Otokrasi mi Demokrasi mi?

Otokrasi (autocracy); siyasî kararları hususunda herhangi bir anayasal organ kontrolünün de halka ait herhangi bir örgütlü yapı (sivil toplum) kontrolünün de bulunmadığı, devletin hemen hemen tüm fonksiyonlarının otokratın keyfî iradesine hasredildiği tek-adam yönetimidir. Monarşi ve aristokrasi dönemlerinde, ihtişam ve gücün bir göstergesi olarak hükümdarı vasfetmek üzere icat edilen bu kavram; modern dünyada yalnızca diktatöryal rejimleri nitelemek maksadıyla kullanılmaktadır. Temel özellikleri mutlak güç sahibi tek-adam ya da tek-partiye münhasır hudut tanımayan, denetim kabul etmeyen, şiddete dayalı iktidar; halktan-yönetilenlerden özerk siyasal meşruluk; egemenin müdahalesine tabi ideoloji güdümlü yargı; muayyen bir yurttaş profili yaratmaya matuf iletişim ve eğitim tekeline bağlı monist-homojen yapılanma ve cebrî kamulaştırmaya da servet aktarımına da açık özel mülkiyet anlayışı olan dikta rejimleri“kapalı” ve “seçilmiş” otokrasi olmak üzere iki şekilde uygulamaya konurlar. Kapalı otokrasi; resmi tek-parti (central committee / politburo) haricinde muhalif parti kuruluşunun yasaklandığı, iktidarın devrim (revolution) ya da darbe (coup) gibi illegal yöntemlerle ele geçirildiği dolayısıyla da muayyen bir sivil hakka sahip olmayan yönetilenlere, halka karşı sorumluluktan da bahsedilemeyen siyasal formdur. Kapalı otokraside rejim, sadık askeri yapı (devrim muhafızları / kapıkulu) tarafından desteklenir. Aslında sivil ve askeri güç içiçedir ve bürokrasinin kahir ekseriyatı bir nevi gönüllü asker ve resmî tek-parti militanıdır. Parti, hem sosyal kontrol aracı hem ideolojik beyin yıkama mektebi hem de idareci grubun üyelerinin toplandığı merkezî komitedir… Seçilmiş otokrasi ise otokratın siyasal kontrolü; seçim gibi demokratik bir prosedürle kazandığı, ancak iktidara geldikten sonra yetkilerini genişletmek ve muhalif rakipleri pasifize etmek üzere özgür basın ve bağımsız yargı organlarının kontrol ve denetim fonksiyonlarını şöyle ya da böyle kısıtlamaya kalkıştığı hükümet biçimidir. Seçilmiş otokrasi; daha ziyade demokratik rejimin dilini benimseyerek meşruiyet kazanır. Zahiren de olsa demokrasinin bütün kurumlarına; anayasaya, meclise, mahkemelere, periyodik seçimlere, vs. riayet edildiği algısı yaratır. Oysaki görünüşteki kurumların hiçbirinin, otokratın “mutlak güç” tekelini etkili bir biçimde denetleme işlevi yoktur. Aksine bütün kurumlar; devletin tüm görevlilerini otokratın emirlerine tabi kılan, hiyerarşik prosedürler aracılığıyla onun icraatlarını kolaylaştıran farklı cephelerdir. Kısacası seçilmiş otokrasi iktidarında bir miktar demokrasi görünümü bulunsa da otokrat, kapalı otokraside cereyan ettiği üzere gerçekte emretme yetkisini keyfince kullanır. Bu nedenle de yönetilenlerin yani halkın, icraatlarından ötürü onu sorumlu tutabilmek adına çok çok az imkânı vardır. Periyodik seçimlerde böyle bir ihtimal doğsa da kamu kaynaklarıyla medya tekeli kurmayı başaran otokratın yoğun popülist propaganda faaliyetlerine maruz kalan cahil kitlelerin bu manipülasyonlardan etkilenmemesi ve hesap sorma tavrı takınması hayli zordur. Bahis mevzuu zorluklara, muhalefetin hamakatla alil çıkarcılığı, beceriksizliği ve kifayetsizliği de eklenirse otokratı imtiyazlı mevkiinden alaşağı etmek neredeyse imkânsız hale gelir. Açıktır ki enformasyon ve indoktrinasyon tekelleri sayesinde seçilmiş otokrasiler günümüz dünyasının en yaygın iktidarlarıdır.[1]

