Sosyoloji Perspektifinden Toplumsal Değişme

Genel anlamda tanımlanacak olursa sosyoloji, toplumu oluşturan kurumsal yapı ve örgütlenmelerin birbirleriyle ilişkileri bakımından, aralarındaki simetrinin, devamlılığının ya da değişkenliğinin bir bütün halinde açıklanması maksadıyla yürütülen doğa-bilimsel, sistematik bir çabadır. Tabiatıyla böyle bir çabanın yöntemi de doğa-bilimlerinde olduğu gibi pozitif yöntemdir. Bu bakış açısı, toplumu birbirlerinden bağımsız otonomileri olmayan kurumsal yapı ve örgütlenmelerin sistematik bir bütünü şeklinde gören düşüncenin ifadesi olup, toplum kavramını muayyen ilişkiler sistemine atıfta bulunarak formülize etmektedir. Şüphesiz bu formülizasyon modern toplumsal yapıyla ilişkilidir. İç bütünlüğü olan sistemleri dikkate alan bu tür kavramsallaştırmalara göre toplumlar şu kurumlardan ibarettirler: 1- Rasyonalizasyon ve Reformasyon sürecinin getirmiş olduğu kapitalist ekonomi. 2- Sözde, bireysel eşitlik temelinde tanınmayı ifade eden siyasal örgütlenme, ulus-devlet. 3- Resmi, kitlesel ve ulusal eğitim. 4- Reforme edilmiş din ya da profan kült. 5- Mikro toplum – çekirdek aile.

Modern toplumun bu kurumlarının belli ölçülerde birbirleriyle ilintili olduğu doğru ise de aralarındaki bağlantının mekanizmi ifade ediyormuş gibi kabul edilerek her türlü toplumsal yapıa aynı içerikle teşmil edilmesi bilimselliğin ötesinde felsefi bir spekülasyondur. Bu spekülasyonun altında yatan asıl düşünce, modern doğa bilimlerinin mekanik yasalarının topluma teşmil edilmeye çalışılması ve evrensel ilerlemeci tarih anlayışının sonucu olarak modern olmayan toplumların endüstrileşme sürecine girmeleri durumunda kendi toplumsal yapılarını modern toplumsal yapı modeline göre dizayn etmeleri gerektiğini bilimsellik adı altında onlara kabul ettirmektir. Burada gözden ırak tutulan nokta, modern dünyayı oluşturan asıl dönüştürücü unsurun endüstriyalizm değil rasyonalizm, sekülarizm, utilitarizm ve kapitalizm unsurlarının olduğudur. Hâlbuki bahsi geçen bu unsurların endüstrileşmeden çok önce ortaya çıktıkları bir vakıadır. Yani, endüstriyalizm bir sebep değil, aksine bir sonuçtur.

Endüstrileşmek için tecrübe ve akla dayalı bilginin ön planda olması zorunlu ise de akıl ve tecrübenin tamamen seküler, utiliteryen ve kapitalist temelli olması gerektiği iddia edilemez. Endüstriyel olmak kapitalist olmayı içermediği gibi, endüstriyalizm kapitalizmin bir alt türü de değildir. Kapitalizm ve endüstriyalizmi, iki ayrı “örgütsel küme” ya da modern kurumlarla ilişkili farklı boyutlar olarak görmek gerekir. Kapitalizm, özel sermaye mülkiyeti ile mülksüz ücretli emek arasındaki ilişki merkezinde yoğunlaşan, serbest piyasa için meta üretimine dayanan, fiyatların sermayedarlar, üreticiler ve tüketiciler açısından aynı olduğu bir ekonomik sistemdir. Endüstriyalizm ise cansız maddi güç kaynaklarının meta üretiminde kullanıldığı, insan gücünün makinalarla, imalathanelerin de fabrikalarla yer değiştirdiği bir ekonomik düzendir. Kapitalist bir sistem endüstriyel olabileceği gibi, endüstriyel bir sistem de kapitalist olabilir. Ancak, her ikisi de birbirinin olmazsa olmaz şartı değildir. Yani, endüstriyel bir sistem kapitalist olmak zorunda olmadığı gibi, kapitalist bir sistem de endüstriyel olmak zorunda değildir. Kapitalizmin Batı Avrupa’daki doğuş süreci dikkate alınırsa söylenilenlerin doğruluğu daha kolay anlaşılacaktır. Esasen, kapitalist sistem endüstriyalizmle birleşip ekonomik ve askeri güce ulaştıktan sonra sömürge yoluyla tüm dünyaya yayıldığı içindir ki bu iki örgütlenme biçimi birbiriyle aynileştirilmiştir.[1]

Toplumun, doğa-bilimleri örneğinde olduğu gibi, pozitif yöntemle tespit edilecek mekanik yasalarla açıklanıp, açıklanamayacağı hususuna gelince: Auguste Comte’dan bu yana sosyolojinin doğa-bilimlerine göre şekillendirilmesi gerektiği anlayışı daima egemen görüş olmuştur. Sosyolojinin gelişiminde en etkili kişilerden biri olan Emile Durkheim’e göre, doğa-bilimleri kendi olgularını nasıl işliyorsa sosyoloji de “sosyal olgular”ı aynı yöntemle işleyecektir.

