“Cumhurbaşkanlığı Sistemi” Otoriter ve Totaliter Bir Siyasal Sistem midir?

Siyasal sistem, devleti oluşturan resmî ve yasal kurumlar bütünüdür. Siyasal sistemleri açıklamaya matuf sosyolojik çaba daha ziyade iktidar ve yönetilen insanlar yani halk arasındaki ilişkilerde, nihai belirleyicinin kim ya da kimler olduğunun ve emretme yetkisini elinde tutanların bu gücü nasıl kullandıklarının tespitine yöneliktir. Modern dünyadaki egemen siyasal sistem tipi; özellikle tek bir etnisitenin domine edilerek, görece homojen halk şeklinde yaşanmasının sağlandığı, ulus (nation) olarak tanımlanan yurttaşlar topluluğunun muayyen teritoryal sınırlar dahilindeki self-determine yönetim biçimi, “üniter” ya da “federatif” ulus-devlet (nation-state) modelidir. Meşruiyetini, halkın kendi kaderini tayin etme (self-determination) hakkından aldığı söylenen ulus-devlet modeli; “bireysel haklar” ekseninde örgütlendiği taktirde ortaya demokratik-hukuk devleti sistemleri, “kollektif haklar” iddiasıyla örgütlendiği taktirdeyse tekparti diktatörlüğü (faşizm, sosyalizm, vb.) formundaki  otoriter ve totaliter sistemler ortaya çıkmaktadır. Tabiatıyla merkezî otorite ve yurttaşlar arasındaki ilişkiler de buna bağlı olarak şekillenmektedir. Acaba Türkiye’de 16 Nisan 2017 referandumu neticesinde “yüzde bir buçuk” gibi cüzî bir puan farkıyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”; bireysel hakları baz alan demokratik-hukuk devleti modeli midir yoksa kollektif haklar iddiasıyla tesis edilen otoriter ve totaliter bir yönetim modeli mi? Yine, acaba bahis mevzuu siyasal sistemde, hükümet ve yurttaşlar arasındaki ilişkiler hangi vasatta, doğal hukuku önceleyen legal kurallar zemininde mi yoksa egemen gücün irade bildirimini yansıtan kanunnameler zemininde mi cereyan etmektedir?

Demokratik-hukuk devleti; evrensel insan hakları temeline ve eşitlik ekseninde yurttaşların rızası ilkesine dayanan, çoğunluk tercihi çerçevesinde hükümet etme yetkisini içeren, temsilî iktidarın genel iradeye yani halka hesap verme mükellefiyetinin bulunduğu ve her türlü erkin de anayasayla sınırlandırıldığı yönetim biçimidir. Temel unsurları ise kuvvetler ayrımımuhalefetin varlığıenformasyon çeşitliliğiifade özgürlüğü ve periyodik seçimlerdir. Demokratik-hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, doğal hukukla ve pozitif kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olması, muhteva bakımından ölçütüyse adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Bir devletin adlî  sistemindeki yasa, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin demokratik-hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Mesela; tekparti diktatörlüklerinin her hususta ve oldukça ayrıntılı yasal düzenlemelerinin bulunması, onları demokratik-hukuk devleti yapmaz. Temel ve doğal insan haklarını tanımayan bir devlet, “kanun devleti” olabilir ise de asla demokratik-hukuk devleti olamaz. Her şeyden önce orada bütün bireyler için insan haklarının yürürlükte olması gerekir. Adaletin asgari şartı budur.[1]  Demokratik-hukuk devletinin tesisi için pratikte bir takım yasal mekanizmaların kurulması zorunludur. Temel öncelik yasamayürütme ve yargı organlarının yetki ve görev alanlarının belirlenmesi, sınırlara mutlak riayet ve idarî faaliyetlerin yasalara uygun olarak gerçekleştirilmesidir. Bireysel özgürlükler açısından en önemli husus ise hak arama yollarının açık tutulması, kazanılmış haklara saygı, suçsuzluk karinesi (beraet-i zimmet), mücbir sebep, suç ve cezaların kanunîliği ve geçmişe yürümezliği ve haksız olarak verilen zararların tazminidir. Hukukî denetimin hakikaten etkin olabilmesi de elbette yargının bağımsızlığına ve hukukun evrensel prensiplerine riayete bağlıdır. Bir ülkede sözü edilen yasal mekanizmalar kurulmadığı ve belirtilen evrensel prensiplere uyulmadığı taktirde, demokratik-hukuk devletinin tesisini ve müşterek siyasal iyinin gerçekleşmesini beklemek pek de anlamlı görünmemektedir.[2]