Demokrasi (democracy); monarşi ve aristokrasi gibi hiyerarşik-otokratik rejimlere alternatif yönetim biçimi olarak icat edildiği Antik Yunan devrinden beri daima yurttaşların hukukî eşitlik eksenindeki siyasal örgütlenmesi diye tanımlanmıştır. Yani demokrasi, toplumla ilgili kollektif kararları almak bakımından, eşit tanınan yurttaşlar bütünü tarafından gerçekleştirilen hükümet modelidir. Hukukî eşitlik; hiçbir kimsenin bir başkasını, kendi iradesine veya otoritesine tabi kılma hakkına doğal olarak sahip olmamasıdır. Yani hiçbir kimse, kendi rızası olmadan bir diğerinin siyasal iktidarına mecbur bırakılamaz. Şüphe yok ki eşitlik ve rıza esasını reddetmek; bazı insanların doğal olarak ayrıcalıklı, imtiyazlı kabul edilmeleri ve öyle muamele görmeleri gerektiğini ileri sürmektir ki böylesi bir iddiayı rasyonel çerçevede meşrulaştırmak, aldatmaca değilse mümtenidir. Binaenaleyh yurttaşlar ister yönetici ister yönetilen olsun, aralarında cereyan eden ilişkiler, efendiler ve köleler arasındakine benzer bir bağımlılık ilişkisi çerçevesinde asla tanzim edilemez. Yöneticiler neye ne kadar özgür iseler yönetilenler de o kadar özgürdürler. Başkalarının keyfi isteklerinden bağımsızlığı ve insan olarak sahip olunan potansiyellerin geliştirilmesi hususunda karşılaşılabilecek engellemelerin yokluğunu ifade eden özgürlük, demokratik bir sistemde herkes için geçerli olan fırsat eşitliği anlamını taşır. Bu manada demokrasi; tüm vatandaşlar için, başka herhangi bir rejim türünün vaad edebileceğinden çok daha kapsamlı bir kişisel özgürlük alanı sağlama eğilimine sahiptir. Belli haklar, özgürlükler ve fırsatlar demokratik sürecin vazgeçilmez ögeleridir. Bu ögelerin başlıcaları; kendi kaderini tayin hakkı, ahlakî özerklik, ifade özgürlüğü, muhalefet, serbest seçimler ve benzeri haklardır. Demokraside devlete (topluma, ülkeye) dair kuralların nasıl belirleneceği, nasıl icra edileceği ve ihtilaf halinde resmî yorumunun nasıl yapılacağı hususunda tüm yurttaşların, kamusal alan AGORA meydanında söz söyleme hakkı vardır. Atina demokrasisinin bu temel ilkesine modern demokrasi biraz daha ileri giderek, önce halkı yönetime katılmaktan mahrum bırakan hiçbir siyasal sistemin meşru kabul edilemeyeceği prensibini yani iktidarın kaynağını tarif eden “sosyal sözleşme” prensibini bilahare de çoğunluğun diktatoryasını engellemek üzere devlet erkinin; yürütmeyasama ve yargı organları halinde üç ana dala ayrılmasını ve hukukî eşitliği güvence altına alarak majoriteryen demokrasi formunu plüral demokrasi haline dönüştürecek, doğal eşitlik zemininde savunulan yeni meşruiyet kriteri insan hakları öğretisini ilave etmiştir. Bu zaviyeden bakıldığında denilebilir ki gerçek demokrasi; hukukî eşitlik  eksenindeki siyasal örgütlenme modeli ve “halkın rızası” esasına istinat eden yönetim biçimi olup, klasik ve modern düzenlemeleri arasındaki belki de tek fark klasik demokrasinin büyük ölçekli bir siyasal sistemi istikrar açısından arzu edilir bulmaması ve muayyen nüfusu, muayyen yurttaşı ve muayyen sınırları bulunan küçük ölçekli “doğrudan” yönetimi ihtiva etmesi; modern demokrasininse istikrarı küçük ölçekte değil, müstahkem kurallarda ve kurumlarda gören “temsilî” yönetimi ihtiva etmesidir.[2]