Bu tür bir yaklaşım sosyolojide çok yaygın ise de bir takım problemleri içerdiği de şüphesizdir. Acaba gerçekten de insanın sosyal hayatını konu edinen bir çalışma bilimsel olarak yapılabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bilimin temel karakteristik özelliklerinin neler olduğuna bakmak gerekir. Bilim, özel bir inceleme konusu hakkında bir takım bilgiler elde edebilmek için pozitif-indüktif metotların kullanılıp teorik düşünce ve mantıksal çıkarımı esas alan argümanlar ileri sürerek gerçekleştirilen, sistematik bir araştırmadır. Bilimsel çalışma, ileri sürülen teorileri ve hipotezleri desteklemek veya çürütmek için dikkatli ve derin bir dizi araştırma üzerine dayandırılır. Sonuçta elde edilen birikimli bilgiler yeni delil ve argümanlar ışığı altında daima bir dereceye kadar gözden geçirilmeye hatta tamamen reddedilmeye açıktır. Sosyoloji sistematik araştırma metotlarını, veri analizlerini, mantıksal argümanları ve deliller ışığı altında teorileri değerlendirmeyi içermesi anlamında bilimsel bir disiplindir. Ancak insanı, yani toplumu inceleme konusu yapmak, fiziki dünyadaki olayları konu yapmaktan farklıdır. Sosyolojinin bulguları da mantıksal çerçevesi de doğa-bilimlerinden farklılık arz eder. Sosyal hayatın incelenmesinde insanlar için anlamlı ve amaçlı olan aktivitelerle, eylemlerle uğraşılır ki bunlar fiziki nesnelerle bir tutulamazlar. Diğer taraftan doğadaki nesnelerin aksine insanlar varlıklarının bilincindedirler ve amaçlı olarak yaptıkları şeyler üzerine çıkarsamalarda bulunurlar. Bu nedenle sosyal hayat yeterince tasvir edilemez. Ancak, eğer insanların davranışlarında başvurdukları anlam ve amaçlar bütünüyle kavranırsa bu tasvir mümkün olabilir. Örneğin bir ölüm olayını intihar olarak tasvir edebilmek için kişinin ölümünden önceki niyetini sorgulayacak bir takım bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü intihar sadece kişinin aktif bir şekilde kendi kendini yok etmeye niyetlenmesi sonucu görülür. Sosyolojik araştırmada doğru tasvirler yapabilmek için insan eylemlerinin sonuçlarının amaçlı ya da amaçsız olup olmadığına bakmak zorunludur. Sosyologlar, toplumsal hayatı incelemeye yönelirken olaylara objektif olarak bakmaya çalışabilirseler de her şeyin sekülerize edildiği bir ortamda hiç kimse her konuda tarafsız olamamaktadır. Objektif olup olmama meselesi sadece incelemeyi yapan sosyologlarla alakalı da değildir. Bizzat disiplinin kendisinden, yani sosyolojiden de kaynaklanan bir problemdir. Çünkü sosyoloji modern yapılara özel vurgu yaparak toplumları sistematik incelemeye tabi tutar; dolayısıyla sosyoloji, mantıksal argümanlar ve deliller ışığında teorileri değerlendiren sistematik araştırma anlamında bilimdir, ancak mekanik doğa bilimleri anlamında bilim değildir. Sosyolojinin doğa bilimleri örneğinde bir bilim olmayışının en önemli delili, toplumu açıklamaya yönelik görüşlerin birbirinden çok farklı olmasıdır. Böyle olması kaçınılmazdır, çünkü üzerinde uğraşılan alan doğal bir alan, mekanik bir alan değildir.[2] Sosyolojinin ampirik bir problemin çözümünün taklidi vasıtasıyla basit bir kalıpta temellendirilemeyişinin sebebi, bütün sosyal bilimlerde olduğu gibi onun nesnesinin de hayat olması ve hayatın da mekanik yöntemlerle açıklanamayışıdır. Olsa olsa hayat, bilim adamının yeteneğine bağlı olarak anlaşılabilir ve de rölatif ölçülerde yorumlanabilir.[3]

Şüphe yok ki topluma, tabiattaki olaylar veya nesneler gibi yaklaşamayız, çünkü toplumlar bireylerin şuurlu eylemleriyle yaratıldıkları sürece var olabilirler. Beşeri faaliyetler, doğa olaylarında olduğu gibi dışsal nedenlerin sonuçları değildirler. Toplumsal kurumlar zaman ve mekan içerisinde bireyler tarafından üretilen eylem kalıplarıdır. Sosyal sistemler bireyler arasındaki ilişki kalıplarının bulunmasını gerektirir. Çoğu sosyolog, bu kalıpları bir binanın duvarları ya da bir bedenin iskeleti gibi görme eğiliminde olsa da bu yanlış bir metafordur. Çünkü bu yaklaşım, toplumların neye benzediği hususunda gereğinden fazla statik ve değişmez bir imaj uyandırmaktadır. Bu tür bir metafor kullanılacaksa, şöyle denilebilir: Sosyal sistemler, yapıldıkları aynı tuğlalarla her an yeniden inşa edilen binalara benzerler. Buradan hareketle sosyolojinin uygulamalı yönleriyle bilimin teknolojideki kullanımı arasında doğrudan bir paralellik olmadığı ve olamayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Atomlar bilim adamlarının kendileri için söylediklerini öğrenemezler ya da bu bilgiler ışığında davranışlarını değiştiremezler. İnsan ise bunu yapabilecek güçtedir. Bu yüzden sosyoloji ile “konusu” arasındaki ilişkinin doğa bilimleriyle nesneler arasındaki ilişkilerden farklı olması kaçınılmazdır. Eğer toplumsal eylemi doğa kanunlarıyla belirlenen bir mekanik olaylar dizisi olarak kabul edersek, hem geçmişi yanlış anlamış hem de sosyolojik çözümlemenin gelecekte olabilecekleri etkilemekte ne derece yardımcı olabileceğini kavramamış oluruz.[4] En iyimser değerlendirmeyle sosyolojinin toplumdaki ideolojik çatışmaları kaldırma gayretinde olan bir bilgi olduğunu, bu gayreti de teorik, ampirik ve metodolojik donanımla yapmaya çalıştığını kabul edebiliriz. Doğuş sürecinde, Avrupa’da yaşanan sosyal değişmelerle ilgili olarak yaptığı şeyleri kabul ettiğimiz gibi.[5] Bunun ötesi ise doğru değildir.