Tekparti diktatörlükleri; resmî-siyasî faaliyetlerin, yasal veya fiilî tekelinin tek bir partiye verildiği sistemlerdir. Bu uygulama; bazen “anayasallık” görünümü altında, bazen sözde seçmenlere yönelik indoktrinasyon yöntemiyle tekpartinin onaylatılması şeklinde, bazen de kurgulanmış “rakip partiler” manipülasyonuyla seçmenlerin muhalefete erişiminin engellenmesi tarzında gerçekleştirilir. Hukukî ya da meşru hiçbir unsurun herhangi bir kısıtlaması olmaksızın yürütülen otoriter ve totaliter mutlak yönetim tarzını ifade eden tekparti diktatörlükleri; umumiyetle ulusal birliğe ulaşmanın veya etnik ayrılıkçılığın üstesinden gelmenin ya da ekonomik kalkınma ve mutlak bağımsızlığı sağlamanın yegâne yolu olarak sunulur. Bu yaklaşıma istinaden tekparti yöneticileri de muhtelif partilerin varlığının “yerli-milli” birliğe aykırılığını ve kendilerinin halkın doğal-karizmatik önderleri olarak bulunduklarını, dolayısıyla da yönetme haklarının hiçbir surette sorgulanamayacağını iddia ederler. Kamu adına salahiyet sahibi olmanın ve memuriyetin ön şartı da elbette tekparti üyeliğidir. Binaenaleyh, tek partili bir ulus-devlet; muhtelif sosyal çıkarlardan söz edilemeyen, genel ve birleşik bir siyasî irade ve müşterek tek-bir çıkarın bulunduğu varsayılan ve onu da tekpartinin temsil ettiği savunulan, güçlü bir yönetim aygıtı ve merkezi-bürokratik bir idareyle baskı uygulanarak sürdürülen anti-demokratik, otoriter ve totaliter bir siyasî rejimdir. Otoriter ve totaliterliğin bariz özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Manipülatif seçimlerle ve merkezî listelerle seçtirilen vekillerden oluşan sözde yasama organı (parlamento); tüm siyasî yetkiler bir kişiye (otokrasi) ya da küçük bir gruba (oligarşi) verildiği için neredeyse işlevsizdir. 2- Siyasal olanın müdahalesine tabi hukuk veya ideoloji güdümlü yargı hayli fonksiyoneldir. 3- Kamu kaynaklarının tek elden dağıtımı esastır. 3- Siyasî ve idarî tüm kararlarda belirleyici olan halk değil, devlettir ve itaati sağlamak için de güç ve baskı uygulanır. 4- Ülke yönetimi, bir zümreye ya da darbe ile iktidarı ele geçiren orduya dayanır ve halk üzerindeki denetim araçları olarak bürokrasi ve polis kullanılır. 5- Otoriter yönetime hizmet etmek ve destek sağlamak üzere muayyen bir ideoloji (milliyetçilik) ya da dinî görüş (Sünni İslam) desteklenir. 6- Basın-yayın organları; otoriter yönetim tarafından kontrol altında tutularak, iktidar karşıtı faaliyet gösterdikleri taktirde takibata uğrar ve illegal suçlamasıyla  cezalandırılır. 7- Resmi ideoloji karşıtı siyasî görüşler de bireysel hak ve özgürlükler de katı bir şekilde kısıtlanır ve muhalif siyasî partiler çeşitli bahanelerle yasaklanır. 8- Yöneticiler meşruiyetlerini indoktrinasyon yoluyla veya barış, kalkınma ve güvenlik propagandasıyla kamuoyu oluşturarak sağlamaya çalışır. 9- Devlet; vatandaşların kamusal ve özel hayatlarının tüm yönlerini hatta düşünce ve inançlarını dahi kontrol altında tutar. 10- İnsanlar; bireysel tercihlerine göre değil, iktidarın keyfi  iradesine göre yaşamak zorundadır. 11- İletişim ve eğitim tekeline bağlı olarak monist yapılanma ve homojen bir devlet halkı modeli kültürel idealdir.[3]

