Sosyal Demokrasi Üzerine

Demokrasi; kurumsallaşmış siyasal iktidar tipi olarak devleti, yurttaşların eşitliğine ve iradesine endeksleyen rejim demektir. Diğer rejimlerden tefrikini sağlayan mümeyyiz vasıf (hasse), sivil/siyasal ve ekonomik/sosyal haklar itibarıyla fertlerin potansiyel eşitliğini ve egemenlik hakkının kullanımı açısından da çoğunluğun rızasını içermesidir. Tanıma yönelik teorik çerçeve böyle çizilebilir ise de hayata geçirilmek istenen ideallerin nasıl pratize edileceği hususunda demokratik tasavvuru liberal ve sosyal olmak üzere iki kategoriye ayırmak mümkündür. Demokrasinin teorik çerçevesini şüphesiz liberal yaklaşım da sosyal yaklaşım da benimsemektedir ancak ekonomik ve toplumsal formasyonun parametreleri konusu, bu iki anlayışı birbirinden oldukça farklı kılmaktadır. Sosyal demokrasinin çıkış noktası; liberal demokrasinin çözümleyemediğini iddia ettiği iki sorundur: 1- Eşitlik; toplumsal yapılanmada nereye kadar genişletilebilir ya da toplumsal çeşitliliklerin ahlakî olarak geçerliliğini ve siyasi olarak savunulabilirliğini mümkün kılacak eşitlik zemini hukuki alanın ötesine çekilebilir mi? 2- Özgürlüğün bütün fertleri kapsayacak şekilde gerçekleşebilmesi için hangi toplumsal ön şartlar var olmalıdır ya da özgürlüğün realizasyonu için fertlere ne ölçüde fırsat eşitliği tanınmalıdır?[1]

Sosyal demokrasinin temel değerleri şu şekilde sıralanabilir: 1- Özgürlük: Sosyal demokrasiye göre; özgürlük, insanın kendi iradesine uygun yaşayabilme imkânına sahip olması demektir. Her insan özgürlüğe yazgılı ve yeteneklidir. Ancak yazgısına ve yeteneğine uygun yaşayıp yaşayamayacağı, toplum içerisinde belirlenir. İnsanlar, onur kırıcı bağımlılıklardan, sefalet ve korkudan arınmış olmalı ve yeteneklerini geliştirme ve toplumsal ve siyasal hayata sorumluluk üstlenerek katılma fırsatına sahip olmalıdır. Şüphesiz kendisini yeterince sosyal güvenlik içinde hisseden bir insan özgürlüğünü kullanabilir. Birey; toplumsal hayata ve toplumun kararlarına etkin olarak katılma özgürlüğüne sahip olmalı ve katılım özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Özgürlüğün bir temel hak olarak formel geçerliliği yeterli değildir. Özgürlüğün fiilen yaşanabilmesi ona yönelik toplumsal düzenlemeler ve kurumları zorunlu kılar.  Özgürlük elbette ki insanların sorumlu ve akla uygun davranmasını gerektirir. Bu da eğitim ve öğretimin sosyal demokrasi ilkelerine göre düzenlenmesi ile sağlanabilir. Sosyal demokrasinin özgürlük anlayışını liberal demokrasiden farklı kılan taraf, onun özgürlüğe “negatif özgürlük” olarak değil, “pozitif özgürlük” olarak bakmasıdır. Negatif özgürlük, engellemelerin olmaması anlamını taşırken; pozitif özgürlük, özgürlüğün gerçekleşebilmesi için şartların elverişli olmasını talep etmektir. Bir misal vermek gerekirse; liberal demokrasi, “herkesin eğitime hakkı vardır” derken, bireylerin şartlarının müsait olup olmadığıyla ilgilenmez. Şartların müsait olmasını sağlamak bireyin kendi sorumluluğundadır. Buna karşılık sosyal demokrasi, “herkesin eğitime hakkı vardır” dediğinde bireylerin şartlarının müsait olması sorumluluğunu topluma yani devlete yüklemek arzusundadır. İbrahim Tatlıses’in meşhur “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sözü, pozitif bir özgürlük talebidir. Bu nevi taleplerin, ekonomik imkânları kısıtlı olan insanların çok hoşuna gideceği açıktır. Sosyal demokrasinin iddiası da zaten ekonomik imkânları kısıtlı olan insanların yanında olmaktır. Ne var ki bu nevi taleplerin karşılanmasının kolay bir yolunun olmadığı da açıktır. Herkesin her şeyi tüketebilmesi herhalde semavi dinlerin cennetinde kabil olacaktır.