Acaba Türkiye’de yüz yıldır carî siyasal anlayış, otokratik midir yoksa demokratik mi? Birinci Dünya Savaşı sonrası, mağlup Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerine 1920’lerde kurulmaya çalışılan yeni rejimin kapalı otokrasi olduğu şüphesizdir. Zira yeni rejim; mevcut halkın rızası zeminine istinaden tesis edilmediği gibi, hukukî eşitlikekseninde de tesis edilmemiştir. Yeni rejimin tek-adamını ve onun temsilcileri konumundaki merkezî komiteyi yani rejimin resmî partisini icraatlarından ötürü denetleyebilecek herhangi bir yasal organ da herhangi bir sivil toplum örgütü de herhangi bir bağımsız basın da yoktu. Binaenaleyh emretme yetkisini elinde tutan ve halktan-yönetilenlerden özerk siyasal “meşruiyet” iddiasındaki mutlak güç sahibi iktidar; herhangi bir sivil hakkı bulunmayan halka karşı icraatlarından ötürü sorumlu da değildi. Aksine, eylemlerinden ötürü iktidara karşı sorumlu tutulan halktı ve sorumluluğunu yerine getirmeyenleri hızla sigaya çekecek, egemenin müdahalesine tabi, resmî ideoloji güdümlü yargı vardı. Halk, kendisine dikta edilen her şeyi yapmaya mecburdu ve dikta makamı yalnızca yeni rejimin lideri “ulu önder” değil, onu temsil eden tüm bürokrasi idi. Dolayısıyla da yöneten ve yönetilen ilişkileri, tamamen efendiler ve köleler arasında cereyan eden ilişkilere benzer şekilde bir bağımlılık ilişkisiydi. Bir nevi köle muamelesi gören halk, iktidara rağmen özel mülkiyet hakkı bir kenara; emeğinin dahi maliki değildi. İktidar emrettiği taktirde, insanların ücretsiz çalışma mecburiyeti dahi vardı. Mülkün sahibi yalnızca emretme yetkisini elinde tutan güçtü; birilerine servet aktarımı ya da birilerinin mülkünü re’sen kamulaştırma kararını yalnızca o verirdi. Halkın; iktidar karşısında, keyfi isteklerden bağımsızlık anlamında özgürlüğü olmadığı gibi, ferdî potansiyellerin self-determine geliştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını talep etme  anlamında özgürlüğü de yoktu. Dikta rejimine intisabın ve inkıyadın haricinde ne fırsat eşitliği hayal edilebilirdi ne kendi kaderini tayin hakkı ne ahlakî özerklik ne de ifade özgürlüğü. Mevcut halkın insan profilini beğenmeyen yeni rejim; kendisine sadık askerî yapı ve onun icbarı vasıtasıyla tesis ettiği iletişim ve eğitim tekeline dayanarak uygun bulduğu tarzda bir yurttaş profili ve homojen bir devlet halkı yaratmaya da çalışmıştır. Yaratılmak istenen yurttaş profilinin mimarları da yeni rejimin gönüllü askeri rolünü üstlenmiş bulunan resmî tek-parti militanı eğitimcilerdi. Toplumsal kontrole matuf resmîkitlesel ve ulusal eğitim kurumları olan okullarsa ideolojik beyin yıkama merkezleriydi. Resmi enformasyon kanallarının endoktrinason faaliyetleri de cabası… Bu tespitleri inkâra kalkışacak olan diplomasız ya da diplomalı cahil insanlara sormak gerekir: ATATÜRK’ün başında bulunduğu rejim kapalı otokrasi değil de cumhuriyet-demokrasi idiyse şayet, “halkın rızası”yönünde ve halkın yaptığı herhangi bir “sosyal sözleşme” çerçevesinde mi kurulmuştur? Hayatı boyunca “kuvvetler ayrılığı” ilkesini reddetmiş bir insanın cumhuriyetçi-demokrat olduğunu  savunmak cehaletten başka neyle telif edilebilir? İnkılap kisvesi altında dayatılan “şapka-kıyafet”, “takvim”, “alfabe”“rakam”, vb. gibi değişiklikler “halkın rızası” alınarak mı yapılmıştır? Bırakalım 1932-1950 yılları arasındaki on sekiz yıllık, halkın dinî şiarı EZAN yasağını (Niye bırakacaksak?), 1934-1936 yılları arasındaki iki yıllık Türk müziği yasağı “halkın rızası” alınarak mı karara bağlanmıştır? 1908, II. Meşrutiyet devrinden beri var olan çok partili sistem “halkın rızası” alınarak mı tek-partili sisteme dönüştürülmüştür? II. Dünya Savaşı sonrası, Demokratik Batı dünyasının NATO üyeliği karşılığı talep ettiği çok partili sisteme, demokrasiye geçişe, hukuki eşitlik ilkesi benimsendiği için mi “Hasolar’la, Memolar’la eşit mi olacağız?” denilerek ayak sürünmeye çalışılmıştır? Bu nevi yüzlerce suale “zamanın şartları gereği” denilerek, cevap vermeye yeltenmek, mevcut sistemin demokratik olmadığının kabulü değildir de nedir? Suî misalin emsal olamayacağını yani otokrasiye, demokrasi denilemeyeceğini bir türlü kavrayamamak akılla, izanla bağdaştırılabilir mi? Besbelli ki o günlerde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” diyenler, bu sözü sadece halkı manipüle etmek için söylemiş, hiçbir zaman halkın rızasına istinat etmemişlerdir. Halkın rızasına istinat etmeyenler, o insanları kendilerinin eşiti olarak kabul ederler mi? Halkın rızası ve eşitlik ilkesinin, esamisinin dahi mevcut olmadığı bir rejim, cumhuriyet-demokrasi olarak nitelenebilir mi? Tabii ki HAYIR… ATATÜRK’ün başında bulunduğu rejimin kapalı otokrasi olduğunu; dönemin tek-partisi CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle beyan etmektedir: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[3]