Otoriter ve totaliter sistemlerin nasıl bir yönetim tarzı olduğu hususunda Aristoteles; Antik-Yunan dünyasındaki versiyonu tiranlık (diktatörlük) rejimi için şöyle diyor: Tiranlık; tiranların keyfine göre, despotlukla yürütülen bir egemenliktir. Tiranlık;  insanların, mutlak olarak eşitsiz oldukları varsayımına dayanan oligarşinin en aşırı safhasıdır. Tiranlar; oligarşilerin bir adamı seçip onu en yüksek yetkilerle donatmasıyla ya da muhtelif propagandalarla halkın güvenini kazanan halk önderleri olarak lanse edilmesiyle ortaya çıkarlar. Siyasî tasarruflarında kimseye hesap vermek zorunda olmayan, kendisine eşit ya da kendisinden üstün insanlar üzerinde zorla egemenliğini sürdüren ve yönetimindeki uyrukların değil, kendi çıkarlarını gözeten egemene tiran denir. Tiranlar; propaganda edildiği gibi kamunun-halkın ne istediğine asla bakmazlar. Aksine; kendi çıkarları, oligarşinin çıkarları, kamunun-halkın arzularıymış gibi gösterilir. Tiranlar asla halka saygı duymaz, sadece onları aldatırlar. Tiranların koruyucuları paralı askerlerdir. Bu nedenle halka silah verilmez, halkın silahlanması ve şehir merkezlerinde yer edinmesi istenmez. Tiranlar; açık ya da gizli yöntemlerle muhaliflerini yok eder, kendilerine rakip olabilecek kişileri ya öldürtür ya da sürgüne gönderirler. Tiranların uyruklarına karşı göstereceği tavır, şu ilkeye dayanır: “Uyrukların şahsî güveni de gücü de zekası da olmamalıdır.” Tiranlar; uyruklarının bağımsız, düşünebilen kafalar olmamasını, birbirlerine güvenmemelerini ve herhangi bir değişimi gerçekleştirecek güçleri bulunmamasını da isterler. Çünkü cılız kafalar ve güven duygusu olmayan insanlar sömürüye karşı bir direniş tasarlayamaz. Tiranlar; liyakatli insanlara, kendileri için tehlikeli olabilirler düşüncesiyle her zaman düşmanlık güderler. İnsanların ehliyetsiz-değersiz olanlarından hoşlanır, önünde yerlere kapananları severler. Tiranların; kendilerine hizmet edenlere bol-bulamaç dağıttığı nemalar, halkın emek ve çalışmasının ürünüdür. Tiranlık, sadece ve sadece zora dayanır ve sadece ve sadece zorla sürdürülür. Tiranlığın; uzun ömürlü olmayı sağlama hususunda olmazsa olmaz iki temel ilkesi vardır: 1- Özgür düşünceli insanlardan kurtul ve sivrilenleri yok et. 2- İnsanları daima gözetle ve kurallara itaatkâr olmalarını sağla… Bütün bunlara ilaveten bir tiran şayet iktidarını sürdürmek istiyorsa, yapması gereken asıl şey, uyrukların gözünde bir tiran olarak değil, ülkenin koruyucusu, halkın önderi ve hamisi gibi görünmeyi becermektir.[4]