2- Eşitlik: Liberal demokrasinin hukuki eşitlik savunusu, burjuvanın aristokrasiye ve Protestanlığın Katolikliğe karşı eşitlik talebini ifade ederken; sosyal demokrasinin eşitlik talebi, bunun çok daha ötesindedir. Liberal demokrasi açısından devlet; siyasal istikrarın gereği olarak insanların dini, kültürel, ideolojik, etnik ve benzeri bağlılıklarını ifade etmelerine karşı çıkmaz ise de bunları beslemez de. Liberal demokrasi belli ölçülerde toplumsal homojeniteyi öngördüğünden tavrı daha çok “iyi niyetli ihmal”dir. Oysaki bugün çoğu ülke; etnik-kültürel veya dinsel ya da ideolojik bakımdan hayli çeşitlilik göstermektedir. En son verilere göre; dünyadaki iki yüze yakın bağımsız devlet, bünyesinde altı yüz çeşit dili ve beş bin çeşit etnik grubu barındırmaktadır. Çok az ülkede, yurttaşların aynı dili konuştukları, aynı inanç ya da ideolojiyi paylaştıkları ve aynı etnik gruba ait oldukları söylenebilir. Tabiatıyla bu çeşitlilik önemli ve potansiyel olarak ayrılıkçı bir dizi sorunu da beraberinde getirmektedir. Azınlıklar ve dil hakları, bölgesel-yerel özerklik, siyasi temsil, eğitim-öğretim müfredatının belirlenmesi, göç ve vatandaşlığa kabûl politikaları gibi meselelerde, hatta ulusal marş ya da resmi tatiller gibi sembollerde dahi sıklıkla bir takım problemler yaşanmaktadır. Bu meselelere ahlakî olarak savunulabilir ve siyasi olarak geçerli cevaplar bulmak, günümüz liberal demokrasilerinin karşısına dikilen en ciddi problemdir. Bu problemlerin, liberal demokrasilerin inşasında, geleneksel aristokrasiye karşı ileri sürülen “insan hakları öğretisi” çerçevesinde çözülemediği de açıktır. Resmi dil nasıl tespit edilecektir? Etnik gruplar, kamu ya da özel okullarında anadilde eğitim yapabilirler mi? Yönetsel veya idarî birimler etnik yapılar çerçevesinde yerelleştirilebilirler mi? Siyasi mevkiler etnik oran ilkesine göre dağıtılabilirler mi? Azınlıkların entegrasyon sorumlulukları ne kadardır? Liberal demokrasilerin meşruiyet zeminini oluşturan “insan hakları öğretisi” bu sorunlara çözüm üretmek bir tarafa, genellikle bu sorunları görmezden gelmektedir. Şöyle ki: Herkesin yurttaşlığa hakkı olması, her yurttaşın eşit haklardan faydalandığı anlamına gelmez. Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı olması, her bireyin bunları özgürce yaşayabildiğini göstermez. İfade özgürlüğünün varlığı, uygun dil politikasının ne olacağına ilişkin bir şey söylemez. Seçme ve seçilme hakkı, politik sınırların nasıl çizilmesi gerektiğini anlatmaz. Herkesin yönetime katılma hakkının olması, bunun realize edilebilir olduğuna delil teşkil etmez. Herkesin eğitim hakkına sahip olması, her dille eğitim yapılabileceğini ifade etmez. Görünen o ki bu sorunlar, her devlet içerisinde, çoğunlukçu-egemen karar alma süreçlerine terk edilmiştir. Netice ise kültürel azınlıkların, egemen-çoğunluğun insafına bırakılması nedeniyle etnik-kültürel çatışmaların şiddetlenmesinden başka bir şey değildir. Bu sorunlara hakkaniyetli bir çözüm bulmak için besbelli ki liberal “insan hakları öğretisi”ne eklenmesi gereken hususlar vardır. Hukuk düzeni, kültürel bir veri olarak düşünülmedikçe, hukuk kuralları toplumsal verilere göre şekillenmedikçe, rasyonel hukuk idealleri bu veriler ışığında tanzim edilmedikçe, söz konusu kültürel-hukukî düzenin yaratılması pek de mümkün gözükmemektedir. Hukuk, evrensel bir özgürlükilkesi (universal principle of right) gereğince, bireyin iradesinin ve eylemlerinin, diğer bütün bireylerin iradeleri ve eylemleriyle birlikte bulunmasını sağlayan kuralların bütünü olmadıkça; barış içerisinde bir arada yaşamanın imkânı olmayacaktır. Sosyal demokrasinin en önemli iddiası işte bu sorunları çözmektir. Ancak yine de sosyal demokratlar, temel değerlerin ikincisini belirtmek istediklerinde “eşitlik” mi yoksa “adalet” mi diye zaman zaman tereddüt etmektedirler. Genel olarak, “eşitlik” konusunda yapılan tartışmalarda, maddi ve düşünsel varlıkların adil paylaşımının nasıl olabileceği sorunu belirsizliğe yol açmaktadır. Bundan ötürü 1980lerden itibaren “adalet” kavramını, merkezi öneme sahip bir temel değer şeklinde “eşitlik” kavramından ayrı ya da bu kavramı netleştirmek üzere kullanma eğilimi daha fazla ağırlık kazanmıştır. Her bir bireye ayrı ayrı atfedilebilen “özgürlük” kavramından farklı olarak, “eşitlik” ve “adalet” göreli kavramlardır. Eşitlik ve adalet kavramları daha ziyade bireyler arasındaki ilişkilerle, münasebetlerle ilgili olup, toplumsallığın varlığını gerektirirler. Liberal demokrasi eşitliği hukuki eşitlikle sınırlandırırken; sosyal demokrasi hukuki eşitliği şöyle ya da böyle ekonomiyle irtibatlandırır. Sosyalizmin; “ekonomik eşitlik gerçekleşmediği takdirde, hukuki eşitlik gerçekleşemez” yaklaşımını tamamen olmasa da belli ölçülerde benimseyen sosyal demokrasi, buna yönelik gelir seviyesi düşük olan insanların lehine bir takım toplumsal düzenlemelerin yapılması gerektiğini savunur. Bu en azından fırsat eşitliğinin temin edilmesi demektir. Eşitliğin tavzihi için gerekli üst kavram, “adalet” kavramıdır. Adalet üzerine sürdürülen tartışmalarda özellikle iki tavır belirleyicidir. Birincisi, paylaşımdaki adalet; ikincisi de erişilebilirlikteki adalettir. Sosyal demokrasi için adalet; Aristoteles’in “dağıtıcı adalet” tanımındaki gibi, yalnızca “her ferde kendi değerine nispetle düşen payın verilmesi” değil; herkese bütünün bir parçası, toplumun bir üyesi olarak değerine ve yeteneğine göre düşen “hak ve görevlerin verlmesi”dir. İnsanlar belli türden muameleleri adil olarak tanımlar.Eğer bir insanın kendi değerine dair algısı, başkalarının kendisine yönelik yargılarına uygun düşüyorsa, kendisine adil davranıldığını düşünür. Bu yargı, nesnel ve düşünsel varlıklardan aldığı payda, bunlardan menedilmesinde ya da bunların elinden alınmasında ifadesini bulur. Sosyal demokrasiye göre, nesnel ya da düşünsel varlıkların toplumsal paylaşımı gerçekleştirilirken bu herkes tarafından meşru kabul edilen ölçütlere göre yapılmalıdır. Dolayısıyla eşitlik; nesnel ve düşünsel varlıkların paylaşımının sonucu değil, hareket noktasıdır. Bu normdan hareketle gerçekleşen farklı paylaşım, adaletin ifadesidir. Eğer varlıkların farklı paylaşımına dair haklı ölçütler mevcut değilse, bazılarına diğerlerinden daha fazla ya da farklı şeyler vermenin adil olduğu söylenemez. Paylaşımda keyfi davranmak istenmiyorsa, herkesin payının adil olması gerekir. Öte yandan sosyal demokrasinin gayesi, tüm vatandaşların ekonomik eşitliğini körü körüne sağlamak değil, fırsat eşitsizliklerini mümkün olduğunca gidermektir. İnsanların insanca yaşayabilmeleri için işsiz kalmamaları, çalışabilmeleri, adil ücret almaları, sendika kurabilmeleri, sözleşebilmeleri, eğitim, sağlık, sağlıklı çevre hakkına sahip olmaları, ekonominin tanziminde rol alabilmeleri, kısacası tüm yönetime katılabilmeleri gerekir. Sosyal demokrasi açısından adaletin en önemli temeli, her insanın eşit olarak sahip olduğu insan onurudur. Adalet, kökenden ve cinsiyetten bağımsız olarak aynı özgürlüğe ve aynı sosyal fırsatlara sahip olmak anlamına gelir. Adalet; eğitim, çalışma hayatı, sosyal güvenlik gibi kültürel unsurlardan eşit olarak yararlanabilmeyi ve tüm kamusal malların eşit erişilebilirliğini içerir. Gelir ve servetin eşitsiz paylaşımı, toplumu, başkaları üzerinde tasarrufta bulunanlar ve üzerlerinde tasarrufta bulunulanlar şeklinde böldüğü zaman, herkesin aynı özgürlüğe sahip olması ilkesini çiğner ve dolayısıyla adil değildir. Bundan dolayı adalet; gelirin, servetin ve iktidarın paylaşımında daha fazla eşitlik gerektirir. Gelirin ve servetin çalışmaya uygun paylaşımı adildir. Ortalamanın üstünde gelir elde eden, başkalarından daha fazla servete sahip olan, toplumun esenliğine daha fazla katkıda bulunmalıdır.