Şüphe yok ki Türk siyasetinde demokratik anlayışın dominant olduğu dönemler de olmuştur. Adnan MENDERES’in, “Yeter, söz milletindir.” mottosuyla İsmet İNÖNÜ liderliği altındaki tek-parti CHP otokrasisine karşı, kazandığı serbest seçimler ve akabinde kurulan 14 Mayıs 1950, Demokrat Parti iktidarı, demokratikleşme sürecinin başlangıç noktasıdır. Ne yazık ki bu süreç otokratik zihniyetin tertiplediği, önce 1960 Darbesi ile sonra 1971 Muhtırası ile bilahare de 1980 Darbesi ile akamete uğratılmıştır. Sürecin yeniden ihyası 1983-1989 yılları arasında Turgut ÖZAL, Anavatan Partisi iktidarıyla ancak gerçekleşebilmiştir. ÖZAL; devletin insanların hukukunu korumak için var olan bir araç, bireylerin önündeki engelleri kaldırarak onların potansiyellerini geliştirmekle görevli bir mekanizma olduğu düşüncesini ikna yöntemiyle topluma kabul ettiren, sivil iktidar üzerindeki mütehakkim askerî vesayeti pasifize eden ve oldukça kısa sayılabilecek altı yıllık iktidarı zarfında liberal-demokratik bir devlet yapılanması adına gerekli entelektüel donanımı sağlama girişimlerini başarıya ulaştıran, Türkiye’deki ilk siyasî liderdir.[4] Ne yazık ki ÖZAL tarafından ihya edilen demokratik süreç, iktidardan ayrılmasının üzerinden on yıl dahi geçmemişti ki 1997’de asker-sivil otokrat kesimin organize ettiği Post-Modern Darbe ile tekrar akamete uğratılmıştır. Halkın rızası ve seçimi ile iktidara gelen Necmettin ERBAKAN, dindar kimliğini hazmedemeyen, kuruluş dönemi otokrasisine sadık askerî vesayet ve dikta ideolojisinin güdümlü yargı mensuplarının tehditleri sonucu, iktidarının ilk yılını dahi doldurmadan istifa etmek zorunda bırakılmıştır. Açıktır ki demokratik süreci darbelerle akamete uğratan otokratik vesayet odakları, darbe sonrası dönemlerde kudurttukları sivil görünümlü hükümetlerin hiçbirisinin, ülke yönetiminde başarılı olmasını sağlayamamıştır. Başarının kriteri nedir, sualinin cevabı, adı cumhuriyet-demokrasi konulan yeni rejimin kurucu otokratı ATATÜRK’ün “muasır medeniyetler seviyesine yükselmek” cümlesinde vurgulanmıştır. Muasır medeniyetten kasıt Uganda ya da Kamboçya yahut da Kolombiya olamayacağına göre, muhtemelen kastedilen bugünkü Avrupa Birliği standartlarıdır. Maalesef, görsel olarak Avrupalılara benzemeye çalışmak, rasyonalite temelli demokratik zihniyet sahibi olmadan, “otokrasi çevreleri” hariç, ülke insanının Avrupa vâri hayat standartlarına kavuşmasını mümkün kılmamaktadır. Otokrasi çevrelerinin hayat standartlarının neredeyse Avrupalılardan dahi yüksek olmasının yegâne sebebi ise elbette “kamu kaynakları üzerinde mutlak tasarruf hakkı” sahibi olmalarında gizlidir…