Esas itibariyle, günümüzde sosyolojiye ilişkin ortak kanaat, sosyolojinin ciddi bir zaaf içerisinde olduğudur. Örneğin, sosyoloji disiplininin neyi ihtiva ettiği, hangi teorik ve metodolojik yaklaşımları esas alacağı tamamen tartışma konusudur. Norman Brinbaun sosyoloji için, “Babil Kulesi gibi entelektüel kaotik bir görüntü sergilemektedir” değerlendirmesini yaparken, Alman sosyolog G. J. Lammers, daha dramatik bir anlatımla, sosyolojinin doğal durumunun bir “paradigmalar yığını” halini sergilediğini söylemektedir.[6] Tabiatıyla tüm bu tartışmalar, sosyolojinin doğa bilimleri örneğinde bir bilim olamayacağına ilişkindir.

Sosyolojinin karakteristik özelliklerinin neler olduğunu sıralayacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

1- Sosyoloji, 16. Yüzyıl itibariyle Batı Avrupa’da gerçekleşmeye başlayan epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel değişimlerin sonucunda ortaya çıkmış olan modern toplumsal pratiği, doğa bilimsel yöntemle açıklamayı kendisine konu edinen yeni bir disiplinin adıdır.

2- Sosyoloji, mekanik doğa bilimleri örneğine göre örgütlenmiş bir bilim olma iddiasındadır. Ancak, bu iddia ampirik bir temele değil, felsefi bir kanaate dayanmaktadır.

3- Sosyoloji, sistematik araştırma anlamında bir bilim ise de kendisine mekanik nesneleri konu edinen ve dolayısıyla da sonuçları rölatif olmayan doğa bilimleri anlamında bir bilim değildir.

4- Sosyoloji, modern bir fenomen olan çizgisel ilerlemeci tarih felsefesinin bir ürünüdür. Tarih felsefesi, odak noktasına modern toplumu oturttuğundan, açıklamalarında objektivite itibariyle bir takım problemleri içerdiği gibi sosyoloji de aynı sebebe bağlı olarak bir takım problemleri içermektedir.

5- Sosyoloji, doğa bilimlerinin doğaya egemen olmayı sağlamalarına benzer bir şekilde, aynı yöntemleri topluma teşmil ederek topluma egemen olmayı sağlama amacındadır. Bunun için de temel problem alanı olarak, toplumsal yapı ve toplumsal değişmenin açıklanmasını görmektedir. Toplumsal yapının açıklamasında modern toplumsal pratiğin istikrarını hedeflerken, toplumsal değişmede hem modernleşmenin zorunlu olduğunu hem de değişmenin “gelenekten moderniteye doğru bir ilerleme” olduğunu göstermeyi hedeflemektedir. Böyle bir yaklaşım ise bilimselliğin değil, ideolojik bir tavrın, daha doğrusu ideolojik bir vaziyet alışın ifadesidir.

Modern toplum-bilim sosyolojinin odak noktasına oturttuğu temel kavram, toplumdaki yerleşik davranış formları (kurumlar) arasında görülen sistematik, karşılıklı ilişkileri ifade eden toplumsal yapı kavramıdır. Toplumsal yapı, değiştirilebilir olarak kabul edilen unsurların, sistemli bir tertibini ifade eder. Sosyoloji için, toplumsal yapının unsurları değişebilir ise de kendisi (yapı) rölatif de olsa sabit kalır.[7] Yapı, bir sistem mahiyetinde olduğundan, unsurlarından herhangi birisindeki değişiklik diğer unsurlara da yansır.[8] Ancak yapı, kendi değişim ve dönüşümünün yasaları vasıtasıyla kendi kendine hem korunur hem de zenginleşir. Toplumsal yapıya yönelik değişim ve dönüşümün yasaları, sistemin dışında sonuçlar vermediği gibi, değişim içi yapı, sistemin dışından ögeler de kullanmaz. Toplumsal yapının üç özelliği vardır: Bunlar da “bütünlük”, “değişim ve dönüşüm” ve “kendi kendini ayarlama”dır. Kısacası yapı, kendi kendini düzenleyen değişim ve dönüşümlerin bütünü olarak kabul edilmektedir ve toplumsal hayat şeklindeki devamlılık da yapısal devamlılıktır.[9]

Toplumsal yapıyla ilgili ilk temel düşünceler, Auguste Comte ve Karl Marks tarafından ileri sürülmüştür. Comte’a göre, bir sistem sadece kendisine benzeyen, ancak büyüklük açısından değişebilen birimlerden oluşur. Dolayısıyla, nasıl ki geometrik bir alan çizgilere ya da bir çizgi noktalara indirgenemezse bir toplum da parçalanıp, bireylere indirgenemez. Toplumsal unsurlar ortak bir ilişkiler ağı içindedir ve bir arada incelememizi gerektiren bir bütünü oluşturur. Comte için, toplumsal yapı, esas itibariyle statik ve dinamik olmak üzere iki unsura ayrılır. Şimdiye kadarki toplumsal yapıyı izaha çalışan felsefi görüşlerin başarısızlığının sebebi, statik yasalarıyla dinamik yasalarını bir sistem çerçevesine oturtamamış olmalarıdır. Toplumsal kargaşaların nedeni de bu iki unsurun birbirinin karşıtı gibi düşünülmesi yüzündendir. Sosyolojinin (pozitivizmin) asıl vazifesi, statikle dinamik arasında bir karşıtlığın olmadığını, statikle dinamiğin toplumu farklı bir biçimde görmek olduğunu bilimsel olarak ispatlamaktır. Sosyal statik, insanların toplum içerisindeki ilişki biçimlerini, toplumsal düzeni; sosyal dinamik ise ilişki biçimlerinin, kurumların değişimini, ilerlemeyi açıklar. Sosyal statik, kavramsal anlamda hareket olgusunu askıya alıp düzenin niteliğini açıklamaya çalışmaktan ibaretken, sosyal dinamik, mobiliteyi yani hareketliliği açıklamaktan ibarettir.[10] Şüphesiz toplumun olağan durumu, dinamik durumdur yani toplum her zaman hareket halindedir, ancak bu hareketlilik yapısal olarak gerçekleşir. Kısacası sosyal statik için amaç, işbölümü (ekonomi), aile, siyaset ve din gibi toplumsal yapı açısından fonksiyonel olan kurumlar arasındaki bağın netleştirilmesi iken; sosyal dinamik için amaç, bu bağın değişiminin netleştirilmesidir. Dolayısıyla statik nosyonu eş-zamanlılığı dinamik nosyonu ise art-zamanlılığı ifade eder. İnsanlığın teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere, ilerleyen üç tarihsel aşamadan geçtiğini iddia eden Comte’a göre toplumsal yapı, düşüncenin aşamalarına bağlı olarak, her aşamada yeniden şekillenir. Bunun anlamı, toplumsal kurum ve ilişkilerin teolojik aşamada dinsel bir forma, metafizik aşamada felsefi bir forma ve pozitif aşamada ise bilimsel bir forma büründüğüdür. Tabiatıyla Comte için toplumsal yapının en ideal formunu, bilimsel düşünceye dayalı olarak örgütlenen modern Batı toplum yapısı temsil etmektedir. Comte’un ifadeleriyle, bilimsel bilgi insanlığın en ileri bilgi seviyesini nasıl temsil ediyorsa modern toplumsal yapı da diğer yapılara nispetle aynı ileri aşamayı temsil etmektedir. Kuşkusuz, Comte’un bu yaklaşımı, değerlerden bağımsız bilimsel bir bilginin anlatımı değil, felsefi ve ideolojik bir tercihin ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, sosyolojinin ideolojik yönü daha kolay anlaşılır olmaktadır.