3- Dayanışma: Dayanışma, benzer bir hayat tarzından ve benzer değerlerden beslenen müşterek toplumsal kimlikle ilgilidir. Sosyal demokrasi için “dayanışma” karşılıklı bağlılık, birliktelik ve yardımlaşma demektir. İnsanların birbirini desteklemeye ve yardımlaşmaya hazır oluşudur.  Güçlülerle güçsüzler, zenginlerle yoksullar, eski ve yeni kuşaklarla halklar arasında geçerlidir. Dayanışma, değişim umudu yaratır. Dayanışma; anlık ve kendiliğinden doğan yardımda, ortak kurallar ve örgütlenmelerde, siyasal olarak güvenceye kavuşturulmuş ve örgütlenmiş dayanışma olarak sosyal devlette toplumu bir arada tutan kuvvetli bir güçtür. Dayanışma; tanımlanması ne kadar zor olsa da tarih boyunca çok güçlü bir toplumsal etkiye sahip olmuştur. Örneğin büyük sigortalar (işsizlik, sağlık, emeklilik ve kaza sigortası), çalışanların dayanışmacı kurumlarıdır. Bu kurumların 1890’lar ve 1920’lerde kuruluşu, özellikle, işçilerin ve sosyalistlerin / sosyal demokratların yaptığı büyük baskı sayesinde gerçekleşmiştir. Kooperatifler de üyelerinin ortak bir yarar temelinde oluşturdukları, piyasada geçerli olan rekabeti büyük ölçüde etkisiz kılan dayanışma birlikleri olarak tanımlanabilir. Ancak bunlara, dayanışmanın işlerliğe kavuşması için, çıkarların dengelenmesinin zorunlu olduğu da ilave edilmelidir. Dayanışmanın oluşabilmesi için, siyasal gerekçelendirmelerde, hem farklı, hem de (her şeyden önce) ortak çıkarları göz önünde bulundurmak gerekir. Dayanışma; her şeyden bağımsız, kendi başına ele alındığında, dışlayıcı ve ayrımcı bir bicimde de ortaya çıkabilir. Mesela, aşırı sağcı birlik ruhu olarak. Acık ve çoğulcu bir sivil toplumdan hareketle ve böyle bir sivil toplumla birlikte gelişen demokratik bir toplum için, dayanışmanın bu yanlış bicimi çok büyük ve halen yeterince ciddiye alınmayan bir tehlikedir. Bir topluluğun birliği, başkalarına karşı ayrımcılıktan beslendiğinde, sınır aşılmış demektir. Bu yüzden, dayanışma, demokratik bir toplumda, özgürlüğün ve eşitliğin gerçekleştirilmesinden bağımsız ele alınmamalıdır.