Acaba yirmi yıldır iktidarı elinde tutan AKP, Türkiye’deki “otokrasi-demokrasi” siyasî sarkacının neresindedir? 2001 yılı kuruluş aşamasında “iç tüzük” olarak yazılan metin dikkate alınırsa, AKP’nin o günlerde “sosyal-liberal”demokratik bir parti olma niyeti taşıdığını söylemek mümkün. İç tüzükte şöyle deniyor: “Ak Parti; egemenliğin, kayıtsız ve şartsız milletimize ait bulunduğuna inanır… Milli iradenin tek belirleyici güç olduğunu kabul eder… Millet adına egemenlik yetkisi kullanan kurumların ve kişilerin gözetmeleri gereken en üstün gücün ise hukukun üstünlüğü ilkesi olduğunu savunur… Milli irade, hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasi, bireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliği siyasi yönetim anlayışının temel referansları olarak kabul eder… Ak Parti; “insan” merkezli siyasi bir partidir… En üstün hizmetin, insana hizmet olduğuna inanır… İnsanın mutluluğu, huzuru, güveni ve sağlığı çalışmalarının hedefini teşkil eder… İnsanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan var olan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar… Farklı olmanın ayrışma değil, pekiştirici kültürel zenginliğimiz olduğunu kabul eder… Ak Parti; birey-devlet ilişkilerinde, demokratik toplum olmanın gereklerine uygun düşmeyen yaklaşımları ve her türlü ayırımcılığı reddeder… Devleti, bireye hizmet için, bireylerin oluşturduğu etkin bir hizmet kurumu olarak kabul eder… Milli iradenin egemen olabilmesinin, bütün siyasal hakların ancak özgür kullanımı ile mümkün olabileceğine, özgür siyasal hak kullanımının ise çoğulcu ve katılımcı hür demokratik düzen içinde hayat bulabileceğine inanır… İnsanın, insanca yaşamasının yöntemi olan sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesine özel önem verir…”[5] AKP’nin iç tüzüğünde yazılı olan yukarıdaki hususlara, iktidara geldiği 3 Kasım 2002’den 12 Haziran 2011’e kadar, hatta Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakanın, Ahmet DAVUTOĞLU’nun, seçim mağlubiyeti ya da gensoru gibi herhangi bir sebep olmaksızın, başbakanlıktan çekileceğini açıklamak zorunda bırakıldığı 5 Mayıs 2016 tarihine kadar şöyle ya da böyle bağlı kaldığı da belki kabul edilebilir. Bazı yorumcuların Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında yaşanan yetki çatışmasından ötürü “Saray Darbesi” dedikleri bu olay, AKP’nin “seçilmiş otokrasi” ideolojisine evirilmeye başladığı tarihtir… Şüphesiz 5 Mayıs 2016 öncesinde yaşanan 28 Mayıs – 30 Ağustos 2013 tarihli Gezi Parkı protestoları, 17 – 25 Aralık 2013 yolsuzluk iddialarına yönelik soruşturma girişimleri, Başbakan DAVUTOĞLU’nu istifaya zorlamak için tertiplenen Pelikan Dosyası adlı itibar suikastı, 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması gibi olaylar AKP’nin “seçilmiş otokrasi” ideolojisine evirilmesinde nirengi noktalarıdır. Final vuruşu ise “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen AKP usulü başkanlık sistemi belirlemiştir. “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile birlikte, 2001 tüzüğünde yazılı olan “hukukun üstünlüğü ilkesi”, “bireyin temel hak ve özgürlükleri”, “çoğulcu ve katılımcı demokrasi”, “ayrımcılığın reddi”, gibi prensipler maalesef rafa kaldırılmış; “kuvvetler birliği” rejimini intac eden gayrı resmi “tek-adam” yönetimi tesis edilmiştir. Gayrı resmi “tek-adam” yönetimi; “seçilmiş otokrasi” ideolojisinin eseri değildir de nedir? Açıktır