Karl Marks içinse toplumsal yapı kavramı, düzenlenmiş insan ilişkilerini ifade eder. Ona göre insanlar, varlıklarının toplumsal üretiminde isteklerinden bağımsız olarak birbirleriyle belirli ve zorunlu ilişkiler kurarlar. Bu nevi üretim ilişkileri, maddi üretim güçlerinin gelişiminin muayyen bir aşamasına karşılıktır. Üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun ekonomik alt yapısını belirlediği gibi, üzerinde hukuki ve siyasi üst yapının yükseldiği toplumsal bilincin biçimlerinin karşılık geldiği somut temeli de oluşturur. Ekonomik yaşamın üretim biçimi, esas itibariyle hem toplumsal, hem siyasal hem de entelektüel yaşamın şekillenişine egemendir. Bu yüzden insanların varlığını belirleyen onların bilinçleri değil, aksine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır. Üretim güçleri, gelişmelerinin belirli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle ve mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girdiklerinde, toplumsal devrim dönemi başlar. Devrim dönemlerinde, bir tarafta ekonomik üretim şartlarının maddi alt-üst oluşu, diğer tarafta da insanların, çatışmanın bilincine varmasıyla siyasal, dinsel, sanatsal, düşünsel, kısaca ideolojik biçimlenişleri vardır. Bir toplumsal yapı, hiç bir zaman içindeki bütün üretim güçleri gelişmeden ortadan kalkmaz. Daha üstün üretim ilişkileri de mevcut toplumsal yapı içerisinde oluşmadan ortaya çıkmaz. Bu açıdan bakıldığında antik, feodal ve burjuva üretim biçimlerinin (sosyal yapılarının), toplumların ekonomik oluşumlarının birbirini izleyen dönemleri olduğu görülür. Burjuva üretim biçimi toplumsal üretim sürecinin çatışmaları içeren son uyuşmaz biçimidir. Burjuva toplumsal yapısının içerisinde gelişen üretim güçleri aynı zamanda bu uyuşmazlığı çözecek maddi koşulları yaratacaktır. Bunun içindir ki burjuva toplum sistemiyle insan toplumunun tarih öncesi sona erecektir.[11]

Marks’ın toplumları açıklamak için yapmış olduğu alt yapı ve üst yapı ayrımı, modern toplumların ekonomik örgütlenmelerinden hareketle anlaşılmaları açısından yöntem olarak yerinde ise de buradan insanlığın tarihsel hareketinin bir yorumunu çıkarmak, projeksiyon yapmaktan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Öte yandan toplumun bütününün alt yapı tarafından determine edildiği de dogmatik bir yorumdur. Kaldı ki alt yapıya ait toplumsal gerçekliğin ögeleriyle üst yapıya bağlı ögelerin hangileri olduğu da belirsizdir. Alt yapıyı oluşturan ekonomi, toplumun teknik donanımının bütünüyle, aynı zamanda işin örgütlenmesini de içermektedir. Ancak, toplumun teknik donanımı bilimsel bilgisinden ayrı düşünülemez. Bilimsel bilgi ise üst yapıya aittir. Bu da demektir ki alt yapıya, üst yapıya ait olması gereken ögeler de girer. Dolayısıyla alt yapıya ait ögelerle üst yapıya ait ögeleri gerçekten ayırmak güçtür. Aynı şekilde, işin örgütlenmesi mülkiyet yasalarına bağlıdır. Mülkiyet yasaları da siyasal alanla ilgilidir. Siyasal alan ise üst yapının alanına girer. Kısacası neyin üst yapıya ve neyin alt yapıya ait olduğu Marks’ın söylediği gibi çok da kolay ayırt edilemez.[12]

Toplumsal yapı kavramı Comte ve Marks sonrası dönemlerde daha da önem kazanmış ve hatta sosyolojik yelpazenin ötesinde sosyal antropoloji ve sosyal psikoloji sahalarında da irdelenmeye başlanmıştır. Ayrıca; Levi-Strauss adı çerçevesinde, yapı kavramını önceleyen bir akım bile oluşmuştur. Bütün bu yaklaşımlarda her ne kadar toplumsal yapı kavramının farklı izahları yapılmış ve yapıyı oluşturan unsurların hangilerinin daha belirleyici ya da etkileyici olduğu hususunda anlaşmazlıklar vuku bulmuş ise de bu unsurların neler olduğu konusunda önemli sayılabilecek görüş ayrılıkları yoktur. Hemen hemen hepsinde toplumsal yapı esas itibariyle şu unsurları içerir:

  1. Üretim, tüketim ve mübadeleyle ilgili ekonomik kurum.
  2. Toplumun en küçük birimini teşkil eden ve fiziki varlığını devam ettirmesini sağlayan aile kurumu.
  3. Yeni kuşakların topluma entegre olmasını sağlayan eğitim kurumu.
  4. Toplumsal düzenin muhafazasını sağlayan siyasal kurum.
  5. Fertlerin toplumsal tutumunu oluşturan ve hayatlarını anlamlandırmalarını sağlayan bir değerler bütünü ya da din kurumu.[13]

Bu unsurlar standartlaştırılmış davranış tipleri olup, toplumsal ilişkiler ağını gösteren kurumların, yani toplumsal yapının varlığını ve devamlılığını sağlayan mekanizmayı teşkil ederler. Sosyoloji açısından, sosyoloğun amacı, toplumsal hayatta meydana gelen olaylarla toplumsal yapının unsurları arasındaki ilintileri göstererek bunların devamlılığını ya da değişkenliğini açıklamaktır.

Toplumsal yapı kavramının, sosyolojinin yönetici ideası olmasının ve özel önem taşımasının sebepleri de şöyle sıralanabilir:

  1. Toplumsal yapı kavramı, düzen sosyolojisi ve ilerleme sosyolojisi şeklindeki ayırımlardan veya onların sentezlerinden kurtulma ihtiyacını giderir.
  2. Toplumsal yapı kavramı sosyal statik ve sosyal dinamik şeklindeki bölünmeleri (aynı zamanda alt yapı ve üst yapı şeklindeki bölünmeleri) ortadan kaldırdığından değer yargılarından bağımsız, hareket halindeki toplumun görüntüsü olarak kabul edilir.
  3. Toplumsal yapı kavramı, kültüralist akımların, toplumları kendi kendilerine bütünler olarak ele alan yaklaşımlarını reddettiğinden, onun metodolojik bütünlüğü sağladığı ileri sürülür.
  4. Toplumsal yapı kavramı, toplumsal bütünün, fiilen ve mantıken mümkün olan hiyerarşilerden önce geldiğinin gösterilmesini sağlar.
  5. Toplumsal yapı kavramı, toplum tipolojilerinin kurulmasını mümkün kılar.[14]

Anlaşılacağı üzere, toplumsal yapı kavramının sosyolojinin yönetici ideası olması, sosyolojinin ideolojik yönünün belirgin bir göstergesidir. Şöyle ki toplumun herhangi bir andaki durumunun tarihe hiçbir gönderme yapılmaksızın farklı ögeleri arasındaki ilişkiyle açıklanabileceğini ileri sürmek, yani senkronik (eş-zamansal) olanı, diyakronik (art-zamansal) olandan üstün tutmak hem bir tarih karşıtlığının ifadesi, hem de bir felsefi-ideolojik vaziyet alışın ifadesidir.[15] Tarih karşıtlığının şuurlu bir tercih olduğunda kuşku yoktur. Çünkü modern toplumsal yapının idealize edilmesi, bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Sosyologlar tarafından yapılan sosyolojik açıklamaların, salt yapısal determinizm açısından gündeme getirilerek, bireylerin şuurlu ve iradi davranışlarını göz ardı etmesi, anti-hümanist bir tavır alıştır. Sosyolojinin toplumsal yapıyı nihai olarak mantıkî-matematikî sistemlerinkine benzer zaman dışı temeller üzerine oturtma umudu ise epistemolojik açıdan akılcı materyalizmi temel alan bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.

Şüphe yok ki toplumsal yapı kavramının bir ideal tip olarak belirlenmesi, toplumların, değer yargılarından asla bağımsız olmayan o ideal tipe göre sınıflandırılmalarını kolaylaştırmaktadır. Bu sınıflandırmaların hemen hepsi evrimci bir şemaya dayandırılmakta ve evrim sürecinin tepe noktasına da “Modern Batı toplumsal Tipi” oturtulmaktadır. Comte’un üç aşamalı tiplemesi de Marks’ın beş aşamalı tiplemesi de bunun örneğidir. Neticede toplumlar, geleneksel toplumlar ve modern toplumlar olarak sınıflandırılmakta ve ideal toplumsal yapı olarak modern toplumsal yapı öne çıkarılmaktadır. Dolayısıyla, sosyal yapı kavramının her türlü sosyolojik analiz formunda göz ardı edilemez temel bir öge olması, sosyologların topluma yönelik yaklaşımlarının ne yönde olduğunun bir işaretidir. Elbette bu, sosyolojinin yönetici idea olarak toplumsal yapı kavramını seçişinin sebebinin, modern toplumsal yapıya yönelik lehte ideolojik bilgi üretmek şeklinde değerlendirilmesine yol açacaktır.

Toplumsal değişmeye gelince; açıkçası toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan ilişkiler ağının ve bu ilişkileri standardize eden kurumların değişmesidir. Kurumların genelde aile, eğitim, ekonomi, siyaset ve din kurumları olarak sınıflandırıldığını dikkate alırsak, değişmenin de onlara müteallik olacağını söyleyebiliriz.[16] Sosyoloji tarihinde toplumsal değişme konusunun tahlili ile ilgili “evrimci” ya da “çatışmacı” olmak üzere temelde iki farklı teori ileri sürülmüş ise de değişimle ilgili sorular, teorilerin her ikisi için de müşterek sorulardır: 1- Değişimin temel dinamiği ya da dinamikleri nelerdir? 2- Değişim nasıl gerçekleşmektedir? 3- Değişimin yönü nereye doğrudur?