Avrupa’da, Almanya Federal Cumhuriyeti sosyal demokrasinin “başarı öyküsü” sayılır. Sosyal devletin merkezinde, kurumsal olarak bağımsız sosyal sigorta sistemleri bulunur. Sosyal devlet, büyük mali kapsamına rağmen, sınırlı bir yeniden dağıtım sağlar. Sosyal sigortalar, işverenlerin ve çalışanların zorunlu olarak ödedikleri primlerle bir masraf paylaşımı usulüne göre finanse edilir. Genel sosyal sigorta yükümlülüğü, sadece işçi statüsünde çalışanlara yöneliktir. Serbest meslek sahipleri ve memurlarsa sosyal risklere karşı özel bir sosyal hizmet sistemine tabidirler. Kamusal emeklilik sigortası tarafından ödenen standart meblağ ortalama net ücretin yaklaşık yüzde 70’i seviyesindedir. İşsizlik sigortası tarafından ödenen işsizlik parası ise çalışanlara göre, bir önceki ücretin yüzde 60’ı ila 67’si tutarındadır. İşsizlik ücreti; bu parayı alanın prim ödediği sureye ve yaşına bağlı olmak üzere, 6 ila 24 ay boyunca ödenir. Çalışabilecek durumda olanların ayrı bir işe girmeye istekli olmaları talep edilir ve denetlenir. Bu yardımlardan yararlanmak, hukuki bir hak olduğundan, herkes için bir sosyokültürel asgari yaşam standardı güvenceye alınmıştır. Kamusal sağlık sigortasının sunduğu hizmetler, başka ülkelerle karşılaştırıldığında çok daha iyi durumdadır. Serbest çalışanlar, devlet memurları ve yüksek gelirli çalışanlar, sigorta yükümlülüğünden muaftır ve genellikle özel sigorta yaptırırlar. Eğitim sistemi; uluslararası karşılaştırmada, öğrencilerin toplumsal kökeninin eğitimdeki başarıyı bu kadar fazla belirlemediği bir sistemdir. Meslek eğitimi sistemiyse uygulamalı eğitim imkânlarında sık sık darboğazların doğmasına rağmen, işyerinin gereklerine uygun bir mesleki vasıflandırmaya imkân tanıdığı ve bunu genel eğitim veren okul eğitimiyle bir araya getirdiği için halen örnek olarak gösterilmektedir. Bütün bunlara rağmen 2010 yılı itibarıyla Almanya’da, 1564 yaş arası çalışan kişilerin toplam nüfusa oranı yüzde 70; kadınların, erkeklere oranla elde ettiği gelirin oranı yüzde 59; sendikal örgütlülük oranı yüzde 20; eğitimde başarının sosyo-ekonomik şartlara oranı yüzde 20; işsizlik oranı yüzde 10; yoksulluk endeksi yüzde 10’dur.[2]