AKP’nin; “ABD Başkanlık Sistemi” benzeri bir sistem kuracakmış propagandaları ile eğitim kalitesi düşük kitleleri ikna edip, 16 Nisan 2017 referandumu sayesinde mevcut “parlamenter sistem” yerine geçirdiği, 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulamaya konulan “cumhurbaşkanlığı sistemi” açıktır ki dünya siyaset ve hukuk literatüründe karşılığı bulunmayan nevzuhur bir sistemdir ve “ABD Başkanlık Sistemi” ile gerçekte hiçbir benzerliği yoktur… Mukayese etmek gerekirse ABD Başkanlık Sistemi; yasama gücünün (Kongre) de yürütme gücünün (Başkan) de muayyen bir süre için halk tarafından seçildiği, ne kongrenin başkanı azil yetkisinin ne de başkanın kongreyi fesih yetkisinin bulunduğu, ancak her iki organın da tüm faaliyetlerinin yargı (Yüksek Mahkeme/Supreme Court) tarafından denetlenebildiği yönetim biçimidir. Bu sistemde; Yasama (legislative), yürütme (executive)  ve yargı (judicial) organları kurumsal anlamda birbirinden keskin hatlarla ayrılmıştır. Her bir organın bir diğeri üzerinde fren ve denge (checks and balances) mekanizması aracılığıyla etkide bulunabilme imkânı vardır… Yasama Organı (Kongre: Temsilciler Meclisi ve Senato) seçimleri şu şekilde gerçekleşmektedir: Temsilciler Meclisi üyelerinin halka yakın olması, halkın taleplerini yansıtması amacıyla seçimler, dar bölge seçim sistemi ile iki yılda bir yinelenir ve tüm üyeler yeniden seçilir. Her eyalet, nüfusuna göre belirlenen temsilci sayısı kadar seçim bölgesine ayrılır ve her seçim bölgesinde, tek turlu seçimde basit çoğunluğu elde eden aday seçimi kazanır. Seçimi kazanan, “parti” değil “şahıs”tır. Senato ise elli eyaletten gelen ikişer senatörün oluşturduğu üst bir meclistir. Temsilciler Meclisinden farklı olarak Senato üyeleri altı yıl için seçilir. İki yılda bir yapılan seçimlerde Senatonun üçte biri yenilenir. Kongre seçim süreci, seçimden önce kişilerin adaylıklarını açıklamasıyla başlar. Aynı partiden birden fazla kişi aday olursa, genel seçimlerde oy pusulasında yer alacak adayı belirlemek için “önseçim” yapılır. Oy verme işlemi gizli ve hızlı bir şekilde yapılır. Bazı eyaletlerde sadece kayıtlı parti üyelerinin katılabildiği “kapalı” önseçimler düzenlenir. Açık bir önseçime ise hangi partinin üyesi olduğuna veya herhangi bir parti üyeliği olup olmadığına bakılmaksızın tüm seçmenler katılabilir. Amerikan siyasi partileri, genelde yerel örgütlerin ve eyalet örgütlerinin dört yılda bir başkanlık seçimleri sırasında koordinasyon amaçlı işlemesi üzerine kuruludur. Bu sebeple, Kongre üyeleri; konumlarını, partilerinin genel başkanına değil, yerel düzeydeki ya da eyaletteki seçmenlerine borçludur. Bunun sonucu olarak da senatörlerin ve temsilciler meclisi üyelerinin kanunlaştırma faaliyetleri sırasındaki tutumları şahsî ve bağımsızdır. Yani; Amerikan Kongresi partilere karşı “tabi-metbu” ilişkisiyle değil, mevkidaşlar ilişkisiyle çalışır. Bu da Kongre’deki politikaların, nerdeyse her kanunlaştırmada yapısı değişebilen koalisyonlarca yürütülmesine imkân tanır. Dolayısıyla partilerin blok halinde hareket ettiği kanunlaştırmalar çok çok nadirdir. Öte yandan AnayasaKongre’nin yetkilerine de bazı konularda kesin sınırlamalar getirmiştir. Mesela, Kongre ifade hürriyetini kısıtlayacak kanun da suç işleyen ya da illegal davranışlarda bulunan bireyleri yargısız mahkûm eden kanun da geçmişte yapılmış davranışları suç sayan herhangi bir kanun da çıkaramaz… Tek kişilik yürütme (executive) organı Başkanın seçimine gelince; Başkan bu göreve dört yıllık bir süre için, bir Başkan Yardımcısı ile birlikte seçilir. Siyasî partiler, önce eyaletler bazında “önseçim” yaparak “seçici kurul”(electoral college) delegelerini seçer. Her eyaletin “seçici kurul”(electoral college) gönderdiği delege sayısı, Temsilciler Meclisi’nde sahip olduğu ve eyalet nüfusunun sayımıyla belirlenen temsilci sayısına ilave olarak iki senatörün de eklenmesiyle bulunan sayıya eşittir. Bu delegeler de “Federal Genel Kurul”da kendi başkan adaylarını seçer. Mevcut başkanın ikinci dönem için aday olması durumunda, başkanın mensubu olduğu parti önseçim yapmaz ve mevcut başkanı yeniden aday gösterir. Adaylar belirlendikten sonra, her dört