Toplumsal hayatın varlığını, entelektüel birliğe bağlayan pozitivist-evrimci teorisyen Auguste Comte, toplumsal değişmenin temel dinamiğinin de entelektüel değişim olduğu kanaatindedir. Bu değişim aynı zamanda bir gelişme, bir ilerleme sürecidir. Şöyle ki insan düşüncesinin determine bir biçimde bir birini takip eden üç aşaması vardır: Teolojik ya da dinsel, metafizik ya da felsefi, pozitif ya da bilimsel. Comte’a göre, teolojik dönemde her türlü fenomen, tabiat üstü (tanrısal) güçlerle açıklanır. Mistik, fantezi bilgi rasyonel bilgiye tercih edilir. Fetihler ve savaşlar teşvik edildiğinden, sosyal organizasyonun bir formu olarak otoriteryenizm hâkim durumdadır. Metafizik dönemde ise bütün fenomenler, soyut düşüncelerle açıklanır. Teolojik devreye nispetle ileri bir dönemdir fakat metafizik devrede toplumsal fenomenler soyut, spekülatif paralel konseptlerle açıklandığından, ampirik temelli olmaması nedeniyle teolojik devreye benzer bir takım zaafları içermektedir. Bu devrede fetihler ve savaşlar, savunma ve güçlenme lehine abandone olmuş; entelektüel gelişme yavaş yavaş legal sosyal yapının temellerini oluşturmaya başlamıştır. Pozitif dönemde ise toplumsal fenomenler artık bilimsel disiplinlerin terimleri ile açıklanırlar. Pozitif devre, tarihsel olarak modern çağa karşılıktır. Bu devrenin en önemli tarafı, insanın doğayı kontrolüne imkân tanımasıdır. Pozitif devre, sadece bilimsel düşüncenin hâkim olduğu çağ değil, aynı zamanda endüstri toplumunu oluşturan teknolojinin temellerinin de atıldığı çağdır. Barışa dayalı sosyal organizasyon, sadece bu devrede mümkün olacaktır.[17] Kısacası; toplumsal yapı, düşüncenin aşamalarına bağlı olarak, her aşamada yeniden şekillenir. Bunun anlamı, toplumsal kurum ve ilişkilerin teolojik aşamada dinsel bir forma, metafizik aşamada felsefi bir forma ve pozitif aşamada ise bilimsel bir forma büründüğüdür. Tabiatıyla toplumsal yapının en ideal formunu, bilimsel düşünceye dayalı olarak örgütlenen modern Batı toplum yapısı temsil etmektedir. Toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği hususuna gelince; Comte, değişimin insanın ya da toplumun doğasına bağlı olarak dinamik, spontane bir biçimde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu da insanlığın tarihsel birliği anlamına gelmektedir. Tarihsel birliğin zirve noktasını teşkil eden modern endüstriyel Batı toplumu, değişimin yönünü de göstermektedir. Bu anlayışa göre Batı toplumu, örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. Batı toplumunun her alandaki bilimsel örgütlenmesi refah ve gücün teminini sağladığından, insanlığın bütünü için ulaşılması gereken nihai modeldir.[18]

Comte’un toplumsal değişme hususundaki pozitivist-ilerlemeci yaklaşımı, farklı dinamiklere oturtulmakla birlikte, çatışmacı-diyalektik teorinin en önemli temsilcisi Marks’ta da görülmektedir: Toplum, aralarındaki gerginlik ve çelişkiler dolayısıyla yapısal değişimlere yol açan karşıt güçlerin hareket halindeki bir dengesidir. Toplumsal değişme bu güçlerin evrilmesi, gelişmesi ve ilerlemesidir. Marks bu süreci şöyle izah etmektedir: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı muayyen bir hızla altüst eder. Böyle bir altüst oluşu maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”[19] Marks’a göre, toplum içerisinde biri üretim ve mülkiyet ilişkilerini belirleyen, diğeri de yeni üretim ve mülkiyet ilişkilerini temsil eden iki sınıf bulunur. Günümüze kadar bütün toplumların tarihi, çatışan bu iki sınıfın tarihi olmuştur. Üretim güçlerinin gelişimi sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirir. Yeni sınıf, mevcut üretim ve mülkiyet ilişkileri düzenini devirip yerine yeni bir düzen kurar. Ekonomik temelin değişmesiyle, insanların içerisinde şuurlandıkları ve çatıştıkları hukuki, siyasi, dini, estetik, felsefi, kısacası ideolojik üst yapı kurumları da değişir.

Marks, değişimi insanlığın ve toplumların gelişimi üstüne global bir evrim biçiminde sunmaktadır. Bu perspektiften bakılırsa; geniş çizgileriyle Asya tip üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmelerin ileriye doğru gelişen devreleri olmaktadır. En erken devrede mülkiyet komünal olup, mülkiyet ve toplumsal hayat ailenin bir uzantısıdır. İkinci devrede özel mülkiyet ve kölelik ortaya çıkınca, toplum efendiler ve köleler diye iki sınıfa bölünür. Bu devre Batının antik, periyoduna denk düşmektedir. Efendi-köle çelişkisinin gelişiminin en yüksek noktası da kadim Yunan ve Roma’dır. Değişimin ve ilerlemenin üçüncü devresi feodal dönemdir. Feodal dönem, toprak tasarrufunun karmaşık bir sistemi üzerine temellenmiştir. Sınıfların, yani serflerin ve kölelerin idaresini asillerin boyunduruğu altına veren bir sistemdir bu. Feodal devre de tarihsel olarak Avrupa Ortaçağına denk düşer. Modern burjuva üretim tarzı kapitalizm ise toplumsal üretim sürecinin çelişik son biçimidir. Burjuva toplumunun içinde gelişen üretim güçleri aynı zamanda bu çelişkiyi çözecek şartları da oluşturmaktadır. Bu toplumsal sistemle birlikte insanlığın tarih öncesi de sona erecektir.