Liberal demokrasinin feodal aristokrasiyi yıkabilmek için kullandığı özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah idealleri, tüm halkı kuşatacak ölçülerde maalesef realize edilememiştir. Aynı ideallerle alternatif olarak ortaya çıkan sosyal demokrasi, temennileri itibarıyla elbette özgürlükten, eşitlikten ve ekonomik refahtan yeterince nasiplenemeyen insanları cezbetmektedir. Almanya gibi bazı Avrupa ülkeleri iddialarında kısmen başarılı olmuşsa da bu başarı Avrupa dışındaki ülkelerin sömürülmesinden çok da bağımsız değildir. Dolayısıyla bu başarı mutlak bir başarı olarak değerlendirilemez. Temel sorun; rasyonel, individüal, seküler ve utilitarist bireylerden solidarist ahlak beklentisidir. Bu da elbette başarıyı imkânsız kılmaktadır. Türkiye’deki sosyal demokrasi iddialarına gelince; bu iddialar sadece ve sadece bir manipülasyondan ibarettir. Mesela; sosyal demokrasi iddiasındaki CHP hiçbir zaman herkes için özgürlük, herkes için eşitlik, herkes için ekonomik refah istememiştir. İspat isteyen, tek parti diktatörlüğü ideolojisini benimsemeyenlerin özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah’a haklarının olup olmadığını CHP’ye sorsun…



[1]Thomas Meyer, Sosyal Demokrasinin Geleceği, Çev., O. B. Kula, SODEV Yay., İstanbul, 2005.

[2] Tobias Gombert, Sosyal Demokrasi El Kitabı, Çev., Recai Hallac, Friedrich-Ebert-Stiftung, İstanbul,  2010.

Bu yazı Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.