yılda bir seçmenler, başkanı seçecek delegeleri (electoral college); delegeler de başkanı seçer. Başkan yasama organının bir üyesi olmadığı gibi; yasama organının üyelerinin seçiminde de herhangi bir rolü yoktur. Başkan; Senato’nun rızası ve mevcut senatörlerin üçte ikisinin onayı şartıyla Yüksek Mahkeme hakimlerini, büyükelçileri, konsolosları belirlemeye ve uluslararası antlaşmalar yapmaya yetkilidir. Başkan; yasa tasarısı hazırlayamaz, yasama çalışmalarına katılamaz ve yasama organının çalışmalarını engelleyemez. Birleşik Devletler’in bütün yetkilileri gibi Başkan da vatana ihanet, rüşvet ve görevi kötüye kullanma ithamıyla sorgulanabilir, yargılanabilir ve mahkum edildiği taktirde de görevden el çektirilebilir. Bu fiillerle başkanı suçlama yetkisi Temsilciler Meclisine; yargılama yetkisi de “impeachment” usulüyle Yüksek Mahkeme başkanlığında Senatoya aittir… En yüksek yargı (Judicial) organıYüksek Mahkemenin (Supreme Court) teşekkülü de şöyledir: Anayasa tarafından özel olarak oluşturulan tek mahkeme dokuz üyeli Yüksek Mahkemedir. Senatonun onayı şartıyla üyelerin hepsini atama (teklif) yetkisi Başkana aittir. Üyeler; “iyi hâlleri” (good behavior)  sürdüğü müddetçe ömür boyu görevde kalırlar. İyi hâlin kaybı yani üyenin suç işlemesi durumunda “impeachment” usulünün işletilmesiyle Senatonun üçte ikisinin oyuyla görevden alınmaları da mümkündür. Senato onaylamadan önce, Başkan tarafından önerilen adayların sorgulamasını yapmak için bir komite oluşturur. Komitede sorgulama sözlü ve kamuya açıktır ve adayın siyasal eğilimlerini de özel hayatını da sorgulayabilir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin herhangi bir organ tarafından ihlali durumunda oluşacak problemleri çözmek yargıya, bilhassa Yüksek Mahkeme’ye ait bir görevdir. Yüksek Mahkeme’nin kararları mutlak surette bağlayıcıdır. BaşkanYüksek Mahkeme’nin kararlarına karşı, “Tanımıyorum, saygı da duymuyorum.” gibi cümleleri, aklından bile geçiremez… Özetle, “ABD Başkanlık Sistemi”; evrensel insan hakları temeline ve eşitlik ekseninde yurttaşların rızası ilkesine dayanan, çoğunluk tercihi çerçevesinde hükümet etme yetkisini içeren, temsilî iktidarın tüm icraatlarında adalete hesap verme mükellefiyetinin bulunduğu ve devlet erklerinin anayasayla sınırlandırıldığı demokratik-hukuk devleti modelidir… Türkiye’de, 2018’den beri yürürlükte olan AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemine yönelik yapılacak her türlü değerlendirmenin yukarıdaki kriterlere istinaden yapılması elzemdir… Cumhurbaşkanlığı Sistemi; yürürlükteki beş yıllık pratiğinden de çıkarılabileceği üzere, yasama, yürütme ve yargı organları keskin hatlarla birbirinden ayrılmış bir siyasî model değildir. Tek kişilik yürütme gücü olan Cumhurbaşkanı üzerinde, yasama ve yargı organlarının fren ve denge mekanizması olarak etkide bulunabilme imkânı yoktur. Cumhurbaşkanı ve Meclis seçimleri aynı tarihte ve muayyen bir süre için yapılmakta ise de bu durum aralarında herhangi bir fren ve denge mekanizması kurmamaktadır. Cumhurbaşkanı’nın, istediği bir tarihte seçimleri yenileme ve Meclis’i fesih yetkisi vardır… Dahası, Cumhurbaşkanı ile Meclisin genel bütçe konusunda çatışması ve Meclis’in genel bütçeyi onaylanmaması halinde Cumhurbaşkanının Meclis“By-Pass” etme, yok sayma yetkisi de vardır… Meclis üyelerinin halka yakın olması, halkın taleplerini yansıtması mümkün olmadığı gibi, siyasî parti genel başkanlarından bağımsız aday olma şansları da yoktur… Seçimlerde kazanan, “şahıslar” değil, her zaman “partiler”dir. Zira seçimlerde “önseçim” uygulaması yoktur ve sadece “merkezi yoklama” yani parti genel başkanının liste yapma hakkı vardır. Meclis üyeleri konumlarını; yerel düzeydeki seçmenlerine değil, genel başkanlarına borçludur. Bunun sonucu olarak da meclis üyelerinin yasama faaliyetleri sırasındaki tutumlarının özgürlüğünden ve bağımsızlığından söz edilemez. Mensubiyetlerinden ötürü parti tutumuna bağlı olarak blok halinde hareket etmeleri de kaçınılmaz bir durumdur. Mamafih Cumhurbaşkanı; yasama organının bir üyesi olmadığı halde yasama faaliyetlerindeki en etkili güçtür. Cumhurbaşkanı’nın istemediği herhangi bir yasal düzenleme