ki “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile birlikte ERDOĞAN’ın icraatlarının kontrol ve denetimi imkânsız hale gelmiştir. Seçim gibi demokratik bir prosedürle iktidara geliyor ise de siyasî kararları hususunda herhangi bir anayasal organ (meclis, anayasa mahkemesi) kontrolü de halka ait herhangi bir örgütlü yapı (sivil toplum) kontrolü de bulunmamaktadır. Yeni sistem ona, özgür basın ve bağımsız yargı organlarının kontrol ve denetim fonksiyonlarını şöyle ya da böyle kısıtlama imkânı vermiştir. İcraatlarını, demokratik rejimin dilini kullanarak meşrulaştırıyor ise de yetkileri denetimsiz ve sınırsızdır. Görünüşte demokrasinin bütün kurumları; anayasa, meclis, mahkemeler, periyodik seçimler, vs. mevcut ise de kurumların hiçbirinin, ona ait “mutlak güç” tekelini etkili bir biçimde kontrol etme işlevi yoktur. Aksine bütün kurumlar; devletin tüm görevlilerini ERDOĞAN’ın emirlerine tabi kılan, hiyerarşik prosedürler aracılığıyla onun icraatlarını kolaylaştıran farklı cephelerdir. İktidarında bir miktar demokrasi görünümü bulunuyor ise de gerçekte, emretme yetkisini keyfince kullanmaktadır. Kamu kaynaklarıyla kurduğu medya tekeli sayesinde hem muhalif rakiplerini “terörle irtibatlı, iltisaklı” ithamlarıyla pasifize etmekte hem de yoğun popülist propaganda faaliyetleri ile cahil kitleleri manipüle edip, yönlendirebilmektedir. Periyodik seçimlerin varlığı; iktidar değişikliğini muhtemel kılıyor ise de enformasyon ve indoktrinasyon tekelleri marifetiyle yoğun popülist propaganda faaliyetlerine maruz bırakılan cahil kitlelerin bu manipülasyonlardan etkilenmemesi ve aldanmaması hayli zordur. Platon; “Demokrasi, demagogların rejimidir.” derken, tam da bu gerçeğe parmak basmıştır. Demos’un (halkın) kahir ekseriyatının irrasyonel iğvalara her daim aldandıkları ariflerin malumudur. “Ortada nass var nass, nass varken sana bana ne oluyor?” şeklindeki dinî söylemle FAİZ uygulamalarına karşı çıktığını beyan eden ERDOĞAN’ın; kahir ekseriyatı Fatiha Suresi’ni dahi bilmedikleri halde, kendilerini dindar zanneden insanları kolaylıkla ikna edeceği açık değil mi? Hele de ortada, insanların reyine talip olmasına rağmen, onların dinî değerlerine tahammül edemeyen hamakatla alil irrasyonel, beceriksiz ve kifayetsiz bir muhalefet varken… Oysa ki aynı ERDOĞAN, faize karşı olduğunu beyan etse de faizin en alâsını “kur korumalı mevduat hesabı” uygulamalarıyla bir avuç sermayedara pekâlâ verebilmektedir… Seçilmiş otokratın başarısı tam da bu flu söylemleri kullanabilmesinde gizlidir zaten… Aynı yöntemi kullanma hususunda; hamakatla alil irrasyonel, beceriksiz ve kifayetsiz muhalefetin elini tutan mı var? Madem demokrasilerde, iktidarın yolu kitleleri ikna etmekten geçiyor, iktidar olmak isteyenler için yöntem bellidir… Haddizatında ERDOĞAN; partisinin “seçilmiş otokrasi” ideolojisine doğru evirildiğini; Cumhurbaşkanlığı Sistemi için yapılan anayasa değişikliği-referandum sürecinde, propaganda faaliyetleri esnasında çok net açıklamıştır: “ATATÜRK olsaydı bu değişikliğe evet derdi.” Şüphesiz, ERDOĞAN doğru söylüyordu. Çünkü AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi iyi işletildiği taktirde; hayatı boyunca demokratik hukuk devleti pratiğinin olmazsa olmaz şartı “kuvvetler ayrımı” prensibinin daima karşısında yer alan ATATÜRK’ün, adını cumhuriyet-demokrasi koyduğu “kapalı otokrasi” sistemi ile son kertede aynileşecektir…