Kapitalizmi diğer üretim tarzlarından ayıran birinci özellik, sınıflı idare ve onların pozisyonlarının, üretimin endüstriyel vasıtalarının özel mülkiyeti üzerine temellendirilmiş olmasıdır. İkincisi kapitalist üretim prosesi, “özgür-iş” (işçi sınıfı) sömürüsü üstüne oturtulmuştur. Üçüncüsü, işçi kullandığı üretim vasıtalarından ayrılmıştır. Feodal köylü toprağa bağlıyken ve hayatını topraktan temin ederken ondan ayrılmazdı. Kapitalizm altında ise aksine, üreticilerin geçim vasıtaları üstünde herhangi bir hakları yoktur. Bunun için onlar, yani işçiler sadece “özgür”dürler, emeklerini piyasaya satmakta özgür. Kapitalizmin bir diğer ayırt edici özelliği, sermayenin, kapitalistlerin tekellerinde birikimini gerektiriyor olmasıdır. Bu sermaye birikimi, emekten gelen artı-değere el konulmasından başka bir şey değildir. Eğer kapitalistler işçilerin emeklerinin tam karşılığını ödeselerdi artı-değer oluşmayacak ve sermaye birikimi de meydana gelmeyecekti. Sermaye birikiminin meydana gelmiş olması kaçınılmaz olarak beraberinde sömürüyü de getirmiştir. Marks için, kapitalizmin bir başka ayırt edici özelliği de onun yabancılaşmayı üretmesidir. Geçmişte köylü veya zanaatkâr, işine kendi yaratıcılığını katardı ve işi o gerçekleştirirdi. Kapitalist toplumda iş (çalışma) kısımlara ayrıldı ve çalışanlar makinanın parçalarına dönüştü. Spontanelik yok olunca da kontrol edilme zorunluluğu hasıl oldu. Dahası işçi kendi işinin meyvesini vermeğe, sermayeye, üretim araçlarına, ürettiği şeye ve işinin kazancına yabancılaştı. Bunların hepsi işin, emeğin sömürüsüydü ve kapitalisti, onları elde etmeğe muktedir kıldı.

Marks, sömürünün sonucu olarak sermayenin birkaç elde toplanacağını, mülkiyete sahip sınıfın gittikçe küçüleceğini ve bir kutuplaşmanın vuku bulacağını, buna bağlı olarak da toplumun iki kutba ayrılacağını öngörür. Kutuplaşmanın neticesinde de sınıfların savaşımı başlayacaktır. Savaşın nihayetinde kapitalizmin ölümünü, gelecek iki devrim, sosyalizm ve komünizm dönemi takip edecektir. Sosyalist aşamada proletarya (işçi sınıfı) diktatörlüğü kurularak, üretim araçları kamulaştırılacak ve tüm toplumun faydası için çalışılacaktır. Sosyalizm, komünizme geçişi sağlayacak, sınıflar tamamen ortadan kalkacak, devlet son bulacak, herkes kabiliyetine göre çalışacak ve ihtiyacına göre pay alacaktır. Geleceğe ait bu ifadelerin birer temenniden ibaret olduğu açıktır. Temenniler ise doğal olarak bilimsel bilgi şeklinde değil, tarih felsefesi şeklinde değerlendirilmelidir.

Doğu toplumlarının sosyal yapılarını Asya tip üretim tarzı şeklinde isimlendiren Marks, onları antik ve feodal Batı devrelerine bir alternatif olarak, merkezi yönetim ve despotizmle vasıflandırmakta ve temel dinamiklerinin Batıyla aynı olduğunu belirterek, onların gelişiminin gelecek devresinin de modern kapitalizm olacağını ileri sürmektedir. Tabiatıyla bu da bir objektif tespitten ziyade bir öngörü değeri taşımaktadır. Marks’ın sosyolojisinin, daha doğrusu tarih felsefesinin nihai ilerleme aşaması olarak sosyalist ya da komünist toplumsal yapıyı hedeflemesi ve bundan önceki aşamaları insanlığın tarih öncesi olarak değerlendirmesi de tabiatıyla bilimsellikle değil, felsefi-ideolojik spekülasyonla alakalı bir tavırdır.

Özetlemek gerekirse Marks’ın değişim teorisi dört temel iddiayı ihtiva etmektedir. Öncelikle teori, her biri kendine özgü üretim tarzı ve üretim ilişkileri düzenini ifade eden ilerlemeci bir aşamalar dizisini içermektedir. Her üretim tarzı kendine uygun bir ideolojiyi; başta hukuk olmak üzere siyaset, ahlak, din, sanat ve felsefe gibi kurumları yansıtmakta; bu anlamda gelişimin her aşaması da bir bütün ifade edecek şekilde görülmektedir. İkincisi; her değişim süreci diyalektik tarzda ele alınmakta, değişimin temel dinamiği ortaya çıkan yeni üretim tarzı ile eski üretim tarzına özgü ideolojik yapı arasındaki uyumsuzlukların doğurduğu çatışmalar olmakta, yeni üretim tarzının gelişebilmesi ise eskiye ait ideolojik düzenin çözülmesine bağlanmaktadır. Çelişkilerin son noktaya ulaşmasıyla da yeni üretim tarzına uygun ideolojiye sahip yeni sınıfın, eski ideolojiye sahip sömüren sınıfla keskin bir çatışma içerisine gireceği ve devrimle yeni düzeni oluşturmaya başlayacağı vurgulanmaktadır. Üçüncüsü; üretim güçleri ideolojik sonuçlarına nispetle her zaman birinci planda ve onları determine eder şekilde değerlendirilmektedir. Dördüncüsü de diyalektik gelişme dinamik bir süreç olarak belirtilmekte ve değişim için dinamik olmayan dışsal bir faktör öngörülmemektedir.[20]

Marks, değişimin ve gelişimin evrensel kanunlarını tespit ettiğine inandığından, bütün toplumların aynı evrim aşamalarından, farklı zamanlarda da olsa geçmek zorunda olduklarını ileri sürmüştür. Geleceğe yönelik kurgulamış olduğu sosyalizm ve komünizm aşamasına yürüyebilmek için kapitalizmden geçmek kaçınılmazdır. Bu da değişimin yönünün ne olduğunu göstermektedir. Farklı bir toplumsal yapı modeli önermekle birlikte, değişimin yönünün Auguste Comte’da olduğu gibi modern Batı olduğu açıktır. Ayrıca, kapitalizme yönelik yapmış olduğu tahliller her ne kadar doğru ise de değişimin dinamiğinin salt ekonomik olması ve evrimin determine bir süreç olduğu iddiası, Marks’ın tahminlerinin, ileri sürdüğü aşamaların yaşandığı Batı toplumlarında dahi gerçekleşmemesinden de anlaşılacağı üzere, aynı ölçülerde doğruluk değeri taşımamaktadır.