asla yapılamamaktadır… Meclisin rızası ve onayı olmaksızın, bakanları da büyükelçileri de konsolosları da tüm üst düzey bürokratları da rektörleri de Yüksek Yargı organları konumundaki Hakimler-Savcılar Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üyelerini de atama yetkisi doğrudan ya da dolaylı tek başına Cumhurbaşkanı’na aittir. Cumhurbaşkanı’na ait söz konusu atama yetkilerinde şüphesiz en çarpıcı nokta Hakimler-Savcılar Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin tamamının tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı tarafından şöyle ya da böyle tayin edilmesidir… Şöyle ki: Ülkede mevcut bütün mahkemelere “hâkim-savcı” atama yetkisine sahip üst kurul Hâkimler-Savcılar Kurulu13 üyeden oluşur. Kurul başkanı olan Adalet Bakanı ile bakan yardımcısı ve 4 üye Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanır; diğer üye ise Meclis tarafından, Cumhurbaşkanına sunulacak liste şeklinde seçilir… Meclisteki üye seçimi, çoğunluktaki parti olan Cumhurbaşkanı’nın partisine endeksli olacağı için de bir bakıma onlar da Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olur. Yani her halükârda Hâkimler-Savcılar Kurulu, Cumhurbaşkanı tarafından teşkil edilir. Benzer bir durum Anayasa Mahkemesi için de geçerlidir: Anayasa Mahkemesi 15 üyeden oluşur. Cumhurbaşkanı3 üyeyi Yargıtay, 2 üyeyi Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından gösterecekleri adaylar arasından, 3 üyeyi Yükseköğretim Kurulunun göstereceği adaylar arasından, 4 üyeyi de Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçer. Diğer 3 üyeyi ise Meclis; Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından yine liste halinde, bir üyeyi ise Baroların gösterecekleri adaylar arasından yine liste halinde, Cumhurbaşkanı’na sunulmak üzere seçer. Anayasa Mahkemesi için yapılan Meclisteki seçimde de yine üye seçimi, çoğunluktaki parti olan Cumhurbaşkanı’nın partisine endeksli olacağı için burada da elbette üyeler Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olur. Bu zaviyeden bakıldığında; varlığını Cumhurbaşkanı’na borçlu olan Hâkimler-Savcılar Kurulu’nun da Anayasa Mahkemesi’nin de maalesef “bağımsız” ve “tarafsız” olması mümkün görünmemektedir.[5] Şair tam da bu durumlar için söylemiş: “Kadı ola davacı vü muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet?” Görünen o ki  sistemin tesisinde “Hedefi, adaleti sağlamak olan yargının bağımsız olması yetmez, ayrıca tarafsız olması gerekir.” denilerek, yapılan düzenlemeler “kuvvetler ayrımı” ilkesini fiilen ortadan kaldırmış ve yerine “kuvvetler birliği” ilkesini getirmiştir… Meşruiyet savunusu için olsa gerek, Anayasaya her ne kadar “Cumhurbaşkanı hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir; Meclisi üye tam sayısının üçte ikisinin gizli oyuyla Yüce Divana sevk kararı alınabilir; Yüce Divan yargılaması neticesinde herhangi bir suçtan mahkûm edilirse de görevi sona erer.” cezaî sorumluluk maddesi konulmuş ise de iktidar partisinin vekil sayısının çokluğu dikkate alındığında, maddenin fiilen uygulanma imkânı yoktur. Hayalî “cezaî sorumluluk” maddesine göre; güya Cumhurbaşkanı hakkında, suç işlediği iddiasıyla 600 sandalyeli Meclis’te 301 milletvekilinin imzasıyla önerge verilebilecek, Meclis360 milletvekilinin gizli oyuyla soruşturma komisyonu kurabilecek, soruşturma komisyonu Yüce Divan’da yargılanma kararı verirse Cumhurbaşkanı ancak 400 milletvekilinin gizli oyuyla yargılanabilecek, mahkûm olduğu taktirde de Cumhurbaşkanı’nın görevi sona erecek… Tabi bu ifadelerin hepsi birer gölge oyunu, birer manipülasyon… Zira Cumhurbaşkanı seçilen şahsın partisi, sistemin kurgusu mucibince çoğunluğu teşkil edeceği ve onları listeye koyan da aynı Cumhurbaşkanı olacağı için muhayyel yargılama asla gerçek olmayacaktır… Kısacası Cumhurbaşkanı, icraî anlamda mutlak yetkili ama cezaî sorumluluk anlamında mutlak sorumsuzdur… Binaenaleyh Cumhurbaşkanlığı Sistemi; Meclis’in, Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırdığı gibi, Yargı organının da Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırmıştır. Böyle bir sistemin adı da olsa olsa “kuvvetler birliği” sistemi[6] yani Monokrasi olacaktır…