Dünyadaki uygulamalarına bakıldığında görülecektir ki “seçilmiş otokrasi” rejimleri altında yaşayan insanlar; yöneticilerin kendi çıkarlarını, halkın çıkarlarından üstün tuttuğunu fark ettikçe; kamu kaynakları üzerinde ahlaksızca istismarda bulunduklarını anladıkça; siyasete yoksul girip, siyaset sayesinde hadsiz-hesapsız servet sahibi oldukların kavradıkça; yoksullardan yanaymış gibi davranıp, kamu ihaleleri ile zenginlerin servetine servet kattığını idrak ettikçe; niteliği kendinden menkul “kapıkulu” bürokratların üçer-beşer maaş aldıklarını öğrendikçe; kendilerine saraylar inşa ederken, felaketzedelere çadır-kenti bile reva görmediklerini müşahede ettikçe; herkes için geçerli olan doğal-evrensel insan hakları öğretisine saygılı demokratik rejimlere yönelik popüler talep hızla artmaktadır. Yeter ki muhalif çevreler siyasî yelpazeyi kapsayan geniş koalisyonları kurabilsin ve temel ahlak ilkelerinde birleşip,  kendileri için istedikleri şeyleri istisnasız herkes için istediklerini, “seçilmiş otokrat ve çevresi” gibi imtiyaz, ayrıcalık peşinde koşmadıklarını tutarlı davranışlarıyla realitede göstersin ve halkı ikna etmeyi başarsın… Besbelli ki 14 Mayıs’ta Türkiye’de yapılması planlanan seçimler, Cumhur İttifakı’nın “otokrasi” teklifi ile Millet İttifakı’nın “demokrasi” teklifi arasında olacaktır… Şüphesiz insanlar hangi sistemle yönetilmeye layık iseler o sistemle yönetilirler…

 

[1] https://www.britannica.com/

[2] Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, Çev., L. Köker, TSİD-TDV Yay., Ankara, 1993.

[3] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.

[4] Mustafa Erdoğan, Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji, Liberte Yay., Ankara, 2000.

[5] https://www.akparti.org.tr/parti/parti-tuzugu/

Bu yazı Genel Felsefe, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.