Toplumsal değişmeye ilişkin sosyolojik çözümlemelerde, Comte ve Marks örneğinde de görüldüğü gibi, temel kavram olarak ilerleme kavramı kullanılmaktadır. Teorik düzlemdeki ilerleme, gelişme, evrim ve değişme kavramlarını birbirinden ayırt etme yolundaki gayretler, yanılgıdan başka bir şey değildir. “Özünde basit bir konuya ilişkin fazladan laf, bıkıp usanma bilmeyen yinelemeler ve sonu gelmeyen çeşitlemeler, sağduyuyla yakalanabilecek olan doğru anlamı, derin ve çok incelmiş görünüşlü bir özelliğe dönüştürür. Neticede de kendimizi değeri olmayan sıradan görüşleri aydınlığa çıkarma peşinde, nankör ve gönül sıkıcı bir çaba olan terminolojik perdeleri aralama işine batmış buluruz.” Böyle bir duruma düşmemek için, toplumsal değişmenin sembolünün ilerleme kavramı olduğunu öncelikle kabul etmek gerekir.[21] İlerlemenin yönünün; hangi model açısından bakılacak olursa olsun, modern toplumsal yapıya çıkması, toplumsal değişme teorilerinin esasen modernleşme teorileri olduğu gerçeğini ifade eder. Sosyoloji açısından, modernleşmenin sosyal değişimin özel bir türü olduğu şeklindeki iddialar, gülünç olmakla birlikte, dikkat edilirse aynı iddiaların kendi kendilerini yalanladıkları da görülecektir.[22] Sosyoloji için tek bir değişim söz konusudur, o da modernleşmeye doğru değişimdir. Tamamıyla modern bir düşünce olan ilerleme düşüncesi, toplumsal değişmenin yönünü elbette ki tayin etmektedir. Bu yön de şüphesiz, geleneksel toplumlardan modern Batı toplumuna doğrudur. Dolayısıyla sosyoloji için modern toplumsal yapı, geleneksel yapıların dönüşmek zorunda oldukları ideal formdur. Böyle bir görüşün, kendi üstünlüğünü kabul ettirmek ve dünyanın diğer toplumlarını kendi çıkarları yönünde sömürmek peşinde olan modern toplumlara ne derece hizmet edeceği yeterince açıktır. İlerleme düşüncesine, toplumsal mukayeseyi sağlayan analitik bir yöntem anlamı yükleyenler, kuşkusuz bunun dünyayı homojenleştirmek için başvurulan bir araç olduğunun farkındadırlar. Bu bakış açısıyla toplumsal farklılıklar tesadüfi olayların sapkın ürünleri olarak ele alınmakta ve kültürel farklılıklar da farklı tarihsel deneyimlerin oluşturduğu alternatif yaşam biçimleri olmaktan çıkmaktadır. Olması gerekene yönelik böylesi düşüncelerin; objektif birer tespitten ziyade ideolojik değer yargılarını ifade ettiğinden şüphelenmek de pek mümkün gözükmemektedir…

 

[1] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, Çev., E. Kuşdil, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1994.

[2] Anthony Giddens, Sociology, Polity Press, Cambridge,1993.

[3] Ed. Stephen P. Turner, Social Theory – Sociology, Blackwell Publishers Inc., Cambridge, 1996.

[4] Anthony Giddens, Sosyoloji, Çev., R. Esengün – İ. Öğretir, İhtar Yay., İstanbul, 1993.

[5] Robert A. Nisbet, The Sociological Tradation, Transaction Publishers, New Brunswick and London, 1994.

[6] Ed. Peter M. Blau, Approaches to the Study of Social Structure, Open Books, London, 1976.

[7] S. F. Nadel, TheTheory of Social Structure, Cohen and West, London, 1969.

[8] Ed. Peter M. Blau, Approaches to the Study of Social Structure, Open Books, London, 1976.

[9] J. Piaget, Structuralism, İng. Çev. C. Maschler, Basic Books, New York, 1970.

[10] T. Bottomore-R. Nisbet, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Çev., B. Toprak, V Yay., Ankara, 1990.

[11] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., Ankara, 1979.

[12] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev., K. Alemdar, İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1986.

[13] T. Bottomore, Toplum Bilim, Çev., Ünsal Oskay, 4.Baskı, Der Yay., İstanbul, 1970.

[14] Georges Gurvitch, Sosyoloji ve Felsefe, Derleyen, K. Cangızbay, Değişim Yay., İstanbul, 1985.

[15] Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, Çev., Mete Tunçay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1994.

[16] W.E.Moore, “Social Change”, International Encycllopedia of the Social Sciences, Mc Millian Co., New York,1968.

[17] Eva Etzioni-Halevy, Social Change, Routledge-Kegan Paul, Reprinted, London and New York, 1987.

[18] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev., K. Alemdar, İş Bankası Yay., Ankara, 1986.

[19] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., Ankara, 1993.

[20] George Sabine, Yakın Çağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev., Ö. Ozankaya, Gündoğan Yay., Ankara, 1991.

[21] Kenneth Bock, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Çev., Aydın Uğur, Ankara, V Yay. 1990.

[22] Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.

Bu yazı Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.