Devrimi, dünyayı şaşırttı, hayranlık içinde bıraktı. Dış basın, Türk Harf Devrimi’ni, Atatürk devrimlerinin en önemlisi, en yücesi, en ihtilâlcisi olarak gördü. Bir yabancı gazete, Türk Harf Devrimi ‘dünya tarihinde eşi emsali bulunmayan bir yenilik’ diye yazdı. Türk Harf Devrimi, gerçekten çağdaş uygarlık yolunda çok yürekli bir atılımdır. Türkiye Latin alfabesini benimsemekle, dünya ile bütünleşiyordu.”[11] Entelektüel seviye ancak bu kadar yerlerde süründürülebilir… Müslüman-Türk dünyasında kullanılan on asırlık yazı, Arap yazısıymış… Latin harflerine icbar, hemen ertesi gün “Yeni Türk Harfleri” olabiliyor ama on asırdır kullanılan Arap harfleri bir türlü “Türk Harfleri” olamıyor… Ne yazık ki “Harf Devriminden önce Türkiye’de okuma yazma bilenlerin sayısı 1 milyon 100 bin kadardı. Yeni alfabeye geçince bu miktar üçe katlandı.” cümlesini kuranlar, övündükleri şeyin mahiyetinden dahi bihaber… Halkın kahir ekseriyatı okur-yazar değildi, yalnızca bir avuç “seçkin” (aristokrat) okur-yazardı, gerekçesine sığınanlar; Avrupa’da monarşi (aristokrasi) dönemlerinde (ulus-devletin ve sanayi kapitalizminin olmadığı dönemlerde) de aynı durumun geçerli olduğunu bilmez mi?! Eğitimi mecburi hale getiren devlet, “ulus-devlet” modelidir. Hedeflenen şey de bir taraftan “yurttaş” yetiştirmek (imal etmek) bir taraftan da sanayi için “kalifiye eleman” yetiştirmektir… Tek-parti diktatörlüğünün “yurttaş” yetiştirmede mahir olduğu açık da “kalifiye eleman” nerede?! Madem alfabe değişikliği ile “Batı Uygarlığı” seviyesine yükselmek mümkündü, niçin yüz yıldır o yükseliş gerçekleşmedi?! Latin harflerine “Yeni Türk Harfleri” diyenlerin yarattığı “sanayi” nerede?! Açılan sözde teknik üniversitelerin, fen-mühendislik fakültelerinin fonksiyonu “laf” üretmek midir?! Şüphe yok ki sembollerle (harf ya da sayı sembolleri) dil-lisan arasında tabii, zaruri bir bağ yoktur. Semboller sadece birer semboldürler… Arapların icat ettiği sembolleri de Latinlerin icat ettiği sembolleri de salt bir sembol olarak kullanmakta elbette beis yoktur… Keşke Türkler de başkalarından sembol alacaklarına, kendilerine ait sembolleri kendileri üretebilselerdi… Ancak, İslam’ın gönüllü kabulüyle kullanılmaya başlanan on asırlık Arap sembollerini, Batı karşısındaki mağlubiyetin yegâne sebebi olarak görmek hangi akıl iledir?! Açıktır ki mesele, şu ya da bu sembolün kullanımı değil, rasyonelleşme ve üretimdir… Tekparti diktatörlüğünü, “cumhuriyet” zannedenlerin rasyonellikle alakaları olmadığı için üretimle de herhangi bir alakaları olmamaktadır… Batı uygarlığını; Batı uygarlığı yapan kullandıkları semboller değil, rasyonelleşmeleri ve rasyonalite sayesinde üretebilmeleridir… Avrupalılar; modernleşme ve sanayileşme öncesi aynı harf ve sayı sembollerini kullanmıyorlar mıydı?! Yoksa Avrupalılar da “dil devrimi” yaptılar da kimsenin haberi mi olmadı?!

Türkiye’de yaşanan bahis mevzuu bu kültürel katliam için, Fransız filozof Jacques DERRİDA; İstanbul seyahati esnasında, yayıncı-editörü Catherine MALABOU için kaleme aldığı “İstanbul Mektubu”nda şunları yazıyor: “Catherine, sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum… Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları alfabelerini düşünüyorum… O yetenekli kahraman komutan Kemal ATATÜRK’ün, ‘modern zamanlar’ın bu cüretkâr, sarih fakat zalim kurtarıcısının, halkını modernliğin eşiğine taşıyan emirleriyle oldu bu… En route, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da travmatik! Bizde böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı, yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğin karar versin. Üstelik dili değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş, kesinlikle yasaklanacak! Bu coup de la lettre (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; harflerin, işaretlerin her tezahürünün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır. Bu harf değişiminin şiddeti bütün İstanbul sokaklarını kuşatmış; deşifre ettiğim her şeyin üzerinde, işporta tezgâhlarında, yüzlerde, mimaride, yürüyüşe çıktığım her yerde,  anılarımı da canlandırdığı her yerde yaralar açıyor… Burada, konuşma yaptığım her yerde, özellikle de kamusal binalarda, ‘modernleştirici’ Kemal ATATÜRK dimdik yükseliyor. Hep ayakta dururken temsil ediliyor bildiğin gibi ama Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile onu çok sevdiğinden emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikaye yüzünden ondan hâlâ nefret etmiyorlar mı (görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü)? Kanımca, Türkler ona saygı duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da ona beddua ediyorlar. Üstelik sadece Müslümanlar da değil… Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymişim gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum… Buraya ayak bastığımdan beri saplantılı bir halde, yeni bir yazı şeklini halkına dayatma kararı aldığında yakışıklı Kemal ATATÜRK’ün aklından neler geçtiğini düşünüyorum: ‘Tamamdır, herkes iş başına, her şey halledildi, artık yeni bir alfabemiz var! Yeni harflerimizle yola koyulabiliriz.’ Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar, bir günde yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu kişinin ülkesini kim bilir hangi serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama belki de tek yolu, bellek yitimidir! Üstelik kırbaç zoruyla ve çağın diktatörlüğü altında, keyfi gibi görünen bir disiplinin baskısı altında, yine de yaptıkları için dünyadaki en iyi gerekçeleri her zaman sıralayabilen bir baskı altında… Bir şeyin olması için, dönüşü olmayan bir çıkışın (sortie) gerçekleşmesi için zorunlu ve kötücül bir koşul, bir makineleşme değil mi bu?”[12]

 

[1]https://cdn.pivol.net/25555/301020222247521913934.mp4

https://cdn.pivol.net/25555/221020221626077959139.mp4

[2] Tahsin Yücel, Dil Devrimi ve Sonuçları, Atatürk’e Armağan, TDK Yay., Ankara, 1982.

[3] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.

[4] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yay., İstanbul, 2008.

[5] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2018.

[6] Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 1994.

[7] Birinci Türk Dili Kurultayı, (26 Eylül – 5 Ekim 1932),  Maarif Vekaleti Yay., İstanbul 1933.

[8] Atatürk ve Türk Dil Devrimi, Feyziye Mektepleri Vakfı Yayınları , 2019.

[9] Nail Tan, Atatürk ve Türk Dil Kurumu, TDK Yayınları, Ankara 2010.

[10] Ali Püsküllüoğlu, Öz Türkçe Sözlük, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1966.

[11] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/harf-devrimi/

[12] Jacques Derrida, “İstanbul Mektubu”, Çev., Elis Simson, Cogito, YKY, Sayı: 47-48 / Yaz-Güz 2006.

Bu yazı Eğitim, Güncel Yazılar, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.