Açıktır ki “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”; evrensel insan hakları temeline ve eşitlik ekseninde yurttaşların rızası ilkesine dayanan, çoğunluk tercihi çerçevesinde hükümet etme yetkisini içeren, temsilî iktidarın tüm icraatlarında adalete hesap verme mükellefiyetinin bulunduğu ve her türlü erkin de anayasayla sınırlandırıldığı “ABD Başkanlık Sistemi” vari bir siyasal model değildir… Fiilî “kuvvetler birliği”, demokratik-hukuk devleti olarak nitelenebilir mi? Siyasî parti genel başkanlarının merkezî listelerle seçtirdiği vekillerden oluşan yasama organı halkı mı yoksa genel başkanları mı temsil eder? Siyasal olanın müdahalesine tabi hukuk veya güdümlü yargı organı “bağımsız” ve “tarafsız” olabilir mi? Yüz seksen defa değiştirilen “ihale yasası” ve “kur korumalı mevduat” düzenlemeleriyle kamu kaynaklarının iktidar yanlısı şahıslara ve bir avuç faizci sermayedara dağıtıldığı bir sistem, adil devlet modeli midir? Muayyen bir ideoloji ve muayyen bir dinî görüş egemen kılınarak, iktidar sürdürülmek isteniyorsa o sistem, çoğulcu ve demokratik sayılabilir mi? Bireysel hak ve özgürlüklerin katı bir şekilde kısıtlandığı, vatandaşların kamusal ve özel hayatlarının tüm yönlerinin hatta düşünce ve inançlarının dahi kontrol edilmeye uğraşıldığı, şiddet içermeyen iktidar karşıtı faaliyetlerin illegal suçlamasıyla takibata uğratıldığı, muhalif basın-yayın organlarının seslerinin susturulduğu, iletişim ve eğitim tekeli kurularak homojen devlet halkı profili yaratılmaya kalkışıldığı, insanların kendi tercihlerine göre değil, iktidarın keyfi iradesine göre yaşamak zorunda bırakıldığı, yöneticilerin meşruiyetlerini indoktrinasyon yoluyla veya barış, kalkınma ve güvenlik propagandasıyla manipülatif kamuoyu oluşturarak sağladığı bir sistem özgürlükçü olabilir mi? Tüm bu suallere müspet cevap vermek pek de kolay görünmemektedir. Yine ne yazık ki “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”; iktidar ve yurttaşlar arasındaki ilişkilerin, doğal hukuku önceleyen legal kurallar zemininde cereyan ettiği bir siyasal model değil, egemen gücün irade bildirimini yansıtan kanun hükmünde kararnameler zemininde cereyan ettiği bir siyasal modeldir… Maalesef, realiteden hareket edildiği taktirde Cumhurbaşkanlığı Sistemi hakkında yapılabilecek en iyimser değerlendirme, onun otoriter ve totaliter sisteme varmadan önceki en son durak olduğu şeklindeki bir değerlendirme olacaktır…

 

[1] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989.

[2] Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996.

[3] Simon Tormey, Totalitarizm, Çev., A. Yılmaz – O. Akınhay, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1992.

[4] Aristoteles, Politika, Çev., M. Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990.

[5] http://erdoganmustafa.org/

[6] www.anayasa.gen.tr/gozler.htm

Bu yazı Genel Felsefe, Hukuk, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.